Selçuk Özdağ İle Özel Röportaj: 'Cumhuriyetin Şehir ve Mimarî Tefrikası'

Selçuk Özdağ İle Özel Röportaj:

Doç. Dr. Selçuk Özdağ ile şehircilik anlayışımızın köklerine inerek keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Özdağ, şehircilik ve mimariye olan ilgisi ve bilgisiyle Türklerin fethettikleri yerleri kültürleriyle nasıl bayındır hale geti

Yok bu sehr içre senin vasfettigin dilber, Nedim
Bir perî-i sûret görünmüs, bir hayâl olmus sana 

Cumhuriyetin Sehir ve Mimarî Tefrikasi
IRFAN’dan IDBAR’a 
Hem Muhtasar Hem Mufassal Serencam

ENPOLITIK: Sehircilige ve mimarîye ne zaman ve nasil ilgi duymaya basladiniz?

SELÇUK ÖZDAG: Sehire, sehircilige, mimarîye ve imar konularina gençligimden beri ilgi duymaktayim. Malum, hepimiz sehirlerde yasiyoruz. 
TÜIK’in tespitlerine göre, 2016 yili itibariyle nüfusumuzun takriben %74’ü sehirlerde yasiyor.
Içinde yasadiginiz, havasini teneffüs edip suyunu içtiginiz mekânlari barindiran cografyaya ilgi duymaz misiniz?


ENPOLITIK: Ilk gençlik yillarindan itibaren hayatinizin Ülkücü Hareket içinde geçtigini biliyoruz. Hareketin dernek, vakif, enstitü gibi sivil toplum kuruluslarinda uzun yillar görev yapmissiniz. MHP, BBP ve AK Parti’de siyaset yapmissiniz. BBP ve AK Parti’de Genel Baskan Yardimciliginiz ve idarî kademelerde görevleriniz var. 
Öncelikle geçmis yillari dikkate alacak olursak, siyasî hayatinizda belediyecilik, sehir, sehircilik ve mimarînin yeri nedir?  

SELÇUK ÖZDAG: Evet, ilk gençlik yillarindan itibaren Ülkücü Hareketin içindeyim. Hareketin hemen her kurulusunda, her kademesinde görev yaptim. BBP’de görev yaparken, 1994 yili mahalli idare seçimlerinde Keçiören Belediye Baskan Adayi oldum. Belediyecilik, sehircilik ve mimarî konusunda akademik manada düzenli çalismalara o yillarda basladim. Hala devam ediyorum. Mürüvvete endaze olmaz. Sartlar elverdigi ölçüde çalismalarim devam edecek, insallah.

ENPOLITIK: Sehircilik geçmisimiz hakkinda neler söylenebilir?

SELÇUK ÖZDAG: Bizim sehir serencamimizin çok derin kökleri var mazide. Mazi derken, hem Türk tarihini hem de Türklerin Müslüman olduktan sonraki tarihini kastediyorum. 

Sehirleri, sadece gelip geçici gündelik hayatin bir parçasi olarak görmemisiz. 
Fethedilen, yerlesilen veya yeniden kurulan her beldeyi bayindir hale getirmisiz; evler, köskler, hanlar, hamamlar, camii ve medreseler çok güzel mimarî yapilar insa etmisiz, bu yapilari en güzel sekilde tezyin etmisiz (süslemisiz). Gelenekleriyle, kültürleriyle herkes insanî ölçüler içinde yasamis. Tasa, topraga, mermere, cama bir ruh üflenmis; sehirler bu ruhla nesv-ü nema bulmus adeta. 

Üstelik bu gelenek, bu ruh; nesiller boyu, asirlar boyu devam etmis. Bir sehir kültürü olusmus. Bu kültür içinde sadece Türkler ve Müslümanlar degil; kendini herhangi bir irka ait gören herkes ve bütün dinlerin müntesipleri kendi hukuku içinde mutlu ve mesut bir sekilde yasamis. Haristani, gülistana çevirmisiz. Bir eski zaman muhayyilesi Osman Nuri Ergin’in, 1936 yilinda yazdigi yazdigi “Türkiye’de Sehirciligin Tarihî Inkisafi” isimli kitabinda bu konuyu çok güzel bir sekilde izah eder: 
“Azinliklara mahallî ve millî islerde serbesti verilmis yani hükümet onlarin dillerine, dinlerine, kiliselerine, havralarina, okullarina, mahkemelerine, hastanelerine, medeni hallerine, evlenme, bosanma, dogum, ölüm gibi islerine karismamistir.”
Sehirler egitimin, ticaretin merkezi olmus; yabanci seyyahlar sehirlerimiz hakkinda sitayisle (methederek) bahsetmislerdir. 

