CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul’da üniversite öğrencileriyle buluştu. Bir öğrencinin “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) açık kararları söz konusu, iktidara geldiğiniz takdirde bu tür hukuka aykırı karar
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul’da üniversite öğrencileriyle buluştu. Bir öğrencinin “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) açık kararları söz konusu, iktidara geldiğiniz takdirde bu tür hukuka aykırı kararları alanlar, alınmasına neden olanlar, yön verenlere karşı bugün ve yarın, yargı mercileri önünde somut olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz” sorusuna Kılıçdaroğlu, “Onları bulundukları makamlardan alacağız, onların hiçbirisi hakim değil. Gayet açık, gayet net; hiçbirisi hakim değil. Siyasi talimata göre eğer bir yargıç karar veriyorsa o, yargıç değildir. Anayasa Mahkemesi kararına alttaki hakim ‘Ben bu kararı uygulamıyorum’ diyorsa o, ‘Anayasa’yı ben takmam’ diyor. ‘Benim liderim ayrı’ diyor, ‘yukarıda oturan’ diyor, ‘talimat verdi, ben bunu yapıyorum’ diyor” yanıtını verdi.
Kemal Kılıçdaroğlu, bugün İstanbul’da MEF Üniversitesi öğrencileri ile buluştu. Öğrencilerin soru, talep ve görüşlerini dinleyen Kılıçdaroğlu, çözüm önerilerini anlattı. Öğrencilerin sorduğu sorular ve Kılıçdaroğlu’nun yanıtları şöyle:
'Bu göçmenler hangi ülkeden gelmiş olurlarsa olsunlar ülkemizde sayısız fırsata sahipler, kendi istekleriyle ülkelerine neden dönsünler?”
“Önce bir düzeltme yapayım; gelenler sığınmacı, göçmen değil. Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle insanlar hayatlarını savaş ortamında geçirmek istemediler, can güvenliklerinin sağlanmasını istediler; o sağlanamadı, dolayısıyla bunlar komşu olan bize, Ürdün’e, diğer ülkelere gittiler. Bize gelenler bizde kalmak istemediler, daha gelişmiş ülkelere, demokrasi kültürü olan ülkelere gitmek istiyorlardı. Batıya, Almanya, Fransa, Kanada, Amerika, Hollanda, İsveç, buralara gitmek istiyorlar. Bıraksanız kimse Türkiye’de kalmayacak. Yani baskının olduğu bir yerden kaçıp baskının olmadığı, demokrasi kültürünün geliştiği, kişi başına gelirin yüksek olduğu ülkelere gitmek istiyorlar. Ama onlar almayınca bizde kaldılar ve Türkiye, bir, sığınmacılar için hapishane konumunda kaldı. O konumdayız şu anda. Bir yere gidemiyorlar çünkü geri kabul anlaşmasını imzaladık, oraya gidenler olursa onları alıp tekrar bize iade ediyorlar. Biz, bu iade sözleşmesini maalesef imzaladık.
Bunların Türkiye’de kalmaları ve sayılarının çok yüksek olması Türkiye içinde bir risk aslında; onlar için de bir risk, bunun düzelmesi lazım. Bu insanların kendi ülkelerinde, kendi kültürleri içinde, özgürce ve can güvenlikleri sağlanarak kendi ülkelerinde yaşamaları gerekiyor. Bunun için nasıl bir yol, yöntem izlenmeli? Bizim düşündüğümüz yol, yöntem şöyle: Bir; Suriye ile biz hemen oturacağız bir, barışacağız. Karşılıklı büyükelçilikler açacağız. Türkiye’deki Suriyeliler nedir, hangi pozisyondalar ve bunlar kendi ülkelerine hangi koşullarda gelebilirler, buradan tekrar Suriye’ye gittikleri zaman acaba orada can ve mal güvenlikleri sağlanacak mı, yoksa bunlar tekrar bir savaş ortamının içinde mi kendilerini bulacaklar? İlk büyükelçilikler açıldıktan sonra oturup konuşacağız ve tekrar kendi ülkelerine dönmeleri için can ve mal güvenliklerini sağlaması ile ilgili oturacağız, bir sözleşeme yapacağız. Bu sözleşme Suriye ve Türkiye arasında değil, aynı zamanda Birleşmiş Milletler’in de devreye girmesini isteyeceğiz.
