Selim Gürbüzer


İDRAKİMİZE GİYDİRİLEN DELİ GÖMLEK İDEOLOJİLER

İnsanımızın başı bin türlü dertten kurtulmadığı içindir çareyi hep ideoloji arayışında bulmakta. İşte bu arayış içerisinde ‘Ben neyim’, ‘Ben kimim’ soruları ister istemez karşımıza kimlik meselesi olarak çıkmakta.


      İnsanımızın başı bin türlü dertten kurtulmadığı içindir çareyi hep ideoloji arayışında bulmakta. İşte bu arayış içerisinde  ‘Ben neyim’, ‘Ben kimim’ soruları ister istemez karşımıza kimlik meselesi olarak çıkmakta.  Derken insanların liberal mi, sosyalist mi, milliyetçi mi, Atatürkçü mü, İslamcı mı gibi kimlik edinme arayışları bir türlü ardı arkası kesilmez.  Aslında bu arayış içerisinde yolunu yol bilmeyip yol kesen haramilere yem olma riski de söz konusu. Hele bilhassa ülkemizde genç kuşağın içi boş sloganların aldatıcı cazibesine kapılıp ardına düşmesi kimlik krizinin ne denli mühim bir hadise olduğunu bize göstermekte.  Tabii bu duruma şaşmamak gerekir,  gençler tarihi köklerinden bihaber bir şekilde analitik düşünceden yoksun serseri mayın misali kendi kaderleriyle baş başa halde bırakılırsa olacağı buydu.  Hele kimlik meselesinin üzerine gidilmeyip seyirci kalındığı sürece gençlik ardına düştüğü sloganları rehber edinmesi kaçınılmazdır. 

        Düşünsenize gelinen noktada insanlar sloganları yönlendirmeyip tam aksine sloganlar insanları yönlendirip hamasi söylemler pirim yapmakta. Tabii hal vaziyet böyle olunca da sözde aydın geçinen bir takım aklı evveller hamasi söylemlerle taşra insanını köylü, gecekondu da konaklayan insanı ise proletarya olarak takdim edebiliyor. Şimdi gel de bu tip kördüğüm manzaralar karşısında içimiz yanmasın. İşte böylesi analitik düşünceden yoksun, eline tutuşturulmuş reçetelerle televizyon ekranlarında sağda solda ahkâm kesen ve sözde aydın geçinen bir avuç zümre yüzünden hamasi slogan varı söylemler ışık feneri olarak algılanabiliyor. Baksanıza bunlar yüzünden kendini ideoloji cenderesine kaptırmış bir sürü zavallı gencimiz deli gömlek giymiş haldelerdir. Nitekim Cemil Meriç bu durumu; “İdeolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömleklerdir” diye ifade etmiştir. 

         Evet, gençlerin idraklerine giydirilen deli gömlekler aynı zamanda hayatlarının baharında ilerlemelerine mani ayak bağı olacak birer prangadır da. Bakalım gençlerimiz bu ayak bağı prangalardan ne zaman kurtulurlar, doğrusu bizim içinde bir merak konusu. Aslında bir oyundur sürüp gidiyor. Maalesef gençlerimiz ellerine tutuşturulan kökü dışarda yazılmış reçetelerin içeriğine vakıf olmaksızın kapana düşmekteler adeta. Şayet ellerine tutuşturulan her bir reçetenin beş temel öğe üzerinde test edilmesi gerektiğinin bilincinde olsalardı hiç kuşkusuz kapana düşüp kıstırılamayacaklardı. Dahası kandırılarak ardına düştükleri ideolojilerin kendilerini geleceğe kanatlandıracak reçeteler olmadığını idrak etmeleri çok kolay olacaktı. Malum bu beş temel öğe sistemin yapısını ortaya çıkaracak olan “tanım, amaç, metot, uygulama ve ispat” unsurlarından başkası değildir. Aslında bu beş temel unsur aynı zamanda takip edilecek yolun doğruluğunu test edecek bir tür analitik gösterge öğeleridir. Şöyle ki; bir sistemin temel amacını, izleyeceği yöntemini, kullandığı kavramların tanımını ve uygulanabilirliğinin ispatını test etmeksizin, yani analize tabii tutmaksızın doğruluğunu ortaya koymadan o sistem hakkında kanaat edinilemeyeceği muhakkak. Hele bilhassa gençlerin her hangi bir sistem hakkında bilgi edinmeksizin hemen kör kütük kendilerini ideolojik akımlara kaptırmaları bu söz konusu 5 temel öğeden bihaber olmalarından ve sistem analizi yapma kabiliyetinden yoksun bir şekilde yetişmelerinden dolayıdır. Bu arada belirtmekte fayda var; sistem analizi yapmak sadece ideolojilere has bir durum değil, ilim ve diğer dalları da kapsayan bir durumdur.  Öyle ki sistem analizini ortaya çıkaracak beş temel unsuru kısaca ele aldığımızda;

        Amaç; sistemin gayesi ve erişmek istediği hedefi belirlemek için vardır.

