Selim Gürbüzer


HÂKİM DEVLET Mİ, HADİM DEVLET Mİ?

Demokratik ülkelerde devlet erkânı toplumu idare ederken demokratik kurallar çerçevesinde merkezi hakemliği rolü doğrultusunda halkı idare ederler. Zaten devlet hakemlik rolü üstlenmeyip tam aksine buyurgan ve hâkim bir misyon üstlenmeye kalkışırsa orada demokratik devlet yerine totaliter devletten söz edebiliriz ancak.


Demokratik ülkelerde devlet erkânı toplumu idare ederken demokratik kurallar çerçevesinde merkezi hakemliği rolü doğrultusunda halkı idare ederler. Zaten devlet hakemlik rolü üstlenmeyip tam aksine buyurgan ve hâkim bir misyon üstlenmeye kalkışırsa orada demokratik devlet yerine totaliter devletten söz edebiliriz ancak.

Malumunuz bizde devlet baba geleneği Osmanlı, İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinden bugüne süregelen çok değişik biçimlerde topluma yansımıştır. Tarihi sürecimize şöyle bir göz attığımızda toplum devlet ilişkilerinin merkeziyetçi yapıda seyrettiğini görürüz. Amma velakin Osmanlının merkeziyetçi yapısı hadimiyet bilinci çerçevesinde karşılıklı güven esasına dayandığı içindir bu noktada ulu'l emr'in tebaanın hizmetine adamışlık bu tutumu halk nezdinde Devlet-i Aliye’nin “devlet baba” olarak kabul görmüştür. Elbette ki böylesi anlayışa haiz yapılanmada ki devlet baba telakkisine kim can hayran olmaz ki? İşte can hayran olunan böylesi babacan bir devlet, idare ettiği tebaası bir arada huzur içerisinde yaşasın diye, icabında bağrında taşıdı farklı milliyet unsurlarına şayet devletine isyan etmeyip bağlılığını devam ettirdiği müddetçe özerklik hakkı tanımayı çok görmez de. Böylece bu anlayışa haiz devlet yapılanması sayesinde farklı kimlikler, farklı mezhepler, farklı meşrepler zenginlik addedilip bölünmeye dönüşmemiş olur. Her ne kadar Osmanlı idari mekanizması merkeziyetçi bir yapı üzerine sistemini bina etmiş olsa da sonuçta bağrında taşıdığı farklı unsurlarla nasıl bir arada huzur içerisinde yaşanılır formülünü hayata geçirebilmiştir, farklılıklar asla ayrılık gayrilik görülmemiştir. Şu bir gerçek Osmanlının ilk kuruluşundan yükselişine kadar geçen sürede varlığını toplumun sadakatine borçlu olarak hissedip kendisini bu hissiyatla toplumun emrine amade ve hizmetine adaması onu üç kıtada hükmedecek bir avantajlı konuma getirmiştir. Kelimenin tam anlamıyla devlet halk kaynaşması hizmetkârlık ilkesi doğrultusunda yürümüştür. Ta ki Osmanlı yükselişten gerileme sürecine giriverir, işte o zaman hadimiyet duygusunun bir anda erimeye yüz tuttuğunu müşahede ediyoruz. Hatta bu durumu bütün çıplaklığıyla İttihat ve Terakki döneminde görebiliyoruz. Keza Cumhuriyet döneminde de devlet erkânı oluşumu ulus devlet anlayışına göre yapılanmıştır. Derken hadim devlet modeli çığırından çıkıp millet üzerinde buyurgan yapıya bürünmüş demoklesin kılıcı bir şekil almıştır. Dolayısıyla sivil toplum ruhunun izlerini Cumhuriyet’in ilk yıllarında pek göremeyiz. Bu yüzden bu yıllar toplum için kayıp yıllar olup her şeyin buyurgan devlet eliyle yapıldığı bir süreç olarak tarihe geçmiştir. Gerçekten de o yıllarda kurulan yeni devletin ana felsefesi tavandan tabana yapılanma üzerine bir sistem oluşturmak olduğundan ortaya çıkan yönetim modeli de ister istemez tepeden tırnağa halkı kendi tekelinde kontrol etme şeklinde tezahür etmiştir. Ve bu modelde tek hâkim güç devlet aygıtıdır. Her ne kadar TBMM'de “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılı bir döviz olsa da, bu güzel veciz söz epey uzun yıllar boyunca söylem olmaktan çıkıp da uygulamaya geçememiştir. Nasıl geçebilsin ki, bir kere milletin üstünlüğü ilkesi özde değil sözde olarak yansımıştır. Oysa her şey milletin iradesine göre şekillenmiş olsaydı değil sadece milletin egemen olması karar da milletin olacaktı.

