ENPOLİTİK: Şehir planlaması, düzenlemesi ve mimarlık uygulamalarında önemli bir konu da yeni başkent Ankara’nın şehir planı ve yapılaşmasıdır değil mi?
SELÇUK ÖZDAĞ: Evet, doğru. Şehir ve mimarî, her dönemde devletin ve iktidarın, insana yansıyan ve insana müzahir olan yüzü olmuştur.
Devlet ve siyasî iktidar, topluma nasıl bir yön vermek istiyorsa, hangi siyasî amaçları gerçekleştirmek istiyorsa bu siyasî amaçlar şehirlerden ve mimarî yapılardan anlaşılabilir.
Bu sebeple şehir ve mimarî, siyasî iktidarın halka yansıyan ve sürekli ortada olan, açıkta olan yüzüdür.
Şehir planlaması, düzenlemesi ve mimarlık uygulamaları aynı zamanda, siyasî iktidarların kendilerini ifade ettikleri bir dil ve simge olarak önemlidir.
Herhangi bir siyasî rejim, şehir ve mimarî yapılanma ile cisimleşmekte, vücut bulmakta, görünür hale gelmekte ve her yapı, her imar planı rejime ait bir simge olmaktadır.
Ekim 1923’te Ankara’nın “Başkent” olarak ilan edilmesi, bu şehrin imarını, yeni baştan kurulmasını bir “devlet meselesi” haline getirmiştir.
Amaç; yapılan inkılabın azameti (büyüklüğü) ile mütenasip olacak bir şehir kurmak, bir inkılap mimarîsi yaratmaktır.
Ankara, Pay-i Taht’a karşı “Başkent” ilan edilmişti.
Bu yüzden, yeni rejimin ilk olarak yaptığı veya yapmayı düşündüğü düzenlemelerde bir çeşit laboratuvar olmuştur.
Avrupa’dan davet edilen yabancı mimarlar eliyle inşa edilen resmi binalar, otoriter siyasî iktidarın gücünü her an hissettirebilecek şekilde, ağırlıklı olarak taş malzeme ile yapılan görkemli, gösterişli ve insan ölçeğini aşan büyük yapılar olmuştur.
Avrupa’daki sanayii devrimiyle birlikte özellikle ulaşım, haberleşme, üretim, istihdam ve harp sanayiinde çok önemli değişiklikler ve gelişmeler oldu.
Yeni usullerin, yeni teknolojilerin kullanılması fert fert insanlarla birlikte toplumları, devletleri değiştirdi, dönüştürdü.
Bu gelişmeler karşısında Osmanlı devlet adamları da bazı hal çareleri aramaya başladı ve tedbirler almaya gayret ettiler.
Bu değişme ve gelişmeler o kadar ciddi boyutlardaydı ki, bu ancak devrim, sanayi devrimi gibi kelime ve terkipleri ile ifade edilebiliyordu.
1839’da Tanzimat Fermanı, 1856’da Islahat Fermanı ilan edildi. Yeni okullar, yeni kuruluşlar ihdas edildi. Ordu düzeninde ve kurumlarında topyekûn değişikliklere gidildi.
Fakat Ziya Gökalp’in, “Türkçülüğün Esasları” kitabında belirttiği gibi bu Tanzimat ve Islahat hareketleri başarılı olamayacaktı.
Zaten olamadı da. Osmanlı’daki çöküş, milliyetçilik hareketlerinin tazyiki ile daha da hızlandı.
Ziya Gökalp diyor ki:
“Tanzimat ile birlikte saymakla tükenmeyecek ikilikler doğdu. Sistemler birbirine aykırı olduğu için ikisi de birbirini bozmaya sebep oldu. Tanzimatçılar bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar.”
Gerçekten de böyle oldu.
Sonra ne oldu?
Sonrasında harpler başladı. Osmanlı birçok cephede mücadele etti. Harpler bizim eğitimli insanlarımızı biçti, nesillerimizi aldı götürdü. Sermayemizi, emeklerimizi, hülasa hayallerimizi heba etti.