        Yöntem; sistemin takip edeceği yolun ne olduğunu belirlemek için vardır.

        Uygulama;  sistemin savunduğu reçete ya da doktrinini pratik hayata nasıl yansıyacağını göstermek için vardır

        Tanım; sistemin kullandığı argüman ve kavramların tarifini ortaya koymak için vardır. Ki, tanımlama kavram kargaşalığına meydan vermemek için olmazsa olmaz şart unsurların başında gelir dersek yeridir. 

        İspat; sistemin dayandığı temel dayanaklarının pratikte geçerli olup olmadığını ortaya koymak için vardır.  Değim yerindeyse bir sistem analitik terazide kalibre edilir geçerlilik arz ederse ne ala,  aksi halde hiçbir temel dayanağı yok demektir.

         Bir birey düşünün ki, sistemin doğruluk payının olup olmadığını ortaya koyacak olan bu söz konusu beş temel unsurun analitik ölçüm değerlerinin eleğinden geçirmeksizin körü körüne herhangi bir fikri akıma kapılıp rehber edindiğini,  vay o bireyin haline, artık bu durumda o kişinin dönüşü olmayan çıkmaz bir yola girmesi an meselesidir. Öyle ki bu noktada o kişi çoktan  ‘izm’ini, ‘cilik’ini, yani ideolojik mensubiyetini ilan etmiş olur da. Derken deney ve gözleme dayalı kriterler böylesi sabit fikirli bireylerin gözünde bir hiç mesabesindedir,  onun için varsa yoksa mensup olduğu ideolojik akımın öngördüğü öğretileri tek ölçüdür. Hele bir insanın bilinçaltı boşalmaya bir görsün, artık kendisi için tek önder gördüğü yanılmaz otoriterleri rehberi olacaktır.  Nasıl mı?  Şayet bir birey komünizme kendini kaptırmışsa onun için tek otoriter dayanak olarak gördüğü Lenin, Stalin, Mao Zedung gibi totaliter liderlerin Marksist öğretileri olacaktır. Böylece pratiği olmayan öğretilerle bir ömür tüketecektir. Ömrünü bir hiç uğruna heba etmek buna değer mi, bilinmez ama şu bir gerçek ömür tükettikleri komünizmi bir iki örnekle bile idraklerine giydirilmiş deli saçması bir ideoloji olduğunu ortaya koymak pekâlâ mümkün. Mesela Marksist felsefeden hareketle habire diline doladıkları emek teorisini ele aldığımızda yer altında bir saat çalışan bir kömür maden işçisiyle, yine bir saat çalışarak paha biçilmez inci çıkartan mühendisi aynı kategoride eşit tuttukları bir ideolojiye kendilerini adadıklarını görüyoruz. Ki, bu akla ziyan bir adamadır. Hakeza elektriği bulan Edison'un bir saat çalışmasıyla inşaat boyacısının bir saatlik çalışmasını eşitlemeye kalkışmaları da kendilerini akla ziyan ideolojiye kaptırma örneğidir. İşte görüyorsunuz bu iki basit örnek bile emek-değer teorisinin nasıl içi boş bir teori olduğunu ortaya koymaya yeter artar da. Onlar kendilerini adadıkları deli gömlek ideolojilerini idraklerine giydire dursunlar oysaki Kur’an-ı Mu’cizül Beyan insanlığın farklı rızıklarla donatıldığı gerçeğini asırlar öncesinden gözler önüne sergilemiştir.  Hakeza “Beş parmağın beşi de bir değil” atasözü de bize beşeri hayatta tam eşitliğin olamayacağının teyidini sunar.  