Devlet mekanizması, gerek kültür, gerek ekonomi ve gerekse sosyal hayatın bütününü şayet kendi hegemonyası altına alıyorsa, anlayın ki orada merkeziyetçi ve buyurgan bir devlet modeli var demektir. Maalesef devlet baba geleneğimiz çarpıtılıp bu gerçekleri görmemize mani olmakta. Malum bir zamanlar devlet hiyerarşisini seçilmişler değil, atanmışlar belirliyordu. Tabii hal vaziyet böyle olunca siyasi partiler de, milletin sesi olmaktan ziyade tayin edilmişlerin kontrolüne girmiş teşekküller olarak varlıklarını sürdürmüş oluyorlardı. Elbette ki sivil inisiyatifin egemen olmadığı ortamlarda atanmışların cirit atmasına şaşmamak gerekirdi. Toplumu göz ardı eden yapılar hep böyledir zaten. Devletin kutsallaştırıldığı bir ülkede karşımıza haramilerce çembere alınmış bir toplum modelinin çıkması kaçınılmazdır. Üstelik atanmışlar hadim devlet modelinin biçimlenmesine engel yapılar olarak konuşlandırılmış durumdalardı.. Maalesef yıllarca merkeziyetçi yapının ana kontrol kademelerini askeri ve sivil bürokrasi oluşturmaktaydı. İşte böyle bir ana kontrol kademesi üzerine kurulu devlet aygıtının “yüksek askeri bürokrasisi” ve “statükocu sivil bürokrasi” tarafından kuşatılmışlığı birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmekteydi. Elbette ki böyle bir sistemde milletin “bizi temsilen idare et” diye gönderdiği seçilmişler iş baş yaptıklarında karşılaştıkları tabloda kendilerine biçilen misyonun sadece ara buluculuk üstlenmek olduğu görülmüştür. Dolayısıyla sivil toplum siyasilerden talepte bulunduğunda, siyasilerin mevcut sistemde yapacağı tek faaliyet aracı koordinatörlük görevi üstlenmek olmuştur. Zaten elinden başka bir şeyde gelmezdi, Nasıl aracı olmasın ki, mevcut sistemin çarkları bu çarpık mekanizma üzerine kuruluydu. İşte bir daha bu durumlara düşmemek için sistemimizi sivil katılımcı modele göre yapılandırmamız gerekir. İcabında bu da yetmez eğitim sistemimizi sil baştan yeniden gözden geçirip, insan odaklı bir projeyi hayata geçirmek gerekir. Şayet sivil toplum olgusu her sahada hâkim kılınabilirse, Türkiye’de hadim devletin ayak seslerini her daim yüreğimizde daim kılmak an meselesidir diyebiliriz. Zira toplumumuzun geleceği hâkim devlet yapılanmasında değil, hadim devlet yapılanmasıyla daim olur.

