AY: Nasilsiniz? Okurlarimiza kendinizi tanitir misiniz!
YAZICIOGLU:
Tesekkür ederim. Biraz zor bir soru ile basladiniz! Ben bir sosyal bilimciyken, yasam boyu en çok istedigi unvana kavusmus bir yazarim; bir roman yazariyim. Bu gecikmeyle gelen ve digerlerinden daha çok benimsedigim unvan beni ögrencilerimden ayirsa da, zamanimi daha çok kisiye ulasmak için kullanabilmemi, en önemsedigim konulara edebiyat sevgisiyle de yaklasabilmemi sagliyor. Artik agirlikli olarak çesitli dergilere denemeler yaziyor ve bu sevdigim edebi türle fikirlerimi insanlara ulastiriyorum. Sizin söylediklerinize, bilgisayar mühendisligi okudugumu, lisansimda dilbilimin; yüksek lisansimda tüketici toplumu ve sanat tarihinin, doktora tezimde de dijital kültürün ana eksenler oldugunu ekleyebilirim. Dogdugum ve ilk on alti yilimi geçirdigim Adana, her ikisi de hukukçu anne ve babamin çalismalarimin ardindaki en büyük kültürel destek oldugunu düsünmüsümdür. Araliklarla yurtdisinda okuyup, ders versem ve doktora öncesi egitimimi Ankara’da tamamlamis olsam da, hep Istanbul’da yasadim, yasiyorum. Istanbul benim için dünyanin en büyülü sehri. Sizin çalisma alanlarinizdan biriyle ilgili oldugundan, belki vaktiyle bir udî oldugumu da belirtmeliyim. Uzunca bir süredir çalmaya ara versem de, müzik farkli türleriyle arastirmalarimdan gündelik hayatima, rutinimin önemli bir parçasi.
AY: Sosyal medyayi kullaniyorsunuz. “Sosyal medyayi aktif kullanan nice felsefecimiz, sosyal bilimcimiz var. Ya o ya da öteki dedigimiz bir dünya yok artik” sözünüzle ne anlatmak istiyorsunuz?
YAZICIOGLU:
Sosyal medyayi hem kullaniyor hem arastiriyor hem de bir etnografi laboratuvari olarak görüyorum. Birçok önemli düsünür, çagimiz bilgisinin artik disiplinler arasi akiskanliga tabi oldugunu söylediginde, tam ne demek istedikleri anlasilmamisti. Oysa bizler bugün bu durumu bilfiil yasiyoruz. Arastirmalarim sirasinda “dogrunun” degiskenligini hepimiz birebir deneyimlerken, dünya da sosyal medya patlamasini, bir anlamda devrimini yasiyordu. Hiç bilmedigimiz toplumsal normlarin ortaya çikisini gördük ve görüyoruz. Ilkin çok elestirdigimiz gösteri kültürünün ister istemez bir parçasi olmaya basladigimiz bir döneme girdik, her yeni günle yepyeni bir dünyayla karsilasip “dogruluk sonrasini” bile yasamaya basladik. Çaga uyalim derken, o çag bizi hiç rahat birakmadi, son üç-bes senenin sosyal medya fenomenlerini, trollerini, gücünü ve hizini görmeye baslayinca da, hani öyle denir ya, “bir yasimiza daha girdik”. Geçtigimiz ay iki bölüm halinde Birikim dergisindeki bir yazida ele aldigim bu degisimin bir kismi, TikTok uygulamasinin ortaya çikisiyla daha hizli ve daha zor anlasilir bir hale geldi. O yazilari yazarken çok zorlandim, çünkü yazdigim an degisen toplumsal bir olguyla karsi karsiyaydim. Algoritmalarin kisitlamalari yüzünden kisa videolarla baska mecralarda seslerini duyuramayan ergenler, aktivistler, hatta orada yayinlanan filmlerinin festivali bile yapilan insaat isçileri bugün artik TikTok’ta toplaniyor. Hal böyleyken degerli felsefecilerimizin, sosyal bilimcilerimizin bu degisken ve akiskan dünyaya uymalari “dogru” arayisindaki topluma daha çok yardimci olacaktir diye düsünüyorum. O sözü söylerken konu felsefeden açilmisti, akademisyen olmayan birçok felsefecinin videolari varken, degerli akademisyenlerimizin çok kisitli içerik üretmeleriyle, bu konuyu yeterince önemsemedikleri ya da ayiracak mesaiyi yaratmadiklari için katkilarinin azinlikta kaldiklarini dile getirmistim. Sosyal medya patlamasinin ilk baslarinda YouTube’a video yüklemek bir ciddiyetsizlik, bir banallik olarak görülürken, simdi bunun böyle olmadigi anlasildi. Ya “ciddi bir akademisyen” olacaksin ya da “sosyal medya kullanicisi” denilen ayrim kalkmisken, günümüzün iletisim mecrasi sosyal medyaysa, niteligin artmasi için akademik bilgi birikiminin orada daha aktif rol oynamasi gerektigine inaniyorum, tabii ki usulünce. Arzum, hayalim budur. Katilimci demokrasi artik bunu gerektirmekte.