         Evet, bilimin metodu deney ve gözlemdir, bu kriter asla inkâr edilemez. Ama yasama tarafından çıkarılan kanunlar öyle değildir,  dolayısıyla meclisten çıkan her kanun her zaman yüzde yüz doğrudur diyemeyiz. Nitekim bugün hükmü geçerli olan bir kanun yarın bir bakmışsın hükmünü yitirebiliyor. Yani bu demektir ki, kanunda olsa her daim yenilenmeye muhtaçtır. Hakeza ideolojilerde öyledir. Mesela 1920 ve 1930’lu yılların şartlarında çıkarılan kanunlar ve bir takım düzenlemeler bu günün şartlarında geçerliliğini yitirip yenilenmesini gerektirebiliyor. Bu gerçeğe rağmen gelinen noktada sanki günümüzde hilafet ya da saltanat varmış gibisine hala Osmanlıya reddiye döşeyenler var. Artık geçmiş geçmişte kalmıştır.  Hem kaldı ki geçmişte ne olmuş ne bitmiş tüm bunlarla oyalanmak yerine tüm enerjimizi geleceğe harcamış olsak zamanda kaybetmemiş oluruz. Malum kendilerini Kemalist olarak addeden bir takım aklı evveller, hala geçmişi karalayarak cumhuriyetçilikten dem vurmaktalar. Oysaki bugün birileri çıkıp kendini halife ilan etse bırakın Müslüman ülke halkı insanlarını, Türkiye’de acaba kaç insan biat edip ardından koşar ki? Bu hem öyle söylenildiği kadar basit değil elbette. Belli ki birileri geçmişte yaşanan olayları o günün şartları çerçevesinde değerlendirmek yerine tam aksine o günün şartlarını bugüne taşıyıp felaket tellallığı yapmak kolaylarına geliyor. Hiç kuşkusuz Atatürk bugün yaşamış olsaydı dün yaptığının aynısını değil bugünün şartları neyi gerektiriyorsa onu yapardı. Düşünün ki, o günün konjonktürüne uygun yürütülen devlet sektörü ağırlıklı politikaları küreselleşen dünyada bugün de aynı şekilde sürdürüyor olmakta ısrar edilseydi kim bilir geldiğimiz noktada halimiz nice olurdu. Günümüzde artık ekonomi küresel boyut kazanmış durumda, dolayısıyla ekonomik ilişkilerde kıyasıya rekabet gerçeği söz konusudur. Ve bu ekonomi alanında ki yarışta devlet ancak hakem rol üstlenmek için vardır. Dolayısıyla asıl devletçilik devletin hakemliğinde Türkiye'ye çağ atlatmaktır. Hadi Kemalistlerin ekonomiye bakışlarındaki koyu devletçilikten yana ısrarlarını bir noktaya kadar karışı çıkmamış olalım, peki kültürel alanda Atatürk’ün çizdirdiği Türklerin Ergenekon’dan dışa açılışını ve çıkışını simgeleyen tablosu ile bu anlamda Bozkurt amblemi bastırdığı paraları görmezden gelmelerinene demeli. Yetmedi milliyetçilik kavramını kişiselleştirip Atatürk milliyetçiliğinden dem vurmaktalar.  Oysaki Atatürk Türk milliyetçisi bir lider, hiçbir zaman bilime ters düşecek kişiye özel milliyetçilik kavramını telaffuz etmemiştir. Öyle ya Atatürk  ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ dediğine göre olaya bilimsel yaklaştığımızda milliyetçilik kişiye ait bir kavram değil, toplumun milli duygularıyla karşılık bulan bir kavramdır. 

       Yine bir bakıyorsun ülkemizde örümcek kafa, irtica kafa, ortaçağ kafası denildiğinde her nedense akla hep din kavramı geliyor.  Mesele gayet açık,  objektif bakış açısından mahrum bir takım aklı evveller İslamiyet’in tüm insanlığı kucaklayan o engin hoşgörüsünü idrak etmeksizin bu hükme varıyorlar. Oysa ‘Ortaçağ kafası’ yaftası bize ait kavram değil,  bu kavram batıdan ithal edilmiştir bize. Kaldı ki batı insanı bile bu kavramla karşılaştığında;  aklına ya engizisyon papazları ya da giyotin gelmekte hep. Batı dünyası bu yüzden o günlere dönmek istemezler. Biz ise o dönemleri hatırladığımızda Fatih Sultan Mehmed, İmamı Azam,  Piri Reis, Uluğ Bey ve İbni Sina gibi mümtaz dehalar akla takılır.  Şayet o isimleri hatırlayıp yâd ettiğimiz için bizler gericilikle itham ediliyorsak şunu iyi bilinsinler ki; hiçte o tarihi kıymetlerimizden vazgeçmeye hiçte niyetimiz yoktur. Hem nasıl vazgeçebiliriz ki, tarihimizde ne bir engizisyon, ne bir skolastik anlayış, ne de bilimi dışlayan bir anlayış görülmüştür. Bilakis tarihimizin yürütücü amili bilim olmuştur. Nitekim bir gün bir adam İmamı Azam atın üzerinde iken atın ayağının kaç olduğunu sorar. O büyük imam bu soru karşısında, hemen atından iniyor işaret parmağıyla tek tek sayıp dört diyor. Dikkat edin sorunun cevabı teorik bilgiyle karşılık bulmuyor, bilakis deney ve gözleme dayanarak sorunun cevabı karşılık buluyor.  İşte görüyorsunuz yıllar öncesinde analitik düşünce örneği böyle sunulmuş. Şimdi gel de böylesi muhteşem medeniyeti görmezden gel, ne mümkün.

