Mehmet Çavul


Düşünme Üzerine

Bir önceki yazıda düşünmenin eylem, düşüncenin ürün olduğunu yazmıştım. Evet, düşünme aklın eylemi, amel bedenin eylemi.


Bir önceki yazıda düşünmenin eylem, düşüncenin ürün olduğunu yazmıştım. Evet, düşünme aklın eylemi, amel bedenin eylemi. 

Peki, aklın bu eylemi nasıl gerçekleşiyor?

Düşünmeyi olay, olgu ve varlık üzerine aklî bir çözümleme süreci olarak tanımlamıştık. Buradan hareketle insanın karşılaştığı her durumla ilgili zihni çabası bu tanım içine girer diyebiliriz.

Karşılaştığımız olay, olgu veya varlık bizde merak, ilgi ve yeni sorular oluşturur. Bu sorulara cevaplar ararız. 

Buradan hareketle düşünmenin bir “arayış” olduğunu da ifade etmek gerekir.

Düşüncenin insanlıkla yaşıt uzun tarihi bu arayışın ürünüdür. Bu Felsefe Tarihini de aşan bir arayıştır. 

Buda’nın İncir ağacı, Zeyd bin Amr’ın Arabistan Çölleri, Hz Musa’nın Tur’u veya Hz Muhammed’in Hira’sı bu arayışın Felsefe dışında kalan arayış mekanlarıdır. 

Varoluş sancısı çeken insanın kadim bir ıstırabıdır bu arayış! 

Varlığın sırrına ermek, gerçeğin kapısını aralamak, yaşanan hayatın yanlışlarına karşı durmak veya doğaya hükmedebilmek gibi bir birinden epeyce farklı gerekçeleri var bu arayışın. 

 

Peki, bu gerekçelerle arayan ve bulmayı, “düşünerek” gerçekleştirmeye çalışan insan bu hedeflerine ulaşabildi mi?

Ve bulduklarıyla mutlu, huzurlu olabildi mi?

Mutluluğun daha süreli ve sınırlı bir coşku halini, huzurun ise daha kalıcı bir güven halini temsil ettiğini farz ederek “belki mutlu oldu ama huzurlu olamadı” diyebiliriz. 

Bundan dolayı arama ve düşünme hiç bitmedi.

Dinler Tarihi sanki bu fikri teyit ediyor. Zira, “güven” anlamına gelen “iman” olgusuna sahip insanlar ve milletler tarih boyunca, bilginin kaynağını düşünce ve bilim üzerine ihdas etmeye çalışan toplumlara nazaran daha huzurlu görünmektedirler. Ahiret inancı, ruh göçü veya mahiyeti muhtelif ikinci bir  hayat düşüncesi insanlara bu imkanı vermektedir. 

Bu iddianın çok tartışmalı bir tez olduğunun farkındayım. 

Özellikle modern dönemlerde, Batı rasyonalitesinin hakim olduğu ve lâdini akımların güçlendiği bir zaman diliminde bu iddia yine “düşünme” yöntemiyle savunulabilmeliydi.

Dini düşüncenin modern paradikmalara teslim olduğu veya tarihin tozlu sayfalarında kalmış yöntemlerle savunulmaya çalışıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Bu durum deist, ateist, nihilist ve agnostik düşünce biçimlerine geniş bir alan açmaktadır. Gelenekselci, modernist veya tarihselci yorumlar, oyunun kurallarını belirleyen Batı rasyonalitesi karşısında yenilmeye mahkumdur. Modern bilim anlayışını mutlaklaştıran bu metodoloji dayatması halihazırdaki sonucu kaçınılmaz kılmaktadır. Halbuki kozmolojisi bile en azından üç kez yenilenmiş bu hâkim antropolojik savunu mutlaklaştırılmadan hakikat arayışının farklı yollarına hayat hakkı tanınmalıydı. 

Bu çırpınışı 20. yüzyıl felsefesinin önemli birkaç filozofunda bulmak mümkündür. Kant ile başlayan farklı düşünmeye alan açma gayretleri Henri Bergson ile iddialı bir ses haline gelmiştir. 

Perennial felsefeyi yani dinlerdeki daimicilik düşüncesini esas alan akımı kabul eden veya etmeyen tüm kesimlerin sorumluluk bilinciyle, Batı rasyonalitesine teslim olmayan entelektüel bir çabayı diriltmesi, insanoğlunu en azından “inanç- düşünce” bağlamında “tarihin sonu” kâbusundan çekip çıkarması zorunlu hale gelmiştir.

İnsanın bu çıkışı yine “düşünce-bilgi” üzerine kuracağından şüphe yok. Kast ettiğim şeyin “Bilginin İslamileştirilmesi” olmadığını ifade etmem gerekiyor.

Sadece inanç-din bağlamında değil “tüm değerler” anlamında modernizmin dayattığı nihilist ve agnostik çıkmazdan insanlığı kurtaracak Mesih, özgür düşüncedir. 

Özgür düşüncenin metodolojik halini ifade eden “analitik düşünme yeteneği ve geleneğine sahip olmayan kesimlerin ufuklarının ve bilinçlerinin evrensel anlamlara kapalı olduğunu unutmadan en azından bireysel gayretleri diri tutma zorunluluğumuz vardır.

Atasoy Müftüoğlu, “Hiçbir çağda insanlık, içinde yaşadığımız endüstri çağı kadar yoğun açmazlar ve çaresizlik içine düşmemişti.” der. 

Öyleyse bize düşen düşüncenin namusuna sahip çıkmaktır.