Nihayet bir kadro cumhuriyeti kurdu.
Cumhuriyetin ilk on senesinde kayda değer ciddi bir yapılaşma görülmemektedir.
Harplerden henüz çıkmış bir ülkenin buna mecali yoktu zaten.
Cumhuriyetin ilanı ile başlayan köklü değişiklikler, mimarlık alanında, ancak siyasî alandaki inkılapların tamamlanması başka bir ifadeyle “Tek Parti” rejiminin yerleşmesi ile başlayabilmiştir.
Zaten “Tek Parti” rejiminin açık biçimde yerleşme çabaları, 1930’lu yıllardan itibaren başlamaktadır.
1930’lu ilk yıllardan itibaren özellikle kamu binalarının inşa edilmesinde bir hareketlilik dikkat çekicidir.
Bu dönemdeki inşa faaliyeti, daha çok tek parti siyasîleri ve bürokratlarının yönlendirilmesiyle gerçekleşmiştir.
Tabii bu arada, yabancı şehir plancılarının da bilhassa İstanbul ve Ankara imar planlarının hazırlanmasında istihdam edildiklerini ifade etmek gerekir.
Ancak, genç cumhuriyetin yeni başkentinin inşası, önceden düşünüldüğü gibi gerçekleştirilememiş, “Tek Parti” olan CHP’li siyasîlerin ve CHP’li bürokratların açık müdahalesine maruz kalmıştır.
Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” isimli kitabında anlatır. Falih Rıfkı diyor ki:
“İmar Komisyonu ihdas edilmişti. Ben başkan olmuştum. Devrin Ankara valisi ve belediye başkanı Nevzat Tandoğan da bu komisyonun azası (üyesi) idi.
Yurt dışından gelen yabancı planlama uzmanlarının hazırladığı planların uygulanması ve tavsiye ettikleri imar çalışmalarının yapılması gerekiyordu. Fakat Tandoğan, kendi düşüncesine uygun görmediği her imar çalışmasını devamlı olarak baltalama yolunu seçmişti.
Falih Rıfkı devam ediyor:
“İnşaat müsaadesi verenler spekülasyoncularla ortaktırlar. Onun için nerede arsacılar lehine bir plan değişikliği duyarsanız, hemen hırsızlığa hükmediniz. Eğer Frenk uzmanları çabuk kovulmasaydı ve son defa İstanbul’da olduğu gibi, spekülasyoncular ve arsa tüccarları plana musallat olmasaydılar, Ankara bugün şimdikinden birkaç misli daha ileri bir şehir olurdu.
Fakat bir İstanbul milletvekili, garaj bahanesi ile ... dükkân kaçırdı. Bir başka milletvekili kat kaçırdı. ... Tıpkı İstanbul’da spekülasyoncu ve arsa vurguncularının şehir plancısı Henry Prost’a oynadığı oyunu, Ankara’da Hermann Jansen’e oynadılar.
Dikkatinizi çekerim, benzer şekilde şehircilik mevzuunda mütehassıs olan Fehmi Yavuz, daha vahim gerçekleri bize aktarıyor.
Fehmi Yavuz, “Ankara’nın İmarı ve Şehirciliğimiz” kitabında şu vahim hadiseyi kaydediyor. Fehmi Yavuz diyor ki:
“İmar çalışmalarında spekülasyon ile mücadele etmesi gereken ‘Tek Parti’ CHP’nin siyasîleri ve onların atamasıyla işbaşına gelen bürokratlar, bilfiil spekülasyoncularla el ele vermiştir.”
Herkese ders olsun.
Ankara ve İstanbul’un imar planları hazırlanırken nasıl bir yağmaya dönüştüğünü anlatan yazarlardan biri de Prof. Dr. Gönül Tankut hocadır.
Tankut Hoca, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanlığı yapmıştır. Mimar ve şehir plancısıdır. “Bir Başkent’in İmarı” isimli kitabında Ankara’nın hal-i pür melalini tafsilatlı olarak anlatır.
-Devam edecek-