Doç. Dr. Selçuk Özdağ ile şehircilik anlayışımızın köklerine inerek keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Özdağ, şehircilik ve mimariye olan ilgisi ve bilgisiyle Türklerin fethettikleri yerleri kültürleriyle nasıl bayındır hale geti
ENPOLITIK: Osmanli’nin son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yillarindaki sehir ve yapilasma birbirinin devami seklinde midir?
SELÇUK ÖZDAG: Osmanli’nin son devri; ekonomik, sosyal, siyasî, kültürel, olarak bütün degerlerin herc-ü merc oldugu bir devir olmustur.
Tabii bu durum, sehir ve mimarî açisindan da benzer sekilde cereyan etmistir.
Ahmet Hamdi Tanpinar, meshur “Bes Sehir” isimli kitabinda diyor ki:
“Siir hiçbir sey söylemiyordu. Mimarî zevki soysuzlasmisti; saraylar ve konaklar küçük Avrupa burjuvasinin evleri gibi döseniyordu…”
Fakat su hakki da teslim etmek gerekir ki, sehircilik ve mimarî açisindan bu dönemde dikkat çeken fikirler ileri sürülüyor ve fedakâr bazi çalismalar da yapiliyor.
Bahse konu bu dönem, genel hatlari itibariyle 1900-1950 yillari arasinda, takriben 50 senelik bir dönemdir.
Bu dönemde, sehircilik ve mimarlik çalismalarinda, özellikle mimarlar “Türk millî mimarîsi, millî mimarî, mimarîde Türk üslubu” konularinda bazi çalismalar yapmislardir.
Bu mimarlar diyor ki; “bizim Orta-Asya Türk sehirciliginde ve mimarîsinde, Selçuklu ve Osmanli sehrinde ve mimarîsinde kendimize özgü bir millî tarzimiz vardi.”
Zamanla bu millî tarzimizi kaybetme noktasina geldik. Kendi sehirciligimizi ve mimarîmizi yeniden canlandirmaliyiz.
Bu çalismalar genel olarak, 1900-1930 ve 1930-1950 yillari arasinda iki döneme ayriliyor.
Birinci dönemdeki fikir ve çalismalar 1.Millî Mimarlik Akimi; ikinci dönemdeki fikir ve çalismalar ise, 2.Millî Mimarlik Akimi olarak isimlendiriliyor.
Mimar ve mühendisler, sehir ve mimarîdeki her üslubun, her tarzin aslinda siyasetin, ideolojinin ve fikirlerin birer yansimasi oldugunu; her tarzin, zamanin ruhunu tasa, topraga, mermere, çimentoya, yansittigini, bu sebeple bizim fikrimizin, fikriyatimizin, ruh dünyamizin da topraga, mekâna yansitilmasi gerektigini söylüyorlar, yaziyorlar.
Sadece yazi ve söylemle de iktifa etmeyip eyleme de geçiyorlar; yeni insaat isleri baslatiyor, yeni binalar yapiyorlar.
Bati’nin etkisi her alanda hissedilmeye baslayinca, bunu kendisine dert edinenler, bize ait olan bir tarz olusturmaya çalisiyorlar.
Mimar Kemalettin, Mimar Vedat, Abidin ve Muzaffer beyler, Ali Talat ve arkadaslari; tamamen millî endiselerle hareket ediyorlar.
Bir sehrin topraginin, arazisinin, mekâninin kullaniminda millî duygulari yansitmak, millî suuru güçlendirmek için unutulan Türk sanati, mimarligi ve sehirciligi yeniden canlandirilmali diyorlar.
Kendi degerlerimizin yeniden ortaya çikarilmasi ve yasatilmasi gerektigini ileri sürüyorlar. Geleneksel Türk millî tarzinin, çagin gereklerine göre yeniden yorumlanabilecegini iddia ediyorlar.
Fikirlerini kuvveden fiile de çikariyorlar, yeni planlar yapiyorlar. Bu yeni üslup, bu yeni tarz Osmanli mimarîsinden de bazi motifler tasiyor.
Mesela, tasiyici bir unsur olmasa da yapilarda kubbe insa ediyorlar. Ankara / Ulus’taki Ankara Palas binasi örnek gösterilebilir.
Tabii bu uygulamayi elestiren kalemler de olmus.
Ahmed Hasim, “Üç Eser” isimli kitabinda bu yeni tarzi elestirerek diyor ki:
Otel, banka, mektep, iskele; simdi disaridan minaresi ve içeriden minberi eksik birer camii karikatürü gibi oldu.
