Yükselen milliyetçilik her nedense paylaşılamıyor, her cinsten siyasi partiler milliyetçiliğe vurgu yapmakta adeta yarış içerisindeler. Kimi Türklerin tarihte on altı devlet kurmanın gurur okşayıcılığından bahsedip kendinden geçerken, kimide alaycı üslupla ‘on altı devlet kursak ne, kurmasak ne, bir o kadar da devlet yıkmışız’ karşılığını veriyor, kimi milliyetçiliği Atatürk milliyetçiliği eksenine oturturken, kimi de ulusalcı ya da Türk milliyetçiliği çerçevesinde meseleyi ele alıyor. Anlaşıldığı kadarıyla milliyetçilik ekseninde çeşitlilik artarak devam edecek gibi, ne diyelim sürüsüne bereket dersek yeridir.
Her neyse biz evvela şu on altı devlet olayı neymiş ona bir göz atalım. Malumunuz Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası birtakım devlet adamının kafasında acaba ne yapsak ne etsek de on altı yıldızlı Cumhurbaşkanlığı forsuna Yavru Vatan Kıbrıs'ı da ilave etsek diye bir düşünce doğmuş ve bu düşünce doğrultusunda listede pekte dikkat çekmeyecek bir ismi çıkarmakta karar kılmışlar. Derken akıllarına Batı Hunları düşmüş ve yerine KKTC’yi dâhil etmişler. İyi hoşta tarihi özellik kazanan forsla oynamak çözümün neresinde, çözümden ziyade daha çok tarihle oynamak ya da alay etmek diyebileceğimiz türden tam ibretlik bir durum ortaya çıkıyor. Belki denilebilir ki 1983’te kurulan KKTC’yi tanıma çabasına yönelik bir uygulamadır bu, hem öyle bile olsa yöntem bu olmamalıydı. Kaldı ki tarih müdahale edilen türden bir meta değil ki eğip bükesin, bilakis olan biten her ne varsa yaşanıp kayda geçen hazinedir. İlla cumhurbaşkanlığı forsuna yıldız ilave edilecekse de bu 16 olmazda 17 olurdu, icabında 18 de olabilirdi. Bir kere ortada ilk baştan gelen tarihi gerçeklerle oynanmış bir hata var, bir milletin tarihi on altı devletle sınırlandırılırsa olacağı buydu, hatta olmayanı olmuş gibi göstermekte bir hatadır. Bırakın bu konuları tarihçiler halletsinler, asla bunlar sırça köşklerde ele alınıp bir çırpıda halledilecek konular değil, bir kere her şeyden önce bu işler bilgi gerektirir. Nitekim on altı yıldızın içinde olmayıp da tarihte yerini almış birçok Türk toplulukların varlığı da artık bir sır değil. Oturup bunlara kafa yormak varken, hiç yoktan simgeleşmeye, donuklaşmaya ve rozetleşmeye merak salmışız. Ah birde merakımızı ve enerjimizi simgesel olana değil de öze yönelik harcasaymışız ne iyi olurmuş. Hadi özümüze dönüşten vazgeçtik diyelim bari hiç olmazsa tarihi vakaları objektif yönden değerlendirebilme erdemliliğini gösterebilseydik bu bile bize yeter artardı bile. Maalesef kafa yorup analitik tarih bakışı geliştirmek yerine kolaycılığa kaçmışız hep.