Yetiyor mu? Hayır. İkinci bir adımı atmamız lazım. Bunlar kendi ülkelerine gittikleri zaman yolları, kreşleri, okulları, hastaneleri olması lazım. Bunların hiçbirisi yok, bunların tamamını yapmak durumundayız. Bunu Avrupa Birliği fonlarıyla yapacağız. Avrupa Birliği ile gideceğiz, oturacağız. Ben Avrupa’ya gittiğim zaman, Suriyeli sığınmacılarla ilgili bana sorduklarında, onların yanında açık ve net onları suçladım. ‘Siz Suriye’de kan gövdeyi götürürken, insanlar birbirlerini öldürürken hiç sesiniz çıkmıyordu. Ama Suriyeliler size gelmeye başlayınca kıyameti kopardınız. Şimdi diyorsunuz; Suriyeliler niye geliyor? Neden Suriye’de savaş çıktığı zaman savaşın engellenmesi veya durdurulması konusunda müdahale etmediniz? Bu da Avrupa’nın etik değerlerine uygun değildir’ dedim. Onlara şunu söyledim; ‘Suriyelileri biz kendi ülkelerine göndereceğiz. Bunların yolları, okulları, kreşleri…Siz para veriyorsunuz ama bu parayı biz bunun için kullanacağız. Siz her türlü denetimi yapabilirsiniz, bizim bütün harcamalarımız şeffaf olacak. Dolayısıyla bu okulları, kreşleri yapacak olan da bizim müttehitlerimiz, ihaleye çıkacağız gelip yapacaklar.
Yeter mi? Yine yetmez. Bu insanların can ve mal güvenliği gerekiyor. Can ve mal güvenliği için de bizim oturup bir protokol yapmamız lazım merkezi yönetimle, yani Suriye yönetimiyle. Ayrıca Birleşmiş Milletler’in de devreye girmesi lazım. Bunlar kendi ülkelerine geldiğinde, evlerine yerleştiklerinde bunlara herhangi bir siyasal müdahale ve baskı olmayacak, bu güvenliğini de alacağız.
Yeter mi? Yine yetmiyor. Bu insanlara iş lazım. Daha önce o bölgede Gaziantepli iş adamlarının, bizim iş inşalarının orada çok sayıda fabrikaları vardı, onları yine teşvik edeceğiz. Diyeceğiz ki ‘Siz gidin, fabrikaları yeniden kurun ve bu insanlar orada çalışsınlar’. Dolayısıyla kendi ülkesinde evi, yolu, okulu, hastanesi olacak. Can ve mal güvenliği olacak, dolayısıyla da daha rahat, daha huzurlu bir ortamda kendi ülkesinde çalışmış olacak.”
“Pakistan ve Afganistan’dan gelen sığınmacılar için de geri gönderme politikası uygulanacak mı?”
“Tabii, Türkiye yol geçen hanı değil. Van’a gittiğimde sınır kapısına da gittim, sınır kapısında sordum; ‘Afganlar buradan geçiyor mu, siz izin veriyor musunuz?’ ‘Mümkün değil’ dendi, ‘pasaportu olacak, biz kontrol edeceğiz, öyle geçecekler’ dendi. Peki nasıl oluyor da kafileler halinde geliyorlar ve biz bunları Orta Anadolu’da görüyoruz? hatta bazen küçük teknelerle Van Gölü’nü geçmeye çalışıyorlar. Hatta bir felaket olmuş, Afgan göçmenler hayatını kaybetmişti orada. Ayrıca şunu söylediler bana, sınır kapısında olanlar dediler ki ‘Karakollar var bütün sınır kapısında, bir karakol diğerini görür ve arada kameralar var, kuş uçsa herkes görür’. Şimdi, kuş uçsa herkesin görebileceği bir ortamda nasıl oluyor da binlerce Afgan Türkiye’ye geliyor? Neden sınırlar yol geçen hanına dönüyor. Biz, o nedenle ‘Sınır namustur’ dedik, çünkü bütün sınır kapılarına gidin bu tabela vardır. E sınır namussa nasıl oluyor da bu kadar insan elini kolunu sallaya sallaya geliyor? Bunun üzerinde durmak gerekiyor, bu şunu gösteriyor aslında; siyasi otoritenin bu tür olaylara izin verdiğini, en azından belli kişilerin rüşvet alarak, para alarak bu insanları Türkiye’ye soktuklarını düşünüyoruz. Bunlar da bir şekilde kendi ülkelerine gönderilecekler. Yani sığınmacı ülkesi olmak ve onların Türkiye’de kalmaları için altyapı oluşturmak, bir süre sonra bunlara vatandaşlık vermek doğru değil. Biz bunu kabul etmiyoruz ve doğru da bulmuyoruz.”
