Mehmet Çavul


“Dinin Kısa Tarihi”

Richard Holoway 1933 İskoçya doğumlu bir Hıristiyan din adamı. İskoç Episkopal Kilisesi Başpiskoposu. Televizyon ve radyo programcılığı da yapan bir yazar aynı zamanda. Bu yazıda onun Dinin Kısa Tarihi isimli kitabını inceleyeceğiz.


Richard Holoway 1933 İskoçya doğumlu bir Hıristiyan din adamı. İskoç Episkopal Kilisesi Başpiskoposu. Televizyon ve radyo programcılığı da yapan bir yazar aynı zamanda. Bu yazıda onun Dinin Kısa Tarihi isimli kitabını inceleyeceğiz.

Kitap 40 bölümden oluşuyor. Yaşayan tüm dünya dinlerini ve onlardan neşet etmiş ve fakat özerk hale gelmiş pek çok “tarikatı” ele alıyor. Yeni Dini Akımlar denen oluşumlar da unutulmamış kitapta. 22,23,24. bölümler İslam’a ayrılmış.

Yazar, dinleri, menşei, kronolojisi veya başka bir özelliği açısından sınıflandıran klasik Dinler Tarihi eserlerinden farklı işlemiş. Yine yazar, Karen Armstrong’un “Eksen Çağı” dediği MÖ 800-200 yılları arasında oluşmuş ve bugün hala etkisi çok yoğun bir şekilde devam eden büyük dinlerin, felsefelerin ve ideolojilerin eşzamanlı mukayeseli bir okumasını sunuyor okuyucuya.

Kışkırtıcı bir iddia ile başlıyor kitap: “Din insan kaynaklıdır” diyerek giriyor söze. Diğer canlılar dine ihtiyaç duymazlar. Bu nedenle kendi hayatlarıyla daha barışıktırlar. İçgüdülerine göre hareket ederler. hiç düşünmeden kendilerini varoluşun akışına bırakırlar. İnsan bu şekilde yaşayabilme yeteneğini kaybetti. Beynimiz bizi özbilinçli kılacak şekilde gelişti. İlgi ve merak duygusu oluştu. Düşünmeden yapamıyoruz. En büyük düşünce konumuz varlığın, evrenin kaynağı yani Tanrı.

Bir sonraki düşünce konumuz ölüm ve sonrası. İnsanlar 130 bin yıldır ölülerini toprağa gömüyor. Bir zaman sonra tekrar dirilmeyi umuyor. Dünyaya gelmeden önceki yokluğunu kabul ediyor da öldükten sonra yok olmayı içine sindiremiyor. Adem’in ve Havva’nın ısırık attığı ebedilik meyvesinden sızan katreler binlerce yıl sonraki nesillere aktarılarak onlara ölümsüzlüğü arzulatıyor.

Yazar, “din insan kaynaklıdır” derken hiçbir peygamberi itham etmiyor. Vahyi farklı bir izaha tabi tutuyor. Bu mevzuda üç teori ileri sürüyor.

“Tek Kapı Teorisi”yle ilgili sözlerini şöyle özetleyebiliriz:

İnsan zihni iki farklı seviyede çalışır: Bilinç hâli ve bilinçdışı hâl. Bilinçdışı uyuduğumuzda harekete geçer. Ama peygamberlerin zihni uyanıkken de bilinçdışı çalışabilir. Yaratıcı sanatçılar gibi. Vizyonlarını resim, heykel, müzik olarak değil mesaj olarak ortaya koyarlar. Binlerce kişiyi bu mesajlara ikna ederler. Bilinçli zihnin uyanıkken algıladıklarını bilinçdışı zihin hem uyanıkken hem de uyurken mesaja dönüştürür.

Vahiyde bilinçli zihin ile bilinçdışı zihin arasındaki kapı açılır. Sonrasında yaşananlar bir rüya gibidir. Peygamberler kendilerinin dışından geldiğine inansa da bu aslında onların bilinçdışı zihinlerinden gelir. İşittikleri ses gerçektir. Onlarla konuşur. Ama bu onların kendi sesidir, kendi zihninin içinden gelir. Bu nedenle başkaları tarafından duyulamaz.

“Çift Kapı Teorisi”ni ise şu şekilde özetleyelim:

Peygamberlik deneyiminde iki kapı açılmış olabilir. Bilinçdışı veya rüya gören zihin doğaüstü dünyaya erişmiş olabilir. Orada başka bir gerçeklik varsa ya da zihinlerimizin ötesinde bir zihin varsa, bizimle temas kurmaya çalışması ihtimal dışı değildir. Vahiy sırasında peygamberler öteki gerçeklikle karşılaşır ve karşılaştıkları zihin onların zihnine konuşur. Peygamberler de kendilerine aktarılanı diğer insanlara duyurur.