Bilindiği üzere 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 şubat dönemlerinde sivil inisiyatif programları yürürlükte olmayınca, Türkiye'nin önüne çıkan her türlü mesele sümen altı edilip sırça köşklerde gününü gün ediyorlardı. Maalesef ülke meselelerini örtbas eden, köyden kente göç meselesini görmezlikten gelen ve rant ekonomisinin gidişatına dur diyemeyen hantal devlet yapılanması sürekli kriz üreten bir mekanizma olarak karşımıza çıkmıştı. O günlerde devlet yapılanması kendi içindeki kokuşmuşluğu bir kenara bırakıp toplumu çıkardığı kanunlarla zapturapt altına alaraktan kontrol etme üzerine kurulu bir yapılanmadır. Hele bilhassa demokrasinin kesintiye uğratıldığı o ara dönemlerde aba altından sopa göstermeyi karanlık dış ve iç mihraklara karşı kullanmak yerine tam aksine topluma karşı kullanılmıştır hep. Nitekim Muhsin Yazıcıoğlu’nun o günlerde “Namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam” sözleri gayet yerinde tarihi bir çıkış olarak hafızlarımızda yer etmiştir. Gerçekten de bu tip dönemlerde devletin köşe başlarını tutmuş askeri ve sivil vesayetten oluşmuş bürokrasiyi sorgulamak yürek isterdi. Tâ ki ANASOL-M hükümeti milletin oyu ile yıkılıp 2002 yılı gelinceye dek bu korku devam etmiştir. Yine de 2002 sonraki dönemlerde ki yıllarda her şey güllük gülistanlık geçti diyemeyiz. Bakınız Türkiye'nin gerek 2007 Temmuz genel seçim sonrası ulusal sol yargı darbesinden tutunda 2014 Mart yerel seçimler öncesi, yani 17 Aralık 2013 CIA ve MOSSAD’ın kendi içerimizde kullandığı FETÖ aparatı yargı darbesi girişimlerine kadar pek çok badirelerle karşı karşıya kalmamız seçilmiş meşru hükümeti devirme girişimlerinin sonlanmadığının bariz göstergesi olmuştur. Malum 2007 yılının Nisan ve Mayıs aylarında yapılan cumhuriyet mitingleriyle hükümeti devirmeye yönelik darbe tehdidi salvoları 2010 yılı içerisinde yapılan Anayasa değişikliği referandumuyla havası alınıp söndürülerek atlatılabilmiştir. Peki, havası alınıp söndürüldü de ne oldu, huylu huyundan vazgeçmez misali adamlar kınında durmayacak ya, bir bakıyorsun Mayıs-Haziran 2013 tarihi itibariyle de Gezi eylemi kalkışmasıyla hükümeti devirmeye yönelik darbe girişimi denemelerini sürdüreceklerdir. Hakeza bu denemeden de netice alamayınca bu kez 17-25 Aralık 2013 tarihi itibariyle bir kısım bakan ve oğullarının güya rüşvet ve yolsuzluğa karıştığı tape’ler ve skandal soruşturma girişimleriyle darbeye giden yolun kilometre taşlarını döşeme denemesine girişilmiştir. Neyse ki bu ve buna benzer hükümeti devirmeye yönelik tehdit girişimleri milletimizin derin feraset sinesine takılıp en nihayetinde ülke gündemimizi epeydir meşgul eden gerek Ergenekon tehdidi gerekse FETÖ tehdidi bertaraf edilebilmiştir. Şaye bu ve buna benzer kumpaslar milletimizin derin sinesine takılıp darbe girişimleri bertaraf edilememiş olsaydı ya İtalya’daki gladio benzeri Ergenekon yapılanmasıyla birlik ve dirliğimiz yok edilecekti ya da devletin içine sızmış Paralel İhanet Çetesi yapılanmasıyla defterimiz dürülecekti. Allah’a şükürler olsun ki bu badireleri kıl payı da olsa atlatabildik. Hem nasıl şükretmeyelim ki, düşünsenize bizimle içte ve dışta onca uğraşılara rağmen hem askeri vesayet zincirlerinden, hem 28 Şubat postmodern darbe zihniyeti artığı askeri postallardan brifing alan yargı kumpasından, hem de FETÖ kaynaklı paralel ihanet çetesi yapılanmalarından bir şekilde kurtulabilmişiz. Ancak bu gün olmuş halen bu yaşadıklarımızın travmasını üzerimizden atamadığımızda her halimizden besbelli zaten. Baksanıza artık gelinen noktada kimsenin kimseye güveni kalmadığı bir süreç yaşıyoruz. Öyle ki milletin kahır ekseriyetinin bunlardan asla zarar gelmez dediği cemaat görünümlü içi başka dışı başka bir yapıya mensup insanların devletin önemli kademelerine sızıp belirli bir güce eriştiklerinde bir bakıyorsun uluslararası güçlerin maşası konumuna gelebiliyorlar. Nitekim 17 Aralık 2013 geldiğinde, yani 30 Mart 2014 yerel seçimlere ramak kala maskeleri düşüp bir başka vesayet güç olarak karşımıza çıkmışlardır. Meğer onların bir zaman askeri vesayete karşı görünmeleri kendi vesayetlerinin inşa etmek için takiye bir görününmüş. Derken dış güçlerin içimize güya diyalogdan yana cemaat görünümüyle sızdırdıkları paralel ihanet çetesi örgütlenmesi paralel bir yapıyla Türkiye’ye ayar vermeye kalkıştıklarına şahit olduk. Tabii bu karşılaştığımız yeni durum hiç alışık olmadığımız bir manzaraydı. Hatta bizimle dost olarak sandığımız asla böyle bir camiadan zarar gelmez diye düşündüğümüz cemaat görünümlü paralel ihanet şebekesini dış güçler üzerimize saldırtarak bekamıza yönelik bir operasyon düzenlenmiştir. Dahası başımıza gelen bu hazin durum biraz da geçmişten kalan derin devlet denilen mekanizmalarının ürettiği kalıntı kliklerin önümüze koyduğu tablonun doğurduğu bir neticeydi bu. Üstelik önümüze konulan bu tabloda Türkiye'nin demir ağlara kavuştuğu dört dörtlük büyümenin gerçekleştiği günlere denk gelen dönemlerde tüm bu darbe girişimleriyle cennet vatan ülkemiz iç ve dış senaryolara kurban edilmek istenmiştir. Neyse ki 15 Temmuz darbe girişimi eli öpülesi necip milletimizin destansı direnişiyle akamete uğratılabilmiştir. Dolayısıyla bir daha bu tür darbe girişimleriyle karşı karşıya kalmamak için geçmişin o acı hadiselerinden ders çıkarıp mevcut sistemi sil baştan yeniden yapılandırmamız gerekir. Dahası yediden yetmişe hemen herkesin hem fikir olduğu sistemin tıkanmışlığı hususunda gereken adımları atmayı bu necip milletimizden esirgememiz gerekir. Kaldı ki 12 Eylül darbeci lideri Kenan Evren bile mevcut sistemin tıkandığını, hatta en hassas konuların tartışılması gerektiği türünden söz eder noktaya gelmişken hala birilerinin farklı fikirlerin özgürce konuşulmasının önüne geçmek için etrafa korku salıp kendilerinin statükocu düşüncelerinin her daim egemen olmasından yana tavır sergilemektelerdir. Oysaki değişmemekte direnenler değişimin önüne ne kadar barikat engeli koyarsalar koysunlar sonuçta değişim iksiri kendi mecrasında ilerleyip en nihayetinde kazanan yine değişim iksiri olacaktır. Uzun bir süredir toplum hor görülse de eninde sonunda sağduyunun galip geleceğine inancımız tamdır. Nitekim geçmişte bugüne onca iç ve dış kaynaklı algı operasyonlarıyla insanımızın fikrine ve zikrine müdahale edilerekten ten pranga vurulup kendilerince ayar çekmelerine rağmen yeri geldiğinde tıpkı 15 Temmuz destanında olduğu gibi devlet-millet dayanışmasıyla onca çekilen ayarların ve üretilen krizlerin üstesinden bir şekilde gelinebilmiştir. Her ne kadar cennet vatan ülkemiz zaman zaman belirsizliklerin girdabına çekilerekten iki aylık, üç aylık, yıllık kurulan hükümetlerle kesintiye uğrayan dönemler yaşasa da milletimizin derin feraseti sayesinde bir bakıyorsun devlet toplum barışıklığını daim kılacak iktidarlar dönemlerine geçiş yapabiliyoruz. Böylece gücünü milletten alan hadim devlet anlayışıyla icraat sergileyen hükümetler her daim işbaşında olduğu müddetçe gerek içte gerekse dış karanlık zinde güçlerin eski karanlık günlere dönme hevesleri kursaklarında kalması an meselesidir diyebiliriz pekâlâ.