“Muhalefetin ülkemiz için öngördüğü Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem mevcut otoriteleşmeye ve yönetimin tekelleşmesi sorunlarına nasıl çözüm getirecek?”
“Biz ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçeceğiz’ dediğimizde şöyle bir eleştiri geliyor; ‘Siz eskiye mi geri dönmek istiyorsunuz?’ Asla. Eskiye neden dönmek istemiyoruz, darbecilerin yaptıkları hukuk düzeni hala yürürlükte ve bu hukuk düzeni ile biz ülkemizde demokrasiyi sağlayamayız, inşa edemeyiz. ‘Demokrasiyi gerçek anlamda inşa etmek istiyorsanız Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçmek zorundasınız’ diye düşünüyoruz. Ne demek Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, ne demek darbe hukuku? Bunlara baktığınız zaman şöyle örnekler verebilirim. Bir; siyasetin kirlilikten arınması lazım. Kirli siyaset olmaz, milletvekili iş takipçiliği, ihale takipçiliği yapmaz, rüşvet almaz vermez, liyakati olmayan kişileri belli makamlara taşımaz, devletin saygınlığına, itibarına saygı duyar, devlet mekanizmasının sağlıklı işlenmesini ister. Biz bunu istiyoruz. Biz, darbe hukukundan Türk hukuk sisteminin tamamı ile arınmasını istiyoruz.
Nasıl bir demokrasi olmalı? Bir; yargı bağımsız olmalı. Sağlıklı işleyen bir demokraside denetimsiz hiçbir kurum yoktur. Örneğin TBMM’yi Anayasa Mahkemesi denetler. Üniversiteleri kim denetler, kurumları var onlar denetler. YÖK’ü kastetmiyorum burada, Sayıştay’ı kastediyorum, yani TBMM adına denetim yapan kurumu. Çünkü biz YÖK’e karşıyız ve YÖK’ün kalkması lazım. Çünkü YÖK bir darbe hukuku ürünüdür. Kamu ihalelerini kim denetler? İhaleler yasalara uygun yapıldı mı, yapılmadı. Kim denetler, Kamu İhale Kurumu. Bankaları kim denetler, bir kendi iç denetimleri vardır, iki; Bankacılık Düzenleme Denetleme Kurumu vardır. Ama siz bütün bunları kaldırıp bütün yetkiyi bir kişiye verdiğinizde bankanın yönetim kuruluna siz bir güreşçi atayabilirsiniz.
Şu soruyu kendinize sormanız lazım, geleceği inşa edecek gençler olarak; Ben bankacılık, siyasal bilgileri, hukuku bitirdim. En azından bankacılık konusunda ufak da olsa bir bilgim var. Güreşçiye karşı değilim ama onun alanı güreş. Peki güreşçinin banka yönetimden ne işi var? Eski bir milletvekili, hayatı boyunca banka eğitimi hiç almamış, bunun banka yönetiminde ne işi var? Bunun adı nedir; devlette liyakattir. O işi en iyi kim biliyorsa ona vermek demektir. Neden siz, hak etmeyen bir kişiyi getirip devletin en önemli kurumunu teslim ediyorsunuz? Çünkü yukarıdan talimat gelecek, ‘bizim adamımız girdi, şu ihaleyi şuna ver’. O, oraya atanmasını liyakatine, eğitimine, bilgisine değil bir kişinin kararına borçlu. Bir kişinin kararına borçlu olduğu için orada liyakat olmaz.