Bakın, tarihimize şöyle bir göz attığımızda kurulan devletler arasında gerek mensubiyet yönünden olsun, gerek idari yönden olsun ağırlıklı olarak Türk unsurlar olduğu gibi, Türk tebaasının dışında yer alan unsurlarda vardı. Bu tabloya baktığımızda rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki; Türklüğü kafatasçılık ya da damarlarda dolaşan asil kana indirgemek tarihi gerçeklerle taban tabana çelişkili bir duruma düşmek olacaktır. Zaten tarih bize saf ırkın olamayacağı yönünde ışık veriyor da. Kaldı ki bizim derdimiz kendini Türk hisseden Türk’tür anlayışında olanlarla değil, bilakis bizim derdimiz tarihi gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıp Türklüğü sloganlaştıranlarla. Tüm mesele bilerek ya da bilmeyerek Türklüğün itibar kaybına uğratanlarda düğümleniyor. İşte bu kör düğüm çözülmediği müddetçe bizim derdimiz bitmez. Dolayısıyla bu noktada kimin Türk, kimin Türk olmadığı bizim umurumuzda olmaz da. Dahası Türklük birleştirici kavram olması gerekirken ayrıştırıcı rol üstlenmiş gibi görünüm vermesi zülfüyârımıza dokunmakta. Hatta bu mesele öyle farklı mecraya kaymış durumda ki; ‘Ya sev ya terk et’ noktasına gelmiş durumda. Oysa Türklük kendi dışındaki unsurları dışlayan bir değer değildir. Her ne kadar kendi aramızda ‘hadi canım bunda ne var’ diyenler çıksa da, ama sanıldığının aksine mesele o kadar da işi basite indirgeyecek kadar aman boş ver türünden hafif mesele değil elbet.
Evet, bir kez daha söylemekte fayda var, bizim farkımız ' Yaradılanı sev Yaradandan ötürü sevme” karakterine sahip olmamızdır, bizim dışındakilerini öteki görmek asla bize yaraşmaz. Hakeza bir zamanlar Adalet Bakanlığı yapmış Mahmut Esad Bozkurt’un Ödemiş Nutkunda dile getirdiği veçhiyle; “…dost da, düşman da, dağ da bilsin ki bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” şeklindeki bir Türklük anlayışı bizim asla kabulümüz olamaz. İlginçtir İsmet İnönü’de 1926 Kasım ayında Türk Ocakları üçüncü kurultayında “Vazifemiz, Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı (etnik unsurlar) kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üzerinde aradığımız, Türk olmalarıdır” şeklinde öteki bir söylemde bulunabilmiştir. Ama bu ne yaman çelişkidir ki kendisinin Milli şef olarak anıldığı dönemlerde 1944 milliyetçilik olayları diye bilinen hadiselerde ilişkili gördükleri içlerinde Alparslan Türkeş, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal gibi milliyetçiler tabutluklara mahkûm edilerek ‘Irkçılık ve Turancılık’ davasıyla suçlanıp yargılanabilmişlerdir. Hakeza Tarihler 1932 yılını gösterdiğinde Türk Tarih kongresine “Türk ırkı ve medeniyet tarihine umumi bakış” adlı bilimsel bir tebliği sunmanın ardından çıkıp kürsüye tezlerini bir bir çürüten Prof. Dr. Zeki Velid Togan’ın üniversiteden atılıp yerlerine Hitler Almanya’sından kaçma arzusunda olan Yahudi profesörlerin yerleştirilmesine, Atatürk’ün kafa ölçüsünü alınmasından tutunda ezanın Türkçeleştirilmesine, üyesi bulunduğu İstiklal Mahkemesince irticacı ve şapkaya muhalefetten yüzlerce insanın sorgusuz sualsiz mahkum edilmesinin yanı sıra idam cezasına çarptırılmasına kadar bir dizi absürt işlerde parmağının olduğu hatta kızları için yazdığı ve defalarca değişikliğe uğrayan andımızın şu meşhur mucidi Dr. Reşit Galip tipi Türklük anlayışı da asla bizim kabulümüz olamaz. Tabii Reşit Galip bunla da kalmayıp bu arada din işlerine de el atıp İslam’da reform adı altında milli din tezi hazırlayıp güya Peygamberimiz Türk asıllıymış, İslam medeniyeti de sırf Türk medeniyetiymişçesine Türk’ün anlayacağı dille ibadetini yapması gerektiği zırvasında bulunabilmiştir.
Vesselam.