ENPOLITIK: Sehircilik ve insa faaliyeti arasinda birbiriyle ilintili karmasik bir iliskiler agi mevcut. Insa faaliyeti, insanligin tarihi kadar eski, öyle degil mi?

SELÇUK ÖZDAG: Aslinda insa faaliyeti ilk insan Hz. Âdem ile baslamistir. Âdemoglunun, öncelikle barinma ve korunma ihtiyaci, insa faaliyetini ortaya çikarmistir. Ilk insanin yasadigi magaraya bile bir nizam ve intizam vermesi bir çesit insa faaliyetidir.
Barinma mecburiyeti hisseden ilk insan, bu ihtiyacini karsilamak için önce tabii çevresine düzen vermistir. Tabiatta hazir halde bulunan siginaklari, magaralari kullanmis; mevcut barinma mekânlarinin bir süre sonra artan ihtiyaca cevap vermemesi sebebiyle çevresini yeniden düzenlemistir. Insanin, bir defa çevresini sekillendirmesi, asirlar boyu sürecek olan bir insa faaliyetini baslatmistir.

Artan nüfus, iklim degisiklikleri vs sebeplerle tabii çevrenin barinma ve korunma ihtiyacina cevap verememesi, insan yapisi çevrenin gelismesine, büyümesine yol açmistir. Tabii yapilarin ve çevrenin yeterli olmamasi, insanoglunu yeni hal çareleri aramaya sevk etmistir. 
Tabii çevrenin gelistirilmesi için degistirilerek dönüstürülmesi aslinda insanin kendi zararina olmustur. Bu bir bahs-i digeri ise insanoglunun kendi kendini korumasi, sonra ailenin ve toplumun korunmasi, daha fazla emegin ve malzemenin teminini zorunlu kilmistir. 

Insa sürecinde zamanla baska insanlarin çalismasi veya çalistirilmasi mecburi hale gelmistir. 
Ilk önce tamamen gerçek ihtiyaçlarin karsilanmasi amaci ile baslayan bu faaliyet, daha sonra, çikis noktasindan çok farkli, bambaska bir mecraya sürüklemistir. 
Gerçekte ihtiyaç olmadigi halde insa faaliyeti yürütmek, insa sürecinde diger insanlari çalistirmak, nispeten güçsüz kisileri daha çok çalistirmak, onlarin haklarinin geregi gibi teslim etmemek; onlari, kendi haklarini koruma imkânindan mahrum etmek… Bu bambaska mecradaki kilometre taslaridir.

Bu süreçte baska bir sey daha olmustur. Insanlara daha saglikli, daha rahat, daha kullanisli evlerin insa edilecegi vaadi ve iddiasi ile mimarlar ortaya çikmistir. 
Bir müddet sonra, mimarlar da iktidar sahiplerinin otoritesi altina girmis, mimarlik meslegi ile bagdasmayan mimarlik yapmaya baslamislardir. Baska bir ifadeyle insan, insana; mimar insana yabancilasmistir. 

ENPOLITIK: Peki, sonra tarihî süreç nasil devam etmistir?


SELÇUK ÖZDAG: Sonra bu tarihî süreç söyle gelismistir: Insa faaliyetinde insani boyutlar asilmis, insanlar, kendi iradesi disinda insa edilmis barinaklarda / evlerde yasamaya mecbur kalmislardir. 
Tabii (organik) çevre tahrip edilmis, suni -insan yapisi- bir çevre düzeni kurulmus ve insan özüne yabancilasmistir. Böylece insan, hizli bir sekilde insana yabancilasmistir. 
Nüfus artisi ve göçler sebebiyle mevcut sehirler büyümüs, yeni sehirler kurulmustur. 

