Dominique Rousseau’nun Le Monde’dan Claire Legros ile söyleşisini medyascope.tv'den Haldun Bayrı çevirdi.
Hukukçu Dominique Rousseau son çalışmasında demokrasideki rahatsızlığa çözüm bulmak için elzem olduğunu düşündüğü anayasal reformların ayrıntılarına giriyor.
Anayasa hukuku profesörü ve “Sürdürülebilir Demokrasi İçin Altı Tez”in (Six thèses pour la démocratie continue, Odile Jacob, Şubat 2022) yazarı Dominique Rousseau, bilhassa milletvekillerinin Parlamento’da görüşmeye başlamadan önce yasa tasarılarını ve tekliflerini yurttaşların tartışmasına açmalarını öneriyor.
Yurttaşlığın seçmen çehresiyle hayâta geçtiği düşünülürse, bu fikir paradoksal görünebilir. Halbuki demokrasiyi seçmen tanımlamıyor, seçimin biçimi tanımlıyor. Bir devrin sonundayız; seçmene sâdece kendi yerine istek belirtecek temsilciler seçme salâhiyeti tanıyan, 18. yüzyılın sonunda düşünülmüş temsîlî demokrasinin devri kapanıyor. Bir başka devir açılıyor. Bu devrin ilkesi, yurttaşların kural koyuculuk salâhiyetidir; yani yasalara ve kamu politikalarına kişisel olarak müdâhale etme hakkıdır. Nuit debout, “Sarı Yelekliler”, Zadistler (“Savunulacak Bölge”nin Fransızca’daki kısaltması ZAD’dan) gibi bütün o hareketler, bu yeni talebin dışavurumudur.
Tarihsel olarak bu gerilim kendini iki temsil kavrayışıyla dışa vurmuştur: Monarşinin doğrudan mîrâsı olan “kaynaşmış temsil”, ulusun bünyesini seçilenlerin bünyesiyle birleştirir. “Halk (…) ancak seçtikleri aracılığıyla konuşabilir, harekete geçebilir” diye vurgular Papaz Sieyès 1789’da.
Fakat “sapmalı temsil” (représentation écart) diye adlandırdığım bir temsil biçimi 1789’daki İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde o zamandan kayıt altına alınmıştır: “Bütün yurttaşlar bizzat veya temsilcileri aracılığıyla yasaların oluşturulmasına katılma hakkına sahiptir.” “Bizzat” zarfıyla, kural koyma salâhiyeti tamâmen kayıt altına alınmıştır. Bundan başka, Bildirge’nin önsözünde yurttaşa, haklarına saygı gösterilmesini “talep etme” maksadıyla siyâsî iktidârın yaptıklarını kendi haklarıyla “kıyaslama” imkânı sağlanmasının hedeflendiği okunabilmektedir. Sürdürülebilir bir demokrasinin anayasal temelleri, yurttaşın siyâsî özerkliğinin bu tanınmasında mevcuttur.
Tarih, bir kurucu meclisin ancak bir devrimden sonra –1789’da ve 1848’de–, bir diktatörlüğün düşüşünden sonra –1974’te Portekiz’de–, çok ciddî bir siyâsî krizden sonra –2019’da Şili’de–, ya da bir askerî bozgundan sonra –1870’de– toplandığını gösteriyor. Anayasa üzerine kafa yoran bir komitenin kurulmasını öneriyorum ben; üyelerinin yarısı kurayla belirlenmiş yurttaşlardan, yarısı da uzmanlardan oluşacak. Bu komitenin görevi, anayasa metninin tamâmının ya da bir kısmının yeniden yazılması konusunda ülkede ademimerkezî bir müzâkere başlatmak olacaktır. Hükûmetten bağımsız olan bu büyük kurucu tartışma iki yıl boyunca mahallelerde, şirketlerde, okullarda sürmelidir ve referanduma sunulacak bir metinle sonuçlanmalıdır.