Daha genel manada meseleyi ele aldığımızda toplum talepleri siyasette tam karşılık bulmamıştır. Madem öyle, hadim devlet yapılanmasını daim kılacak mekanizmaları oluşturmamız icab eder. Bir kere her şeyden önce çok boyutlu düşünme diye bir derdimiz olmalı. Ne var ki milletin iradesi derin devlet mekanizmalarının koridorlarında maniple edilmektedir. Bunda sistemden beslenen siyasi partilerinde çok büyük payı olup vebal altına girmişlerdir. Türkiye’de siyasete bakış devlet nimetlerinin dağıtıldığı ulufe sistemi olarak bakıldığı müddetçe devletin buyurgan tavrında herhangi bir değişiklik beklemek hayal olacaktır. Belli ki mevcut sistem ve mevcut Anayasa bize dar gelip çözüm üretmiyor, aksine çözümsüzlük üretiyor. Maalesef kronik açmazımız sistemsizliktir. İşte böylesi dar gömlek sisteme karşı seyirci kalan liderlik sultası kurbanı milletvekilleri, hatta biz, siz, hemen herkes bu işte büyük bir vebal taşıyor. Bu gidişata dur denilmezse toplumun büyük çoğunluğu güdülen konumda olacak gibi. Her şey gayet çok açık, hepimiz aynı anda dar gömlek çözüm üretemeyen sistemin çarklarına yenik düşüp koyun misali güdülür olduk. Ne hikmetse çok uluslu yalan ve dolanlara kanmaksızın güdülmekten hoşlanmayan Türkiye sevdalıları mercek altına alınıp irticacı, ırkçı yaftalama ve karalamalarla elimine edilme cihetine gidilmiştir. İşte bu nedenledir ki Mevlana’ca “Ne olursan ol yine gel” diye çağıran ve ayırım yapmayan merhamet eli doğacak günleri büyük bir sabırla bekliyoruz. Aydınlık güneşi yeniden doğduğunda Türkiye sevdalılarına yönelik karalama kampanyalarının yerini bir elinde Kur’an, bir elinde bilgi teknolojik donanım olan alperen ve teknokrat bir neslin doğacağına ve yarınlarımızın aydınlık günler olacağına ümit varız.