Yargı bağımsızlığı… Hakimler kanuna göre karar vermezler, hakimler hukukun üstünlüğü ve vicdani kanaatlerine göre karar verirler. Siz, yargıç, hakim dediğiniz bir kişiyi torpille bir makama getirirseniz… Somut örneğini vereyim; İstanbul’da savcı vardı, Yargıtay’dan bir üyenin Anayasa Mahkemesi’ne seçilmesi lazım ama savcı Yargıtay üyesi değil. Önce bunu Yargıtay üyesi yapmak istiyorsunuz, sonra bunu alıyorsunuz bir kararnameyle Yargıtay üyesi yapıyorsunuz; sonra sanki pandemi geçmiş gibi, bir hafta sonra diyorsunuz ki ‘Beyler, oturun karar verin’. Bir tek Yargıtay kararının altında imzası olmayan kişiyi Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiyor. Yargıtay tarihinin yüz karasıdır; Yargıtay’da onlarca yargıç varken bunları değil tek kararın altına imza atmayan kişiyi, bir kişinin talimatıyla Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiyorsunuz. Ben bu kişinin üyelik yeminine katılmadım, çünkü o kişi Anayasa Mahkemesi üyeliğini hak etmiyor. Eğer sizler, yarın savcı veya yargıç olduğunuzda verdiğiniz kararların tutarlılığıyla yükseliyorsanız mesleğinizde, önünüzde hiçbir engel olmaması lazım.”
“Gezi Davası kararları, Berberoğlu, Kavala ve Demirtaş’ın tutukluluk hallerine ilişkin karar; AİHM’nin açık kararları, iktidara geldiğiniz takdirde bu tür hukuka aykırı kararları alanlar, alınmasına neden olanlar, yön verenlere karşı bugün ve yarın, yargı mercileri önünde somut olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz?”
“Onları bulundukları makamlardan alacağız, onların hiçbirisi hakim değil. Gayet açık, gayet net; hiçbirisi hakim değil. Siyasi talimata göre eğer bir yargıç karar veriyorsa o, yargıç değildir. Anayasa Mahkemesi kararına alttaki hakim ‘Ben bu kararı uygulamıyorum’ diyorsa o, ‘Anayasa’yı ben takmam’ diyor. ‘Benim liderim ayrı’ diyor, ‘yukarıda oturan’ diyor, ‘talimat verdi, ben bunu yapıyorum’ diyor. Neden onun talimatını yapıyor; çünkü en alttaki adam ‘Ben onun talimatını yaparsam yarın beni Yargıtay’a seçer, Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçecek’. Eğer toplumsal vicdan varsa, bizler haksızlıklar karşısında susmayacaksak, haksızlıklarla mücadele edeceksek işte bu topluma haksızlık yapanların bulundukları konumdan onları almamız lazım, demokratik yollarla, baskı kurarak değil. Kararı kim verecek, bu ülkenin namuslu yargıçları verecek, yani siyaset karar vermeyecek burada. Anayasa Mahkemesi karar verdi, ‘Serbest bırakın’ dedi sanığı, normalde bu kararın uygulanması lazım çünkü Anayasa diyor ki ‘Anayasa Mahkemesi kararı herkesi bağlar, uymak zorundasın’ diyor. Ama alttaki diyor ki ‘Ben uymayacağım’ diyor, ‘çünkü bana uyma dediler, ben de uymuyorum. Ben uymadığım zaman yerimde kalacağım ve yükseleceğim orada’.
Şimdi, sizler genç olarak, bu ülkenin geleceğinde söz sahibi kişiler olarak eğer ‘Haksızlıklar karşısında devam et, bir şey olmaz kardeşim’ derseniz bir gün sizin de başınız belaya girdiğinde sizi destekleyecek adam bulamazsınız. Zaten sorun da orada. Sizi destekleyecek kişi bulmanız için, beraber olmanız için, güç birliği yapmanız için yapacağınız şey, haksızlıklar karşısında sesinizi çıkarmak, ‘bu olmaz’ demektir. ‘Bu olmaz’ dediğiniz andan itibaren her şey çözülür, her şey.”
“Yüce Divan gibi, Adalet Divanı gibi bir mekanizma var siyasileri denetlemesi gereken, ancak bunun aktif bir biçimde kullanılmadığını, başvuru sayılarının çok yüksek olduğunu biliyoruz. Bununla ilgili bir yeniliğe, değişikliğe gitmeyi düşünüyor musunuz?”