“Orta Yol Teorisi”nde ise yazar, Çift Kapı Teorisi hakkında temkinli ve şüpheci olmayı önerir. “Çünkü peygamberlerin görüp duydukları (bilinçdışı bilgi, mesaj) hakkında emin olmamızı gerektirecek fazla bir şey yoktur…” der.

Yazarın kanaati net olarak ilk teoriyi işaret ediyor. Zaten Çift Kapı Teorisinin klasik vahiy anlayışından pek bir farkı da yok.

Yazarın Tek Kapı dediği teoriyi daha iyi anlamak için vahiy, ilham ve keşf gibi kavramları incelemek gerekebilir. Daha İslam vahyinin devam ettiği süreçte Muvafakatı Ömer ve müminin rüyasının peygamberliğin kırk altıda bir cüz oluşu, Hz Muhammed’in Kuran’ı cem etmeyişi, İbn Arabi’den Celaleddin Rumi’ye, ondan da Said Nursi’ye kadar pek çok mutasavvıf ve müellifin kendi eserlerinin kaynağı noktasındaki sözleri, beyanları dikkat çekicidir.

Yine bu mevzuda pek çok teologun sıra dışı görüşleri olduğunu hatırlayalım. İslam düşüncesinin çok canlı olduğu dönemlerde bu mevzuda hatırı sayılır müktesebatın üretildiği ehlinin malumudur. Abdülkerim Süruş’un ünlü “Nebevi Rüyaların Ravisi Hz Muhammet” tezi en son örneklerden biridir. Mana Yayınları tarafından tez ve eleştirisi iki kitap olarak yayınlanmıştır. Arzu edenler oradan konuyu genişçe tetkik edebilir.

Richard Holloway, dinlerin de evrime tabi olduğunu, yani büyük değişiklikler geçirdiğini kitap boyunca bir dip dalga gibi işler. Hz İbrahim öncesi “Tek Tanrıcılık” düşüncesinin öne çıkmadığını, buna rağmen “Çok Tanrıcı” dinlerin İbrahim sonrası da devam ettiğini, cennet-cehennem, günah ve dünyevi ceza ilişkisi, mehdilik inancı, sırat ve araf düşüncesi, vahiy ve kutsal kitap algısı gibi pek çok inanç biçiminin ilk zamanlarda var olmadığını zamanla üretildiğini örneklerle aktarır. Şimdilerde ise vahiy ve peygamberlerin yerini Kutsal Kitaplara bıraktığını belirtir. Bunun dinsel evrime yeni bir örnek oluşunu da ekler. Yoksa aynı tarihlerde yakın coğrafyalara hakikati bildirmek için yani insana duyduğu sevginin bir tezahürü olarak elçiler gönderen Tanrı şimdi niye derin bir sessizliğe bürünmüş olsun ki? Tanrının insanlara açıklamak istediği bütün bilgiler yüzyıllar önce bitmiş olabilir mi? “İlahi aşığın sesi kesildi, sadece mektupları kaldı” diyerek bu duruma işaret eder.

Yazar, Tanrı hakkındaki pek çok farklı düşünce ve kabulün de putlar gibi insan ürünü olduğunu ifade eder. İbrahim Peygamberin babasının put imal etmesini tüm zamanların din istirmarcılığıyla çok fazla benzeştiğini söyler.

Kitaptaki ilgi çekici vurgulardan birisi de “sembol” konusundadır. Özeti şu: Semboller insanların en faydalı icadıdır. Yazı da semboldür. Sembol sembolize ettiği şeyin aynısı değildir. “Su” kelimesi ile suyun kendisi çok farklı şeylerdir. Tanrı için kullanılan sözcükler de Tanrıdan başka bir şeydir. O’nu temsil eder ama O değildir. Putlara tapanlar da gerçekte o nesnelere değil onların temsil ettiği anlama tapıyordu. Çünkü putlar da semboldür. Dolayısıyla putlar, dinlerin kutsadığı semboller ile mantıksal olarak aynı konumdadırlar. Müslümanların Kabe’si, Mecusilerin ateşi, Musevilerin Mabet’i, Hinduların ineği, Budistlerin heykelleri gibi.

Yazar, “organize dinler”in insanın, özellikle spiritüel dünyasını hegemonyasına aldığını ifade eder. Başta Tanrı düşüncesine getirdiği ortodoks yorum olmak üzere insana hiçbir serbest alan bırakmaz, der. “Peki ama hepimiz Tanrının çocuklarıysak, Tanrı neden tarihin büyük bir bölümünde evrensel ailesinin bir koluna başka bir kolunu yok etme talimatı verdi” diye sorar. “Yoksa dinler Tanrıyı yanlış yorumlayıp kendi acımasızlığını Tanrının iradesiyle mi karıştırır” diye sorularını sürdürür. Sonra da şöyle bir cevap cümlesi kurar: “Ateizme kıyasla din Tanrının daha büyük düşmanı olabilir. Zira ateistler Tanrıyı yok zannediyor. Dindarlar ise O’nu kendi emelleri uğruna kullanıyor”.