Şu bir gerçek bikere her şeyden önce başımızı gömdüğümüz kumdan kaldırıp karanlığa ışık yakacak aydınlık yarınlar için çaba göstermek gerekir. Buna mecburuz da. Çünkü yaşanan krizlerin temelinde tek tip görüşlerin hükümranlığına karşı sessiz kalışımız söz konusudur. Madem öyle, milletçe ortak paydada buluşmaya engel monolog görüşlerin veryansına aldırış etmeksizin, çoğulculuğu inşa edecek adımları atma isteğimizde ki sivil inisiyatif tepkimizi şu haykırışımızla sessizliğimize son vermemiz gerekir: “Gün devletin köşe başlarını ele geçirmiş elitist oligarşi güçlerin toplumun iletişim kanallarını tıkama faaliyetlerine seyirci kalma günü değil, gün taşın altına elimizi koyma günüdür.

Hepimiz şunu iyi biliyoruz ki, yaşadığımız kaos veya karmaşa hali sırça köşklerde bir bardak suda fırtına koparma cinsinden suni gündemlerle servis edilen cinnet tablosu bir durumdur. Belli ki tek tip anlayışı esas alan devlet yapılanması, çoğulculuğu esas alan bir devlet yapılanması oluşturmak istemediği içindir ülke içinde suni krizler bir türlü bitmek tükenmek bilmiyor. Gerek toplum devlet ilişkisi gerekse toplum siyaset ilişkileri birbirinde kopuk olduğu sürece bir türlü iki yakamız bir araya gelip dikiş tutmayacak gibi gözüküyor. Ta ki toplumun devlete güvenle baktığı, devletin de toplumun her kesimine aynı eşik mesafede sıcak baktığı günler gelir, işte o an pembe şafakların doğması bir hayal değil hakikatin tâ kendisi olacaktır. Belli ki ara ara yaşadığımız kriz ortamlarından çıkmanın yolu hâkim devlet yapılanmasından hadim devlet yapılanmasına geçişle mümkün gözüküyor. Hatta bu geçiş süreci de yetmeyebilir icabında milletin yönetimde söz sahibi hale gelmesi içinde sivil katılım modelini pratik hayatta uygulamakta gerekir.