AY: Ülkemizde önemsenmeyen “felsefe”ye çok önem veriyorsunuz. “Mesailerinin bir kismini felsefeye ilgisi artmis görünen topluma da vakfetsinler” derken kimlere sesleniyorsunuz?
YAZICIOGLU:
Haklisiniz, milli egitimimizin su an sorgulayici ve arastirici felsefî düsünceyi yayginlastirma amacini gütmedigini rahatlikla söyleyebiliriz. Diger yandan, son yillardaki gözlemim aradiklarini farkli yerlerde bulamayanlar giderek felsefeyle ilgilenmeye basladilar. Bir kismi popüler türde olsa da yeni felsefe kitaplari basiliyor, felsefe videolari bazen onbinlerce kisi tarafindan izleniyor. Felsefe sanki hiç niyeti yokken kamusallasiyor. Bunun için sosyal medyada felsefeyle ilgili yapilan paylasimlar birer cazibe merkezi olmaya adaylar. Bildiginiz gibi ben ayni zamanda akademisyen bir felsefecimizin ablasiyim, sözüm biraz da onaydi. Dolayisiyla felsefe dünyasina bu açidan da yakinim. Kardesim dahil tüm felsefecilerin kamusal alanda daha aktif olmalarini talep ediyorum. Amacim onlari sosyal medyanin polemigine çekmek degil tabii ki. Bazen tek bir tweet’le bile bir kitabin okunmasini saglanabiliyor.
AY: Ünlü bir çok sesli müzik bestecimiz, konferansinda “Müzikte felsefe yoktur” deyince tepki almisti. Müzik ve Güzel Sanatlarin da bir felsefesi var midir?
YAZICIOGLU:
Müzigin ve Güzel Sanatlarin da tabii ki birer felsefesi vardir. Müzigin, sanat nesnelerinin, eserlerinin, estetik degerlerini ve dogasini nasil deneyimledigimiz felsefenin bize sordurttugu sorulardir. Felsefe bilakis, sanat felsefesi ve estetik gibi farkli alanlariyla da müzikle iliskilendirilebilecegimiz bir bilgi alanidir. Dolayisiyla o bestecimiz neden böyle söylemis bir fikrim yok, ama iyi niyetle yorumlarsak müzigin bir duygu ve matematik isi oldugunu düsünmüs olabilir ki, bu da bir yaniyla dogrudur. O kisi belki bunlarin arka planindaki düsünselligi aklina getirmemis ya da öncelik vermemistir. Oysa Platon’dan beri müzik ve sanatsal üretim üzerine felsefi düsünceler var ve bu konuda eserler verilmekte. Bunun yanitini felsefecilerimiz eminim benden daha iyi yanitlayacaklardir. Nitekim estetik ve sanat felsefesi üzerine yazilan onca kitapla, makaleyle çoktan yanitlamislardir da. Bunlara ek olarak diger tüm sanat dallari gibi, edebiyatin da felsefesi vardir.