Kabul etmek gerekir ki; sehircilikte, plancilikta, mimarlikta yeni bir tarz, bir kimlik insasi, kolayca basarilacak islerden degildir. Yeni bir tarz, bugünden yarina yerlesmiyor.
Çaliskan, vefakâr ve vatanperver bu insanlarin gayretleri ne yazik ki yeni bir mimarî üslup ortaya çikarilmasinda yeterli olmuyor.
Bir Arap mimarîsinden bahsedilebilir. Orta-Asya Türk mimarî tarzindan, Selçuklu ve nihayet Osmanli mimarî tarzindan bahsedilebilir. Hepsinin kendine has birtakim özellikleri var.
Ama Cumhuriyet devrinde Anadolu’da Türk mimarî tarzi nedir?
“Türk mimarî tarzinin ayirici özellikleri var midir?” diye sorulacak olursa, buna olumlu cevap vermek biraz zordur.
1940’lara dogru, 2.Dünya Savasi’nin ayak sesleri duyulmaya baslayinca harp mimarîsi ön plana çikmis, çok sayida kisla, tahkimat insasi ve siginak, yapilmistir.
Hatta bu dönemde ciddi miktarlarda demir ve çimento kullanilmistir.
Savasin baslamasiyla da zaten demir ve çimento piyasadan nerdeyse tamamen çekilmis, insaatlarda, yapi malzemesi olarak daha çok tas kullanilmaya baslanmistir.
Bu yüzden Ikinci Harp yillari, 1940-1950 yillari arasi Tas Devri olarak adlandirilmistir.
Türkiye, savasa katilmamisti ama sürekli savasa hazir halde bulunan halk ve ordu, savasin etkilerini derinden hissetmistir.
ENPOLITIK: Cumhuriyetin ilanindan sonra CHP, Tek-Parti olarak teskilatlaniyor. Uzun yillar iktidarda kaliyor.
Netice olarak CHP, devlet partisi oluyor. Parti devletlesiyor; devlet partilesiyor.
Bu dönemdeki sehircilik, sehir planlamasi ve mimarlik uygulamalari nasil yürütülüyor?
SELÇUK ÖZDAG: Cumhuriyet ilan edildikten sonra artik Osmanli’dan farkli bir idare biçimine geçilmis oldu.
Malum oldugu üzere, Cumhuriyet rejimi, kendini görünür kilmak için ciddi olarak gayret sarf etmeye baslamistir.
Yapilan inkilaplarin amaci, halkin gündelik yasayisini degistirmektir.
Mesela kilik-kiyafet degisiklikleri, sapka inkilabi, resmi kiyafet ve üniforma tasarimlari gündelik hayati ve hayatin görünümünü degistiren çalismalardir.
Sehircilik ve mimarî alaninda da ayni gayretleri görmek mümkündür.
Bu dönemde klasik Avrupa mimarîsinin temel esaslarina paralel olarak devletin ciddiyetini, güçlülügünü ve otoritesini ön plana çikaran, insan ölçegini asan, agir kütleli, uzun ve genis sütunlu, simetrik kompozisyonlu abidevî mimarî uygulamalari dikkat çekmektedir. Mesela anitlar ve heykeller…
Bir yazarin ifadesiyle “Cumhuriyetin varligini temsil ve tecessüm ettirecek abidelerin insasi konusunda kisa zamanda uzun mesafeler alinmistir”:
Elli yil içinde heykelcilikte eristigimiz durum olaganüstü sayilir?
Ilk anit; 1925 yilinda, Istanbul’da Gülhane Parkina dikilmistir. Heykelcisi, Avusturyali bir mimardir.
Taksim’deki Cumhuriyet anitini ise Italyan bir heykelci yapmistir. Bu iki heykelci, o yillarda Anadolu’nun çesitli yerlerine birçok anit yapmislardir.
1940’tan sonra ise, çesitli sehirlerde insa edilen anitlarin büyük bir kismi Türk heykelcilerinin eserleridir.
Büyük veya küçük, hemen hemen bütün sehirlerde bu döneme özgü bir çevre düzenlemesi var. Bu çevre düzenlemesi; sehrin genis ve uzun bir bulvari üzerindeki Cumhuriyet Meydani ve bu meydana dikilen heykel veya anitlardan olusmaktadir.
Ancak bu dönem su sekilde elestirilmistir:
Denilmistir ki; “alt-yapisi, kanalizasyonu, sokagi, hastanesi henüz tam ve yeterli olmayan sehirlerde bile muazzam anitlar insa edildi. Sehirlerin alt-yapisina öncelik vermek gerekmez mi?”