Böylece ciddi ve önemli büyüklükte yapi ve insa faaliyeti ortaya çikmistir. 
Ancak bu faaliyet genel olarak iki koldan yürüyor: 
Kamu otoritesi tarafindan gerçeklestirilen yapi ve insa faaliyeti, özel sahislar tarafindan yürütülen yapi ve insa faaliyeti.
Her ne suretle yapilmis olursa olsun, her yapi eylemi, mimarlik olarak kabul edilmemektedir. 
Mimarlik, ?özel bir yapi eylemi olarak tarif edilmektedir. 
Her yapi eylemi sonuç olarak, bir yapi üretimini amaçlamistir. Mimarlik da bir yapi üretimi biçimidir, ancak bir yapi insa etmenin mimarlik sayilabilmesi için, bilinçli bir tasarim sürecinden sonra uygulanmis olmasi gerekir. 
Yani, kapali iç mekânlar olusturmayi amaçlayan ve bir mekân üretimi etkinligi olan mimarligi, herhangi bir yapi eyleminden ayiran sey bilinçli bir tasarim sürecidir.

ENPOLITIK: O halde, bu bilinçli tasarim sürecini besleyen sey nedir?

SELÇUK ÖZDAG: Süreci tasarlayan kisi, tabii ki mimar, mühendis, sehir plancisi. 
Ilk çaglarda her insan yapi faaliyetine, bu sürece yön veriyordu. Belli imkânlari elde eden, belirli bir gücü olan herkes sürecin içindeydi. Ama artik öyle degil: Simdi sürece yön veren mimar, mimarlar. Bilinçli tasarim süreci bir mimar tarafindan hazirlanir, gelistirilir ve tamamlanir. Mühim olan teknik ilgiye sahip olan kisidir. Tek tek yapilara hayat veren, sehirlere yeni uzuvlar (yeni mahalleler, yeni sokaklar) kazandiran kisi, sehir plancisi ve mimardir. 

Nihai maksat düsünüldügünde mimarin bir kamu yönetimine bagli olarak veya serbest bir sekilde çalismasi önemli degildir. Önemli olan mimarin müktesebatidir. Çünkü tasarim süreci mimarin mahareti ile sekillenecek, mimarin kabiliyetleri ile bilinçli hale gelecektir.
Bu yüzden mimarin egitimi, yetisme biçimi, duyusu, düsünüsü, hissiyati, insana, esyaya, hayata ve hadiselere bakisi, yapi ve insa faaliyetine yön verecektir.

Bir mimarin az çok ressam ve heykeltiras olmasi, siiri duymasi, müzikten anlamasi ve tarih, psikoloji, sosyoloji bilmesi gerekli oldugu gibi, bunlarin kendisine verecegi bilgi ve zevk olgunlugu ile yaratacagi binalari tasiyacak temellere de sahip olmasi sarttir.
Mimar, kendi müktesebati ile eserini ortaya çikarir. Mimarda ne varsa, eserde onu görürüz. Eser, mimarin aynasidir. Eser aynasina bakarak, mimari görebiliriz. 

Bu yüzden asrinin velid sairi Ziya Pasa; “Ayinesi istir kisinin, lafa bakilmaz. Görünür sahsin rütbe-i akli, eserinde” demistir. 
Kisinin aklinin rütbesi, eserinde görünür. Söyle bir nazire yapilabiliriz: Mimarin aklinin rütbesi de, eserinde görünür! 
Mimar; ailesinden, okulundan, toplumdan, sosyal çevresinden velhasil havasini teneffüs ettigi kültür ortamindan ne almissa eserine de onu yansitacaktir.  

Yani toplumun sahip oldugu kültür yapisi, tek tek her yapinin degil, bir yekûn olarak sehrin ve hatta sehirlerin karakterini olusturur, karakterlerine rengini verir.
Bunun tersi de mümkündür: Mekânlar, fizikî yapilar, kisilerin ve toplumun hissiyatini, düsüncelerini etkiler, degistirir, yön verir. 
Fakat bu karsilikli iliskinin bir tartisma konusu oldugunu ifade etmek gerekir. 
Etki, degisim, dönüsüm ve yönlendirmenin karsilikli oldugu söylenebilir. Yani dis çevre ve mekânlar ile düsünceler arasindaki iliski tek yönlü degil, karsiliklidir. 
Ama sunu da kabul etmek gerekir ki; günümüzden geriye dogru gittikçe mimarî yapilarda, sehirlerde mahallî karakter daha çok kendini belli eder. 