AY: Mayis 2022’de 3’üncü baskisi yapilan “Hep Sondan Baslar” romaninizin tanitiminda; “1970'lerin Büyükada'sindan Milano'ya, 1980'lerin Londra'sina ve günümüz Istanbul'una uzanan yasamlarin, yasamdaki sonlarin ve baslarin romani” deniyor. Roman hakkinda bilgi verir misiniz!
YAZICIOGLU:
Dogrusu roman hakkinda konusmak o romani yazmaktan çok daha zor. Hep Sondan Baslar’in okurlar tarafindan sevilmesinin beni çok mutlu ettigini söyleyerek baslayabilirim. Hep Sondan Baslar bu asamalarin hepsinden geçti. Hikâyesi, biyografi ve otobiyografi ayrimi üzerinde düsünürken ve nostalji kavrami hakkinda yazilar yazarken olusmaya baslamisti. Anilar, onlara objektif bakamadigimizdan ötürü kurgusallarsa, “insan yasam öyküsünü nasil anlatabilir”, gibisinden düsünceler vardi aklimda. Kurgusu ve her biri anlaticilardan biri olan kahramanlarinin özgün dillerini yaratmak üzerinde çok yogunlastigimi söyleyebilirim. Kierkegaard’in “yasam yalnizca geriye bakarak anlasilir ama ileriye dogru yasanmak zorundadir” sözü romanimin yazim asamasinin ileri safhalarindan birinde karsilastigim, sonra da en basina koydugum bir alintidir. Kierkegaard’in su tek bir cümlede söyledigini açiklayabilmek için ben üç yila yakin bir süre ugrastim, anlayacaginiz. Bundan romanimin felsefî ve zor okunan bir roman oldugu sonucunu çikarmayin; farkli kisilerin yasam öykülerinin kendi seslerinden bulustugu bir roman; her bölüm kahramanlarin nasil beklenmedik biçimde bir araya geldiklerini anlatiyor. Tipki kendi yasamlarimiz gibi. Alintiladiginiz tanitim yazisindan mekânlar sanki biraz ön planda ama asil olarak insanin geçmisiyle hesaplasmasinin, yasamöyküsünü nasil kuracagini anlatiliyor romanda. Kendi geçmisimiz hep ayni mi kalir yoksa baskalarinin öyküsünü ögrendikçe degisir mi diye soruyor okuyucusuna.
AY: Çesitli ülkelerde “maddi kültür” üzerine yaptiginiz arastirmalarla Doç. oldunuz. Bu arastirmalarda dikkatinizi çeken neler oldu? Ülkemizle karsilastirdiniz mi?
YAZICIOGLU:
Kavrama yabanci olanlar için maddi kültürün nesnelerin ve mekânlarin yaratimi, tüketimi ve ticaretini inceleyerek bir toplumu anlamaya çalisan arastirma alani oldugunu söyleyerek baslayayim. Ben her ne kadar kültürlerarasi arastirmalar yapmasam da, bunlari ister istemez karsilastirdigim zamanlar oldu. Uzunca bir süre arastirmalarim agirlikli olarak küresellesme açisindan bakiyordu. Bunun baglami olarak da müzigi seçmistim, müzigin küresellesmesi, yarattigi yerel ve küresel piyasalar... Sonra da müzigin yol açtigi toplumsal hareketlere ve sosyal medyaya kaydim. Müzikteki degisimin nasil gelecegin habercisi oldugunu, Jacques Attali’nin dilimize Gürültüden Müzige olarak çevrilen eserinde okudugumda çok etkilenmistim. Gerçekten de dünyanin farkli yerlerinde bu fikrin dogru örneklerini kendim gözlemledim. Müzigi o yönüyle de hep takip ettim, hâlâ da ediyorum; gelecekte bizi nelerin bekledigini görmeye çalisiyorum. Küresellesmeyi inceledigim Kanada’daki etnografilerim sirasinda bana en çarpici gelen gözlemlerimden biri göçmenlerin vatanlarindan duygusal olarak da kültürel olarak da ayri kalamamalariydi. Bu bulgu hem benim yasam kararlarimda rol oynadi hem de sonradan toplumsal hareketler ve milliyetçilik üzerine yazacagim kitap bölümlerinin, yazilarinin bel kemigini olusturdu.
Devam edecek….