Bilindiği üzere tek parti iktidarı Milli şef döneminde sivil katılım, sivil inisiyatif gibi kavramlar bize yabancı kavramlardı. İşte o dönemlerde tüm dayatmalara karşı sessiz kalışımızın bir nedeni de bu söz konusu kavramlardan bihaber olmamızdır. Öyle buyurgan devlet yapılanmasına alıştırılmış ki elimizden ekmeğimizi alsalar gıkımız çıkmayacak kadar sessizliğe alıştırılmışlık halimiz söz konusuydu. Neyse ki Özal döneminde start alan yasakları kaldırmaya yönelik demokratikleşme adımları sayesinde toplum kendi sivil söylemlerini özgürce dile getirebildiği gibi bu arada kendine olan öz güveni de artmış oldu. Böylece sivil anlayış taban buldukça, toplum iradesinin siyasete yansıyan tıkalı kanalları da bir nebze olsun açılıverdi. Her ne kadar halkın iradesi tam manasıyla siyasette ağırlığını hissettirmese de halk en azından kendi üstüne düşen görevi sandığa gittiğinde iradesini ortaya koyabiliyor. Halkın sandığa sahip çıkma hassasiyeti inandığı değerlere bağlılığından kaynaklı bir hassasiyettir. Nitekim toplum İslâm’ın sadece vicdanlara hapsedilemeyeceğini sosyal hayatın her safhasında ibadet şuuruyla çalışılması gerektiğinin farkına vardıkça, artık dünyadan el etek çekmek ya da hayatını dört duvar arasında geçirmeye pekte meraklı olmadığı gözüküyor. Tabii toplumumuzun kabuğundan çıkıp sosyal hayatın her alanında yer alma çabası çok önemli bir gelişmedir. Dahası İslami şuur toplum katmanlarında gelişme kaydettikçe dayatmalar karşısında sessiz kalan kitlelerin sesini yükselterek hukuki yollardan hak arayışına girdiklerini müşahede ediyoruz. Düşünsenize daha düne kadar başörtülü kızlarımız üniversite kapılarından kovuluyordu, Allah'a çok şükürler olsun uzun mücadeleler sonucunda artık sadece üniversitelerde değil kamuda bile başörtülü olarak çalışabilir duruma gelebildik. İşte bu noktada İslâm’a gönül vermiş kesimlerin gerek toplum nezdinde, gerek siyaset arenasında, gerekse kültürel alanlarda bizde varız haykırışıyla varlığını ortaya koymasını çağımızın çok önemli değişim hadisesi olarak görüyoruz. Hele birde bunun üzerine halkın rahat nefes alabileceği şekilde ilave demokratikleşme yolunda adımlar atıldıkça her geçen gün farklı kimlik, farklı kültür, farklı mezhep ve farklı meşrepte ki insanların bir arada kavgasız gürültüsüz bir şekilde dostça yaşayıp kendilerini dönüştüreceklerine şahit olacağız Kendini dönüştüremeyip içe kapananlar ise malum her zaman ki gibi statükonun kollarına kendilerini teslim etmiş olacaklardır. Şayet statükoya teslim olmuş o insanlar topluma kazandırılamazsa biliniz ki, o insanlar fırsat bulduklarında Türkiye'nin başına yeni dertler açmaktan geri kalmayacaklardır.