“Zaten bugün o mekanizma, siyaset kurumu, parlamentoda olan insanlar vesayet altında olmasa bu mekanizma kendiliğinden çalışır. Siz, rüşvet alan adamı büyükelçi tayin ediyorsunuz. Diyeceksiniz ki ‘Ne olacak yani, rüşvet alan birisi büyükelçi olsun’. Ama büyükelçi arabasında Türk bayrağı taşıyor. Cumhurbaşkanı taşır Türk bayrağı, vali taşır, büyükelçi taşır. Çünkü bunlar hem devleti hem hükümeti temsil ederler. Dolayısıyla rüşvet alan bir kişiyi siz Türk bayrağını taşıyacak bir konuma getiriyorsanız ve hala bu toplumun vicdanı rahatsız değilse bir sorunumuz var demektir. Rüşvet alandan olur mu büyükelçi? Normalde ne olması lazım, yargılanması lazım değil mi? Ama siz yargıya baskı kuruyorsunuz, ‘bunları yargılamayın’ diyorsunuz, yargılanmıyor bunlar. Ama bunlar yargılanır; yeri, zamanı gelir. Devlet kinle, öfkeyle yönetilmez; intikam duygusuyla yönetilmez, adalet duygusuyla yönetilir.”
“Genel ihtiyaçlar dahil lüks hale gelmiş ve çocuklar yatağa aç girmekteyken sizler bu zorlu süreci atlamamız adına hangi adımları atacaksınız, nasıl bir ekonomi politikası izleyeceksiniz?”
“Ekonomiyi düzeltmek zor bir şey değil. Fiyat istikrarı dediğimiz nedir, enflasyonla mücadeledir. Sorumlu kurum kim, Merkez Bankası. 4. maddesi şöyle diyor; ‘Merkez Bankası’nın temel görevi fiyat istikrarını sağlamaktır’, bitti. Peki Merkez Bankası’nın böyle bir görevi var mı bugün? Askıya alınmış vaziyette. Niçin bir kararname çıkarttılar, Fiyat İstikrar Komitesi kurdular? Kararnamede Merkez Bankası’nın iş başka bir kuruma verildi. O kurumda hiç toplanmıyor zaten, ne olduğu belli değil. Bilimin ışığında hareket etmek zorundasınız, iktisadın kuralları vardır. Şu soruyu kaçınız soruyor bilmiyorum. Hepiniz vergi ödüyorsunuz, su içerken, elektrik düğmesine basarken. Peki ödediğiniz vergiler ne oluyor? Hiç sordunuz mu? Bu sorunun sorulmadığı ülkede demokrasi olmaz. Çünkü sizin paranızı, soru sorulmadığı için siyasetçiler diledikleri gibi kullanırlar. Oysa bu soru demokrasinin çıkış noktasıdır. ‘Ben vergi veriyorum, benim paramı nereye harcıyorsunuz?’”
“Gençlerde siyasi konuda önyargı var, siyasetin kirli bir şey olduğunu düşünüyor çoğu genç ve her siyasetçinin eninde sonunda yozlaşacağını düşünüyor. Bunu denetlemek için nasıl bir mekanizma yaratılacak, bunun yaşanmayacağının garantisini nasıl veriyorsunuz?”
“Siyasi Ahlak Kanunu’nun çıkması lazım. Siyasi Ahlak Kanunu ile ilgili bir komisyon kuruldu, 6 partinin genel başkan yardımcılarının katıldığı bir komisyon kuruldu. Bunu yapacağız. Önyargı var, olması gayet doğal. Çünkü bu kadar kirli bir siyasete kimse kolay kolay bulaşmak istemiyor, kirlenmek istemiyor kimse ama birilerinin de bununla mücadele etmesi lazım. Ya kirliliğe teslim olacağız ya da kirliliği ortadan kaldıracağız. Ortadan kaldıracaksak bunun mücadelesini vermek zorundayız. Bakın, ben siyasete girdiğim gün bütün mal varlığımı kendi internet siteme koydum. Evimi, eşimin yüzüğüne kadar, evimdeki tablolara kadar hepsini koydum, hesabını veriyorum. Bir kişi hem siyaset yapıp hem zenginleşiyorsa bilin ki malı götürüyor, Türkçesi o, bilin ki öyle. Siyasette zenginleşmek mümkün değil, böyle bir şey olamaz. Ama siz vatandaşın parasını alıp başka yerlere veya kendi çıkarınız için kullanıyorsanız, oradan nemalanıyorsanız olmaz.”
