Doç. Dr. Selçuk Özdağ ile şehircilik anlayışımızın köklerine inerek keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Özdağ, şehircilik ve mimariye olan ilgisi ve bilgisiyle Türklerin fethettikleri yerleri kültürleriyle nasıl bayındır hale geti
ENPOLITIK: Yabanci bilim adami, sehir plancisi veya mimar, mühendis Türkiye’ye nasil gelmislerdi?
SELÇUK ÖZDAG: Yabanci sehir ve imar plancisi veya mimar, mühendisler Türkiye’ye davet edildi. Fakat bunlarin bir kismi da zaten Nazi baskisindan kaçarak Türkiye’ye gelmisti.
Almanya ve Italya’da, Nasyonal Sosyalist ve Fasist partilerin iktidara gelmesiyle birlikte, bu insanlar ülkelerini terk etmek zorunda kalmislardi.
Ankara imar plani çalismalarini Hermann Jansen, Istanbul’un çalismalarini ise Henry Prost yürütüyordu.
Ancak söyle bir gelismede olmustur:
Yabanci meslek erbabinin Türkiye’ye davet edilmesi, Türk mimarlar arasinda “millî mimarî”, “Türk millî mimarîsi”, “inkilap mimarîsi” tartismalarini alevlendirmistir. Dergilerde, gazetelerde çok sayida yazi kaleme alinmistir.
Sehircilik, imar planlamasi ve mimarlik isleri, ihaleleri yabanci uzmanlara verilince Türk mimarlar; “Yetki ve imkân verilmesini bir tarafa birakin, hayatimizi zorluklarla idame ettiriyoruz” diye itiraz etmislerdir.
Kudema; “Kiymet, nedrettendir” demis. Nadir olan, kiymetli oluyor. Ilk yillarda yabanci uzmanlar sayica daha az oldugu için çok kiymet verilmis, mühim islerin kahir ekseriyeti onlara ihale edilmistir.
ENPOLITIK: Yabanci uzmanlar beklentileri karsilayabildiler mi?
SELÇUK ÖZDAG: Yabanci uzmanlarin Türkiye’deki çalismalari hakkinda sunu söylemek gerekir:
Siyasîler basta olmak üzere, “Tek Parti” bürokrasisinin daveti ile yurt disindan ülkemize gelen yabanci uzmanlar, “dönemin özgün sartlari içinde” yillar süren çalismalari yürütmüsler ancak bir “inkilap mimarîsi” yaratmada beklenen sonucu almak mümkün olmamistir.
Sunu söylemek lazim:
Sehircilikte, sanatta, mimarîde Selçuklu ve Osmanli, kendi tarzini olusturmustu.
Osmanli’da dinî, askerî ve sivil mimarî, Mimar Sinan ile birlikte zirveye ulasmisti. Bu zirveyi asmak için çok çalismak gerekir.
Cumhuriyetin ilanindan sonra Türk sehirci, planlamaci, mimar ve mühendislerinin gayretli çalismalari olmus, ama maalesef bir “Türk millî tarzi” ortaya çikarilamamistir.
1950’den sonra çok partili siyasî hayata geçisimizle birlikte ideolojik yönlendirmeler de son bulmustur.
Ulasim, iletisim, haberlesme imkânlari gelistikçe Bari ile olan münasebetlerimiz de gelismistir. Bu gelismeler, üretim ve tüketim basta olmak üzere bütün sektörleri etkilemistir.
Ikinci Dünya Savasi’nin sona ermesiyle birlikte harp sanayii harcamalari düsmüs, piyasaya daha çok demir, çimento, tas, mermer vs insaat malzemesi girmeye baslamistir.
1950’den sonra, 1960’lar ve 1970’ler boyunca bir “apartmanlasma” salgini hüküm sürmüstür.
Özal ile birlikte 1983’ten sonra “toplu konut” insaatlari baslamis ve büyük sehirlerimiz basta olmak üzere bütün sehirlerimizde ciddi bir yapilasma faaliyeti görülmüstür.
Apartmanlasma olmus, kooperatifler kurulmus, toplu konutlar insa edilmis ama saglikli bir sehirlesme olmus mudur? Maalesef olmamistir.
Turgut Cansever, bu durumu bir “yanilgi” olarak degerlendiriyor.
Diyor ki: “Çagin bu yanilgisi sehircilige ve mimarîye de yansimis; teknolojiye, ekonomik çikarlara öncelik veren, insani küçülten, ezen, dramatik çeliskiler içinde insanin bilincini, seçme ve karar verme hak ve yeteneklerini kisitlayan biçimler, dev ölçüler ve gayri insani bir dünya dogmustur.”
“Insan, insa edilip biçimlendirilen bir mimarî çevrenin olusumuna katildigi nispette onun sorumluluk ve bilincine erisir.”
Büyüyen sehirler içinde yalnizlasan; büyük projelerle insa edilen yollar, onlarca kat binalar arasinda küçülen insan, etrafina karsi olan sorumlulugunu unuttu.
Sehirci ve mimar Cengiz Bektas’in su tespitlerine bakar misiniz?
“Bu sokaklar kimin? Yayalari hiç sevmeyen; çocuklara yaslilara düsman bu sokaklar kimin? Agaçsiz, çiçeksiz, böceksiz, kuru, tas-toprak, bizden olmayan çirkin yüzler takinmis bu sokaklari soruyorum.”
“Adam dört yil yarim yamalak okuyunca, sizin yerinize, dogup büyüdügünüz, yari ömrünüzü geçirdiginiz sokaginiz üzerinde karar verme yetkisine mi kavusuyor?”
“Içinde oturdugunuz ev için söylüyorum; ... Siz ona eviniz gözüyle bakmiyorsunuz ki... ‘Mal’ gözüyle bakiyorsunuz.”