Bugün temsil vekâleti, milletvekiline yurttaşın yerine isteme gücünü veriyor. Bu sefer müzâkereye dayalı bir başka vekâletle, kendi seçim bölgesindeki seçmenleri birincil yurttaş meclisleri bünyesinde bir araya getirme ve Parlamento’da görüşülmeye gelmeden önce yasa tasarılarıyla tekliflerini tartıştırma görevi de olacaktır.
Son sözü seçilmişler söyleyecektir, ama yurttaşların temyiz imkânı olacaktır. Üç aşamalı bir durum: yurttaş müzâkeresi; ademimerkezî biçimde yürütülen bu müzâkerenin sonuçları zemininde milletvekillerinin oylaması; son olarak da, birincil yurttaş meclislerinin, tanımlamak gereken bir eşikten îtibâren olmak kaydıyla, milletvekilleri önceden yapılan müzâkerelerin sonuçlarından aşırı uzaklaşmış iseler bir referandum düzenlenmesini talep edebilmelerinin sağlanması.
Hayli gerçek olan bu sorunlar seçim çerçevesinde de mevcuttur ve adaylar baskı altındadır. Birincil meclislerin kamuya açıklıkları ve şeffaflıkları, farklı görüşleri bir araya getirmeleri, aksine herkesin kendi fikirlerinde pekiştiği sosyal ağlardaki müzâkereden daha mâkul bir müzâkere imkânı sunabilir.
Uzun vâdeye mâl olmak için toplumsal hareketlerin kurumlaşarak sürmeleri gerektiğinin bilincine vardım. Aksi takdirde, yurttaşlık enerjisi düşüyor, yaratıcılık yitiriliyor. Kurumlar olmadan demokrasi olamaz. Fakat kurumlar demokrasiyi boğabilir de. Bu yüzden, işleyiş aksaklıklarını haber vererek, kurumların onları üretmiş olan toplumsal enerjiyle bağlantıda kalmasını sağlayan “bilgi uçurucu” (whistleblower) statüsü Anayasa’ya girmelidir.
“Sürdürülebilir demokrasi için altı tez”
Dominique Rousseau’nun otuz yıldır demokrasimizin kurumsal mîmârîsini incelerken ilan ettiği bir hedef var: Bir eşitler toplumu ülküsü ile onun hayâta geçirilişindeki kusurlu mekanizma arasındaki uçurumu doldurmak. Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimine elli gün kala, bu kitabın çıkması elbette hiç tesâdüfî değil. Anayasa hukuku profesörü bu kitabında, “bugün yurttaşların talep ettiği, yasaları ve kamu politikalarını yapma salâhiyeti”nin tanındığını gördüğümüz bir “sürdürülebilir demokrasi” kurmak için önerilerini güncelleştirerek yeniliyor.
Buna ulaşmak için, Dominique Rousseau bilhassa, milletvekilleri için “müzâkereye dayalı bir vekâlet”in kurumlaştırılmasını, her seçim bölgesindeki yurttaşların birincil meclislerinin oluşturulmasını, Danıştay’ın tüzel bakımdan yeniden kurulmasını ve kurumlardaki işleyiş aksaklıklarını haber vermek için bir bilgi uçurucu statüsü öneriyor… Bâzen teknikleşmekle birlikte sahih olan çalışmasının, kura çekimi, referandum, adaletin rolü gibi birçok demokratik aracın hassâsiyetle birbirine mufassal kılınması için düşünce çabası ilgi çekici. Yaşadığımız güvensizlik ve çekimserlik ortamında, bir demokrasinin canlı karakterini ve bütün diğer tartışmaları koşullandıran bir tartışma açmanın âciliyetini hatırlatıyor.
*Six thèses pour la démocratie continue (“Sürdürülebilir Demokrasi İçin Altı Tez”), Odile Jacob, 176 sayfa, 14,90 Avro.