AY: Nasılsınız? Yıllardır İstanbul’da oturan bir sanatçı olarak, Antalya’ya yerleştiniz. Neden?
EZGÜ: İstanbul’da mutlu bir yaşamın koşulları zorlaştı ve sanat ideallerim yaşam kaygımın gerisinde kaldı. Günümüzün iletişim çağında her yerden üretmek ve ulaştırmak mümkün olduğu için doğup büyüdüğüm topraklara döndüm.
AY: Antalya’da olmanız, çalışmalarınızı etkiliyor mu?
EZGÜ: Evet olumlu olarak etkiliyor. Daha çok üretiyorum. Antalya’ya taşındığım ilk iki yıl Türkiye konserlerime İstanbul’daki orkestramla gittim. Ama provalar açısından daha pratik olduğu için Antalya’da kurduğum iki farklı ekiple konserlerimi veriyorum. İlki 12 kişilik konser ekibim.
Diğeri ise Anadolu Senfonisi grubu; Köy çalgıları, senfonik yaylılar, pop alt yapı, halk dansları ve vokallerden oluşan büyük ekip.
Antalya’ya geldiğim bir buçuk yılda 3 albüm yaptım.
İlki “Sümer Ezgü ve Süper Çocuklar” adında Anaokulu ve ilkokul çocuklarına yönelik, o zaman 9 yaşında olan oğlum Ozan ve arkadaşlarıyla yaptığım çalışma. Rock alt yapıda “Tin tin tinimini hanım, Leblebi koydum tasa, Horozumu kaçırdılar, Hopa şina şina nay v.b. gibi” tekerlemeli türküleri “zurna, cura, sipsi, kaval türü çalgılarımız eşliğinde” eğlenceli bir albümde topladık. Leblebi koydum tasa türküsüne de çocuklarla Lunapark klibi çektik. Bu çalışma anaokulu ve 12 yaş grubu çocukların türkülere sempatisini kazandırdı. Okullar bu CD leri alıyor ve ben de çocuklarla interaktif müzik dersi yapıyorum.
Aynı yıl Antalya’da yaşayan Hakan Kara aranjörlüğünde dünya elektronik müziği ile türküleri birleştirdiğim “Electro Türkü House” adındaki türkü-remix albümünü çıkardım. Turistlere ve yeni akımlarla halk müziğinden uzaklaşan gençlere yönelik bir çalışmaydı bu. Kendi halay bestem “Nazar Değmesin” ve “Cemile” türkülerine klip çektim.
3. albüm ise tamamen “otantik” lezzetteydi ve bozulan Orta Anadolu Türküleri için yaptığım “Hakiki Angara Havaları” adıyla çıktı piyasaya. Ankara Kulübü ve geniş halk katılımıyla Ankara Hamamönü’nde Ankara’nın simgesi Hüdayda türküsüne klip çektik.
Pandemide ev kayıtlarıyla sağlık personelimiz için “Siz varolun sağlık olsun” , “23 Nisan”, “19 Mayıs”, “29 Ekim Marşları” besteleyip klipleştirdim. Aynı dönem; Alanya yangını, çeşitli Güzel Sanatlar Liseleri, orkestralar ve gruplarla uzaktan müzik kayıtları yaptık.
Ve bence en önemlisi, Antalya’da 6 yaşından 65 yaşına kadar eğitim verdiğimiz Sümer Ezgü Sanat Akademisi’ni açtım.
AY: MESAM’a Başkan olarak seçilseydiniz, İstanbul’a dönmek zorunda kalmayacak mıydınız? MESAM’ın çalışmaları yeterli mi?
EZGÜ: İstanbul’a dönmeme gerek yoktu. Yönetim “beyin takımıdır” strateji geliştirir. Yöneticiler toplantılarda karar alır ilgili organlar ve çalışanlar uygular. Bu arada “denetim mekanizması” çalışır. Devlet memuru gibi sürekli oturmaktansa proje kurmak ve uygulatmak önemli . Tabii ki olması gereken üst görüşmeler için olmam gereken yerde olurdum.
Türkiye’de eser üretenlerin telif geliri oldukça düşük toplanıyor. İllerde prim usulü çalışılan anlaşmalı avukatlık büroları aracılığı ile müziğin kamuya açık çalındığı otel, motel, konser alanları, eğlence mekanları, radyo- televizyonlar, düğün salonları gibi ticari alanlarda telif sözleşmeleri yaygınlaştırılmalı. Eser sahiplerinin eserlerinin yayınlanacağı “MESAM-Dijital” kurulmalı. Çünkü artık, telif getirisi için gelecek dijitaldedir. Yurtdışında çalınan eserlerimizin telifi de önemli bir alan. Bunun için yabancı meslek birlikleri ile bağlantımız bu dijital çağda iyice önem kazandı.