Hatta farkli milletler ve kültürler degil, ayni kültür içinde bile bu karakteri görmek mümkündür. 14. asirda insa edilmis bir Osmanli Camii ile 17. asirda insa edilmis bir Osmanli camii mutlaka farklidir. Kültürel yapi ne kadar saglam ise, mahallî karakter o kadar temayüz eder. Bunu millî karakter olarak da ifade edebiliriz. Ayni yörede, ayni çevre sartlarini paylasan degisik kültürlere mensup toplum kesimlerinin mimarîlerinde de bu farklilasma açikça görülebilir. Ayni mahalledeki camii ile kilisenin mimarîsi farklidir.

Saglam bir kültürel yapiya sahip olmanin yani sira bunun temel sebeplerinden biri de haberlesme, ulasim ve iletisim imkânlarinin durumudur. Ulasim, iletisim ve haberlesme imkânlarinin gelismislik seviyesiyle millî ve mahallî karakter arasinda ters bir iliski vardir. Bu imkânlar gelistikçe, millî ve mahallî karakterin uzun süre özüne muvafik bir sekilde muhafaza edilmesi güçlesir.
Tabii mimarligin bir de güzel sanatlarla münasebeti var.

ENPOLITIK: O halde mimarlik, bir güzel sanat midir?

SELÇUK ÖZDAG: Mimarlik, bediî sanatlar içinde tasnif edilmektedir. Ne kadar güzel bir tasnif, öyle degil mi? Zaten bediî, güzel ve ebedi olan demektir. Güzel sanatlar ne yapar? En özlü ifadesiyle insanin hayatini güzellestirir. Osmanli Der-Saadetinde yani Istanbul’da 1800?lü yillarin basinda Sanayi-i Nefise Mektebi kuruluyor. 

Ismi çok güzel... Nefise, “pek begenilen, pek güzel” demektir. Sanayi ise sanatlar manasinda kullaniliyor. “Sanayi-i Nefise”, yani güzel sanatlar demektir. Sanayi-i Nefise Mektebi daha sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisi oluyor. Günümüzde ise Mimar Sinan Üniversitesi olarak hizmet veriyor.

Mimarlik, güzel sanatlarin bir dali olarak kabul edilmistir. Birçok ülkede mimarlik egitimi, güzel sanatlar egitimi veren kurumlarin içinde yer almaktadir.

ENPOLITIK: Bizim sehircilik ve mimarîmiz nasil sekilleniyor?

SELÇUK ÖZDAG: Sehirler ve sehircilik anlayisi Osmanli’dan bize miras kaldi. Miras kaldi ama biz sehirleri de sehircilik anlayisini da reddettik: Redd-i miras yaptik.

Klasik Osmanli sehrinde; sehir, cetvelle bir plana tabi tutulmamisti ama sehrin gelisimi mutlaka bir mantik silsilesi içinde oluyordu.

Sehirler, önceden planlanmis degildir. Fakat gelisme ve büyüme her zaman tabii bir sekilde olmustur.

Temel mantik, insanin mutlulugudur. Bunu için ölçüler, insanî boyutlardadir.

Yapilasmayi sivil mimarî olarak telakki ederseniz, klasik Türk Evi modeli ön plana çikar. Osmanli mimarliginin, abidevî camilerden sonra yaratmis oldugu en önemli yapi türü evdir.

Türk Evi olarak bilinen bu yapilarin en iyi örneklerine Anadolu’da ve Balkanlar’da rastlanir.

Ev, insa edilir. Evin büyümesi, ihtiyaca binaen mümkündür. Ailenin bir oglu, daha dogrusu, büyük oglu evlenirse, onun için yeni bir veya birkaç oda insa edilirdi. Evin büyümesi, eskilerin ifadesiyle mukteza-i hale muvafik olarak; yani sartlarin gereklerine göre olurdu. Bu ayni zamanda Orta-Asya Türk otaginin (Çadirinin) yeni otaglarla büyümesi geleneginin devamidir. Bosna Evi de böyledir, Safranbolu Evi de böyledir, Erzurum Evi de böyledir. Anadolu sehirlerinde bu ev örneklerini çogaltmak mümkündür.