“Sosyal devlet anlayışı bağlamında enerji üretiminin devlet eliyle yapılması gerektiğini biliyoruz. Buna karşı bunun tam tersi bir strateji izlendiğini görüyoruz. Geçtiğimiz hafta elektriğinizin kesilmesiyle halktan yana bir duruş sergilediniz ve siz iktidara geldiğinizde söz konusu sorunu çözmek amacıyla nasıl bir strateji belirleyeceksiniz ve özelleştirmenin önüne nasıl geçeceksiniz?”
“Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına baktığınızda sosyal devletin tanımı var, ama maalesef Türkiye’de sosyal devlet yok. Ben üzülerek ifade edeyim; büyük kaynakların ‘beşli çete’ye tahsis edildiğini, ihalelerin onlara verildiğini, hatta aldıkları ihalelerin dünya sıralamasında ilk beşe girdiğini de gayet iyi biliyoruz. Sosyal devleti gerçek anlamda inşa etmek için Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kabul ettiği 102 sayılı Sözleşme’nin bütün sigorta dallarının hayata geçmesi lazım. Bunlardan 8’i geçti, 9’uncusu yok; Aile Destekleri Sigortası. Böylece her ailenin, her bireyin, ekonomik anlamada sosyal devletin koruması altında olması lazım. Hiçbir ailenin elektriklerinin kesilmemesi lazım. Her ailede asgari bir gelir güvencesi olduğu zaman çocukların sağlıklı beslenmesi lazım. Bütün bunların hepsi yapılabilir. Dediğim gibi, bütün mesele sizin ödediğiniz vergilerin nerelere harcandığı sorgulamak ve sosyal devleti yeniden inşa etmek.”
“‘Beşli çete’ kavramından bahsettiniz sizin deyiminizle, biz hukuk öğrencileri olarak biliyoruz ki bu özelleştirmeler ihale ile belirli bir süre için yapılıyor. İktidara geldiğiniz taktirde ihaleleri devam eden şirketler için bir politika izleyecek misiniz, yoksa ihale sürecinin son bulmasını mı bekleyeceksiniz?”
“İhale Kurumu’nu tamamen değiştireceğiz; sağlıklı, tutarlı bir kurum oluşturacağız. Siz elektrik faturanızı öderken bir normal masrafınızı ödüyorsunuz; aydınlatma. İki; elektrik dağıtım işini alan firmanın yapacağı dağıtım işinin bedelini ödüyorsunuz. Üç; kayıp kaçak bedelini ödüyorsunuz. Fakat o firmalar bunu alıyorlar, yatırım yapmıyorlar. Isparta olayı bunu bize gösterdi, bir hafta karanlıkta kaldı. Pek çok yerde böyle oldu, bunun da hesabını kimse sormuyor. Dolayısıyla biz iktidar olduğumuzda hiç kimsenin endişesi olmasın ya adam gibi görevlerini yaparlar ya da kimse kusura bakmasın, o işleri onların elinden alırız. Yani deriz ki ‘Bu kamuya ait bir hizmettir; elektrik, su, internet artık 21. yüzyılda insan hakkıdır’.
Son yaptığım direniş dolayısıyla Avrupa Birliği’nde de aradılar, destek vermek amacıyla. Ben onlara sordum, ‘Avrupa’da nasıl oluyor bu işler?’ Dediler ki ‘Kışın kesinlikle hiç kimsenin elektriği kesilemez. Borcu olsun olmasın. Eğer ailenin gelir durumu düşükse ona enerji çeki veriliyor, harcadığı enerjinin belirli bir miktarını çek olarak ödüyor. Durumu iyi olup da elektriğini ödemeyen kişilerin voltajı düşürülüyor, televizyon seyredemez hale geliyor ama ışığı var yine.’ İnsan hakkı elektrik ve siz yaklaşık 4 milyon abonenin elektriğini kesiyorsunuz; 12-13 milyon insan demek ve burada çocuklar var. Çocuklar okula gidiyorlar. Buna toplumun dikkatini çektik. Onun elektriğinin neden kesildiğini sorgulamamız lazım. Bir anne bana şunu söyledi; ‘3 çocuğum var, eşimden boşandım, elektrik faturamı ödeyemiyorum, elektriğim kesildi. Çalışmak istediğim zaman çocukları bırakacak bir kreş lazım ama aldığım ücret asgari ücret, çocukların kreşine yetmez’.'