Para dağılımı çok mühim! MESAM, Kızılay gibi kamusal yardım/bağış kuruluşu değildir. Eser sahiplerinin “eser haklarını” kullanım oranlarına göre hak eden adına toplayan ve sahiplerine dağıtan meslek birliği olduğu için, başkasının hakkının üzerinde karar verme ve dağıtma konusunda hassasiyet gösterilmesi gerekir.
Son Genel Kurul’dan geçirtilen tek liste ile seçimi yanlış buluyorum. Bu bağımsız adayların önünü tıkıyor. Hele Denetim Kurulu’nun aynı listeden olması denetim işlevinin ruhuna ters. Bir kimse hem hakim hem savcı olamaz! Bu geçince biz zaten dile getirip ekip olarak çekildik.
AY: İletişim Fakültesi Radyo-TV Bölümü’nde Dr. yapmış biri olarak, katıldığım bir söyleminiz var; “Üniversitelerde İletişim Fak. Radyo TV Bölümü öğrencileri kesinlikle müzik eğitimi de almalı; “Müzik cümlesi nedir?, senkron nedir?, ritim nedir? bilmeyen, enstrümanları tanımayan bir çok yönetmen, kameraman ve montajcı var” Açar mısınız?
EZGÜ: Fizikçiler ile müzikçiler konuya biraz farklı bakar. Onlar daha çok ibre olarak, biz aynı zamanda duyum olarak bakarız. Bunu müzik kayıtlarında ilk yıllarımda farketmiştim. Örneğin cura, sipsi gibi tiz sesli enstrümanlar ibrede diğerleriyle eşit seviyede olsa da daha sivridir ve daha önde duyulur. Bunun için kayıt edilen müziğin tarzını da bilmek gerekir.
Filme çekerken de durum böyledir.
Meslek yaşamımda müzik programı çeken ekiplerin istisnalar hariç müzik bilmediğini gördüm. Bu sene 42. meslek yılımdayım. Radyo-TV mezunu olmasam da uygulamanın içinden geliyorum. Sürücü kursu sonunda size ehliyet verirler ama trafiğe çıktığınız gün kaza yaparsınız. Çünkü hayatın kendisi gerçektir. Bu anlamda mesleğim bana mikrofon ve kamera önünde yer almamın dışında ışık, renk, kadraj, açı, estetik, kamera hareketi, montaj, edit, mix, programcılık, metin yazarlığı, sunum, arajman, yönetmen, supervisor gibi birçok konuda mesleki donanım öğretti.
Mesela bir enstrüman çalarken kameramanın 45 saniye sadece onu zoomlamasını anlayamıyorum. Bunu çalan bir insan var. Gözlerini kapatmış, kendinden geçmiş ya da nefesli saz çalarken damarları şişmiş bir konu var ortada. Peki bağlamanın göbeğine fiksleyip beklemenin mantığı nedir? Kolaycılık ya da işi bilmeme olabilir. Kameramanın kadrajda sazıyla bütünleşmiş sanatçıyı görebilmesi şekilden de öte hissedebilmesi gerekir. Stüdyo programlarında iki kişi müzik yapıyor, yönetmen Jimmy jip kamerayla ampul gibi yukarıdan 1 dk sabit kalarak genel kadraj görüyor. Seyirci insan unsurunun mimiklerini görmek ister ki, ancak o zaman duygusunu algılasın. “Kötü yönetmen dekoruna hayran yönetmendir, uzaktan çekim yapar” derdi duayen bir yönetmen ağabeyim.
Müzik çekimi farklı bir iş. Ekip çalışmalarımızda kamera hareketlerinde gelişi güzel, müziğin anlatımındaki cümlenin başlangıç ve sonlarını dinlemeden, müziğin ritmik yürüyüşüyle bütünleşmeyen kör pan hareketleri (yana kaydırmalar) yapıldığını gördüm. Enstrüman çalarken sazıyla bütünleşen kişinin kaşını gözünü, ya da söylerken bu sefer de enstrümanı çekenleri gördüm. Çektiği müziği ve enstrümanı tanımayan, kabak kemaneye kemençe, zurnaya flüt diyen kameramanları, yönetmenleri gördüm. Montajcının ritme uymayan gelişi güzel resim kesmelerini, müziği beslemeyen planlar seçtiğini, eserin ruhuyla kişinin ilgisi olmadığını gördüm. Ayak figürleri olan bir halk oyununda güzel kızların yüzünün çekildiğini, ya da el ve mimik ağırlıklı oyunda ayakların çekildiğini gördüm.
Çünkü bu gençler okullarda doğru dürüst uygulama alanı bulamıyor. Her sinema televizyon adayının mutlaka müzik eğitimi alması, enstrümanları, müzik türlerini, ritim bilgisi, müzik cümlesi, dans vb bilgileri öğrenmesi gerekir. Bazıları benimle çalışmanın zor olduğunu söylerler. Çünkü bunlara dikkat ediyorum. Bu da bir meziyet değil olması gereken şeylerdir zaten.