Malumunuz insanımız tarihi süreç içerisinde ne elemler, ne çileler çektiyse statükocu zihniyetin hükümranlığından çekmiştir. Şayet bu statükocu zihniyet devletin köşe başlarını tutmasaydı farklılıklarımız bölücülük olarak algılanmayıp bilakis zenginlik olarak algılanacaktı. Elbette ki bizim derdimiz mazeret üretmek değil, çözüm üretmektir. Ne var ki bir zamanlar çözüm arayışımız Ankara’nın derin koridorlarında sümen altı ediliyordu. Hakeza farklı fikirler, farklı kültürler, farklı kimlikler zenginlik olarak addedilmeyip bölücülük olarak algılanıyordu. İşte böylesi yanlış algılanmanın yol açtığı toplumsal kutuplaşmaların temelinde hiç kuşkusuz hadim devlet yapılanmasının olmayışı yatmaktaydı. Madem öyle, bir daha bu tür yanlış algılara meydan vermemek için hizmetkâr devlet yapılanmasını geliştirip sürekliliğini sağlamak gerekir. Aksi takdirde yeniden eski Türkiye’nin o statükocu zihniyetin buyurgan anlayışındaki hâkim devlet yapılanmasına geri dönüp çağın gerisinde kalmış oluruz.

Şu bir gerçek; toplum katmanlarında var olan farklı tonlamalar, farklı talepleri de beraberinde getiriyor. Şayet talep noktasında toplum olarak muhatabımız derin devletse bu talep resmi söylemle hizaya çekilmeye çalışılacaktır, yok eğer muhatabımız hadim devlet ise devletin ideolojisi olmaz düşüncesinden hareketle talebimiz ferdin fikrine zikrine hürmeten olumlu yönde karşılık bulacaktır. Bu demek oluyor ki talepler muhatap olacağımız makamın konumuna göre şekil alabiliyor. Tabii bizim tercihimiz hadim devlet konumuyla konumlanmış devlet erkiyle muhatap olmaktan yanadır. O halde devletimizin geçmişteki uygulamaların bir kenara bırakıp her hâlükârda hadimiyet yüzünü göstererekten farklı mezheb, farklı meşreb ve farklı kültürdeki insanların bir arada ilişkilerindeki muhataplığında hakem rolü üstlenmesi en doğru erdemlilik tutum yanı olacaktır. Şayet devlet aksi tutum sergilerse toplumun devlete bakışı düşmanca olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki bir devlet idare ettiği halkıyla ele ele gönül gönüle verip hemhal olabiliyorsa ancak o zaman hadim devlet olarak adından söz ettirebiliyor.

Farklılıklarımızı bölücülük olarak nitelemeden, çokluk içinde birlik olmak ülkümüz olmalıdır. Bu da yetmez kardeşlik bağlarımızı güçlendirecek projeleri de hayata geçirmek gerekir. Zaten farklılıklarımızı zenginlik olarak algılamak, insanlarla empati kurabiliyor olmak ve Yunusça “Yararadılanı Sev Yaradandan Ötürü” esprince birbirimizi sevmek erdemli insan olabilmenin bir gereğidir. Devlet açısından erdemlilik ise insanı sistemin merkezinde görüp baş tacı yapmaktır. Zira devlet insanı baş tacı yaptığında ancak hadim devlet olarak nitelik kazanabiliyor. Hakeza sosyolojik anlamda gerçek demokrat devlet olmakta idare ettiği tebaasını bir arada yaşatma erdemliliğini göstermesiyle mümkün. Madem öyle, demokrasi söz de değil özde uygulama yöntemi olarak hayata yansımalı. Öyle ya, demokrasinin adı olmuş neye yarar ki, önemli olan özde varlığını hissettirmesidir.

Bunalımdan çıkış yolu hâkim (buyurgan) ve hantal devlet inşa etmek değil bilakis hakem ve hizmetkâr devlet inşa etmektir. Nitekim Şeyh Edebali bakın bu hususta ne güzel demiş; “Ey oğul insanı yaşat ki devlet yaşasın.” 

Hâsılı kelam, Hâkim devlet mi, hadim devlet mi? sorusunun cevabı bizim açımızdan insanı yaşatacak olan hadim devletten yana olmaktır.

Vesselam.