Muharrir ve edebiyat tarihçisi Ibn-ül Emin Mahmud Kemal Inal, akrabaligi ve dostlugu tarif ederken diyor ki:
“Her kim digerinin süruru ile mesrur, kederi ile mükedder oluyorsa onun dostudur, arkadasidir.”
“Biz mahallemizde, sokagimizda, oturdugumuz binada diger daire sakinlerinden haberimiz var mi acaba? Onlarin dertleri ile kederleniyor muyuz? Mutluluklarindan mesrur oluyor muyuz?”
Ibn-i Haldun, “tarih sosyolojisi” sahasinda önemli bir bilim adamidir.
“Mukaddime” adli eserinde, toplumlari genel olarak üç sinifa ayirmistir:
Bedeviler, Hadariler ve bu ikisi arasinda geçis safhasini yasayan toplumlar.
Bedeviler, çölde ve kirda yasar; medeniyetten uzaktirlar.
Hadariler, sehirlerde yasarlar ve temeddün etmislerdir. Baska bir ifadeyle “medenilesmislerdir.”
Sehrin (devletin) hukuku, adaleti, asayisi, ekonomisi, töresi vel hâsili bütün müesseseleri nizam ve intizam üzeredir.
Bedeviler ve Hadariler’den farkli olarak bu her iki toplum tipinin disinda bir de bedevilikten medenilige (veya tersi) geçis toplumlari vardir.
Biz herhalde bu ters evrilmeyi yasiyoruz.
Evet, maalesef hal ve vaziyet bundan ibaret.
Ruhunda ne tasiyorsan, tasa, topraga, mermere, sanata onu söyletirsin.
Ruhunda hiçbir sey yoksa sehir de konusmaz, sanat da konusmaz, mimarî de konusmaz; hiç kimse bir sey söylemez.
Yesrib’i, Medine’ye çeviren ruh iklimi neydi?
O insanlar nasil insanlardi ve nasil yasadilar ki Yesrib, Medine oldu.
Bedeviler temeddün etti, “medenilesti” sonra “Medinelesti”.
Konstantinopolis’i, Der-Saadet’e çeviren duyus, düsünüs, hissedis neydi, acaba?
Bunlar üzerinde beyin firtinalari koparmaliyiz!
Birakin halkini, kendi din adamlarinin bile istirap çektigi, bî-zar oldugu Konstantinopolis, nasil saadet sehrine, baris sehrine dönüstü?
Bu nasil bir sehircilik serencamidir? Bu nasil bir insanlik hikâyesidir?
Biz ki Sasaniler’den beri kullanilagelen kubbeyi, devasa yüksekliklerde, azametli derinlikle yeniden yapmis, insanliga hediye etmisiz.
Ayasofya’nin tam da karsisina, nazire olsun diye Sultanahmet’i refik kilmisiz.
Camii mimarîsinde “Kalem Minare”yi;
Tonoz’da “Türk Üçgeni”ni;
Çini’de “Türk Kirmizisi”ni;
Kale insasinda “Koçhisar”lari insanliga hediye etmisiz.
Ebediyete kadar da miras olarak yasayacak, Insallah.
Kündekâri, kalemkâri, sedefkâri, malakâri ile tezyinat (süsleme) yapmisiz.
Mermerin “somaki”sini kullanmis, hattin “selis”ini ask ile mesk etmisiz.
Cama renk verip “vitray”; suya renk verip “ebru” yapmisiz.
Daha nice nice sanat dalinda hazik ellerle maharet, zeyrek ustalarla hüner göstermisiz.
Kâfi gelmemis, yapilan her sey “misra” olmus, “siir” olmus defterleri doldurmus, divanlara sigmamis; “beste” olmus, “musiki” olmus, kulaklari doldurmus, akillara sigmamis; “marifet” olmus gönülleri doldurmus, hayallere sigmamis.
Fitnat Hanim, “Aferin erbab-i askin kuvve-i bazusuna” demisti.
Onlar, agizlarinda gümüs kasikla dogmamisti.
“Ask” nesliydi, hakikaten aferin hepsine!
ENPOLITIK: Bugün?
SELÇUK ÖZDAG: Bugün…
Bugünü anlatmaya ne hacet: “Siraze bozulmus, cüz dagilmis vaziyette.”
Malum; ilam halinde, serh etmeye lüzum var mi?
Usul, esasa takaddüm eder. Usul olmadan vusul olmaz. Usul sahibi degilseniz, nafile. Hiçbir emelinize vasil olamazsiniz.
Meshur kelâm-i kibardir, eskiler, “Seref ül mekân bi’l mekin” demislerdir.
“Mekân’in serefi ancak “mekin” ile olur.
Yani, mekânlara seref verenler, o mekânlarda bulunanlardir.
Aslinda bu veciz cümledeki “mekân” kelimesini “makam” olarak da tadil edebiliriz. Bu haliyle de güzel oluyor:
“Makamlara seref verenler ancak o makamlarda oturanlardir.
Yoksa makamlarin bizatihi bir kiymeti yoktur. Esas olan mekân veya makam sahibidir.”
Hulâsa-i kelâm;
Sehircilikte, sanatta, mimarîde, edebiyatta maalesef bir fetret içindeyiz.
Ancak ümitvâr olmaliyiz. Ümitvâriz.
Çünkü bu millete can veren iksir, hâlâ mayamizda.
Kana kana içtigimiz bengisu, hâlâ damarlarimizda.
Camid topraklari bile her daim ber-hayat kilan rüseymin resahati, usaresi bizde.
Irfan’dan Idbar’a geldik.
Idbar’i ikbale tebdil edelim.
-Son-