Holloway, bilimin gerçeği ile sanatın gerçeğinin farklı olabileceği görüşündedir. Ona göre bilim olgu ve işleyişle, sanat ise kendi hayatımızın gerçeğini göstermekle ilgilenir. Din bir bilim değil sanattır. Dolayısıyla dinlerin farklı yaratılış hikayeleri olgusal olarak doğru değildir ama hepsi bir anlam taşır, düşüncesindedir.

Holloway, “Tek Tanrılı dinler, yazarla temas kurmaya çalışan roman karakterleri gibidir” cümlesiyle aslında bir tanım ve belki tahlil yapmış oluyor. Bu temasın kesilmesi trajik bir hâle işaret ediyor. Belki de Dawkins’in İbn Varrak’tan yaptığı alıntıya doğru ilerliyordur süreç, kim bilir? Şöyle diyor İbn Varrak: “Tektanrıcılık sırası geldiğinde bir tanrı daha eksilterek ateizme dönmeye mahkumdur”.

Artık yazıyı toparlayalım.

Kadim zamanlarda, Amerika yerlileri doğayla iç içe yaşardı. At koşturdukları derin vadilerin, kurak bozkırların, şırıl şırıl akan derelerin, kalabalık bufalo sürülerinin ve yüksek dağların bir ruhu olduğuna inanırlardı. Saygı duyarlardı doğaya. İç içe yaşarlardı kutsadıkları bu coğrafyayla.

Aynı zamanlarda Avrupalı insana, Zeus öncülüğünde tanrılar penteonu hükmediyordu. Romanın çok tanrıları ile Yunanın akıl dahileri nasıl yaşanması gerektiğini öğretiyordu.

Orta Doğu’da İbrahimî dinler kök salıyordu. Dünyaya bir sarmaşık gibi kol uzatmak için gün sayıyorlardı. Sümerlerin ve İranlı Zerdüşt’ün bir kısım öğretilerini zamanlarına uyarlıyorlardı.

Hintliler yine bu zaman diliminde, tüm varlığın özü olarak düşündükleri Brahman adına tanzim edilen yaşamlarını kast sisteminin parçalayıcı sosyolojisinde sürdürmeye çalışıyorlardı. Tanrıların bile “karma”ya tabi olduğu bir döngüden kurtulmak için günahlarını Ganj Nehri’ne bırakıyorlardı.

Şakya Kralı’nın oğlu olan Sidharta Gotama 29 yaşında saray hayatını terk edip hakikati aramaya koyuluyordu. Dilenci olarak, arzulardan kurtulma adına geçirilen 6 yılın sonunda incir ağacının dibinde aydınlanıyor yani “Buda” oluyordu. Binlerce insan tanrıyla hiç ilgilenmeyen bu düşünceye ilgi duyuyordu. Sınırları, Hindistan’ı aşıp Çin’e, oradan da Japonya’ya ulaşıyordu.

O yüzyıllarda Çinliler ise Konfüçyüs’ten ve Lao Tse’dan alıyordu ilhamını. Yine tanrısız bir ahlak vâz ediliyordu Asya’nın bağrına. Orta Doğu’da “Tanrı” merkezli dinler Asya’da “ahlak” eksenli dinlere dönüşüyordu. Evrim devam ediyordu.

Daha uzaktaki Japonlar ise yaratılış öykülerinin merkezine Güneşi koyuyordu. 1945’e kadar işgal yüzü görmeyen bu ülkenin halkı inanç düzeyinde bağlıydılar vatanlarına. Ama ülkeleriyle kurdukları bağ inanca değil sevgiye dayanıyordu. Onlar dünyanın hepsini Japonya’dan ibaret sanıyorlardı. Bir okyanus ötelerindeki Amerika yerlileri gibi doğaldı yaşamları. Çünkü doğa canlı bir organizmaydı, yağmalamazdı ve ancak sevgiyle bağlanılabilirdi.

Bahâîlerin, dinler için söyledikleri “okyanusa dökülen farklı nehirler” tanımıyla ifade edebileceğimiz “perennial görüş”e itibar eden Richard Holloway’ın son bölümdeki şu sözleriyle bitirelim yazıyı: “Bugün din gerilese de geçireceği yeni evrimsel süreçler sonrası seküler hümanizmden daha uzun yaşayacaktır. Çünkü o, Dünya üzerindeki en büyük gösteridir.