Cumbali, cihannümali, eli bögründeli, hatil ve tavan göbekli, nisli, sekili, eyvanli, kilerli, Bagdadî duvarli, hayatli, taslikli evler… Düsünebiliyor musunuz zarafeti?

“Cevahir kadrini, cevher fürusan olmayan bilmez.” Önce bu cevherlerimizi bilmek, ögrenmek lazim.

Türk evi, içe dönük bir düzen esasiyla insa edilir. Hane halkinin ev hayati, sokaga açilmaz veya sokakla dogrudan baglantili degildir. Ev mahremiyetinin temin edilmesindeki gayret ve titizlik açikça görülebilir.

Mesela cumba. Cumba, bir estetik unsur ama ayni zamanda mahremiyeti temin ediyor. Evvela, sokaga görünmeden sokagi görüyor. Ikinci olarak mimarî bir yapi olan evin odasi için isik temin ediyor, farkli açilardan isigi içeri alarak mekâni aydinlik hale getiriyor.

Sokak da ayni sekildedir. Osmanli sehirlerinde çikmaz sokak diye bir sehir subesi vardir. Üstelik çikmaz sokak yapisi yaygindir. Sokaga girersiniz, ama çikamazsiniz. Çünkü sokagin diger ucu kapalidir.

Peki, böyle bir sube insa etmenin amaci nedir? Amaç, cumbada oldugu gibi öncelikle mahremiyeti temin etmektir. Sonra sükûneti, sessizligi temin etmektir. Sonra da sokak komsulari arasinda samimiyeti tesis etmektir.

Türk mimarîsi, bu sekilde Anadolu’da ve Balkanlar’da kendine ait hususiyetleri olan bir ev tipi ortaya çikarmistir. Bu ev tipi, Anadolu’da bin senedir yasamaktadir. Yasamaz mi? Düsünün; Amerika kesfedilmeden 300 sene önce biz Domaniç’e çinar dikmisiz. Bin sene de yasar, yüz bin sene de.

Evler, sokaklara; sokaklar ise mahallelere vücut verir. Bu yüzden Osmanli’da bir ev kültürü, sokak kültürü ve nihayet mahalle kültürü yerlesmistir. Ev de, sokak da, mahalle de ihtiyaca göre gelisir, büyür. Ama güzelligini, estetigini, zarafetini kaybetmez. Bir eve bir veya birkaç oda ilave edilmesi, onun güzelligini kaybettiremez.

Bir eve oda ilave edilmesi, bir sehre sokak veya mahalle insasi ayni mantik üzerinde yürür. Ihtiyaç, mahallî malzeme ile insa Insanî boyut.

Bizde ayrica komsu kültürü ve komsuluk kültürü var, öyle degil mi? Komsu hakki var. Peygamberimizin komsu hakkinda hadisleri var.

Malum-u âliniz, Turgut Cansever, “bilge mimar” olarak bilinir. Çok kiymetli kitaplari vardir: “Ev ve Sehir Üzerine Düsünceler”, “Dünyayi Güzellestirmek”, “Islam’da Sehir ve Mimari”, “Istanbul’u Anlamak” bunlardan bazilaridir.

Sorarim size, bir yapinin bir binanin yüksekligi ne kadar olmalidir? En ideal, en optimal, en insancil ölçü, yükseklik, irtifa nedir? Söyleyebilir misiniz, bana? Nedir ölçü?

Söyleyemezsiniz, çünkü bugün böyle bir ölçümüz yoktur! Maalesef.

Ama bilge mimar Turgut Cansever, “Ev ve Sehir Üzerine Düsünceler” isimli kitabinda bizi, böyle bir ölçüden haberdar ediyor. Nedir o ölçü biliyor musunuz? Sudur:

Bahçede oynayan bir çocuk annesine: “Anne!” diye bagirdiginda sesini duyurabiliyorsa iste o yapinin, o binanin yüksekligi insanî ölçülerdedir ki; bu da üç kattir.

-Devami Gelecek-