        Peki, o çağlarda batı dünyası ne âlemde derseniz, bakın bir gün papazlar meclisinde atın ağzında kaç diş olduğu tartışılıyordu, ama Aristo daha önce atın yirmi sekiz dişi olduğunu yazmıştı. O sırada bir genç atı devirip dişlerini sayınca, birde ne görsün atın ağzında on iki diş vardı. Peki sonuç?  Malum ortaya akla ziyan bir sonuç çıkar. Yani, Aristo yanılmaz at yanılmıştır kararında karar kılarlar.  İşte tipik deney ve gözlemden uzak mantık yürütme garabet örneği budur. Sadece bu örnek mi?  Elbette ki daha birçok tipik skolastik örnekler var. Hakeza yine Ortaçağda ağır cisimler hafif cisimlerden hızla önce düşer inancı yaygındı. Çünkü Aristo öyle yazmıştı. Fakat gün gelir Galileo diye biri çıkar Pisa (Pizza) kulesine.  Pisa kulesinde bildik ezberlere meydan okurcasına elinden bir tane hafif, bir tane de ondan daha ağır olan taşı aynı anda bırakınca, heyecanla bu durumu aşağıda izleyen insanlar her iki taşın da aynı anda yere düştüğünü görürler. Netice malum, gözlerin yanıldığına karar verirler. Galileo bununla da yetinmedi, Keplerin yolunu yol bilip ortaçağ zihniyetinin kabul ettiği güneş, yıldızlar ve bütün evrenin dünya etrafında döndüğü görüşünün tam aksini savunmuş bir bilge şahsiyettir. Sen misin aksi bir fikir savunmak, soluğu hapiste alır.  Galileo üstüne üstük o çağlarda teleskopu astronomide kullanan ilk gözlemci bir bilim adamıydı. Ama gel gör ki sen bu cezaya müstahaksın denilebiliyor.  Maalesef tek geçerli fikir olarak Batlamyus’un dünya sabit ve hareketsizdir görüşü kabul görür. Bu fikir Rönesans'a kadar sürer de. Batı dünyası bu fikirler oyalanadursun Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan tâ yıllar öncesinde dünyanın belli bir hesaba göre hareket ettiğini beyan buyurmuştu bile.

          Anlaşılan o ki;  tarihten alacağımız nice ders niteliğinde örnekler var. Ama ders almak bir yana bu gün tarih neyin mücadelesi diye bir soru sorulsa ideoloji saplantısı olanlar, hiç kuşkusuz ortaçağ zihniyetiyle cevap vereceklerdir. Mesela bir ümmetçi böyle bir soru karşısında hemen tarihi ümmetler mücadelesi, bir sosyalist sınıflar mücadelesi, bir liberal birey mücadelesi, bir milliyetçi de milletler mücadelesi diye cevap verecektir. Oysa meseleye ideolojik gözle değil tarihi analitik bir gözle bakılsaydı Haçlı seferleri belki bir ümmetçinin fikrini destekleyecek nitelikte gözükse de bu mücadelenin geçici olduğu anlaşılacaktı. Belli ki her ideolojinin kendi penceresinden haklı tarafları olsa da bu haklılık bütünü kapsayacak nitelikte değildir. Öyle ki tarihin bütününe baktığımızda tarihi yürüten temel ana birimin en üst birime doğru gelişim seyrettiğini gözlemliyoruz. Asla ümmetler,  ittifaklar, bloklar, paktlar üst birim olamaz, bu tür yapılanmalar şartların getirdiği organizasyonlar türünden oluşumlardır sadece.  Nitekim ülkeler tarihi süreç içerisinde NATO, Varşova paktı,  AET, AB’ye üye olmakla, ya da üye olduğu birliğe sadakat yemini yapmakla: ‘AET’ciyim, NATO’cuyum’ demez, sadece ülkemin menfaatleri gereği destekliyorum der. Zaten bloklaşmalar ülke menfaatleri doğrultusunda devam edebiliyor, çıkar ilişkileri bittiğinde blokların dağıldıkları gözlemlenmiştir. Bu demektir ki sonradan oluşturulmuş organize birliktelikler tarihin temel yürütücü amil unsuru değillerdir. Tam aksine tarihin en temel yegâne yürütücü amil unsur biriminin millet gerçeği olduğu ortaya çıkar. Zira tarihin her evresinde insanların doğup büyüdüğü ve vatan addettikleri topraklar en kalıcı duygu seli olarak yerini almıştır.  Nasıl kalıcı olmasın ki, bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de  'ah vatanım' demiş. İşte vatan sevgisi böyle bir şey,  asla sonradan kazanılmış duygu seli değil, fıtri bir duygu selidir. 

       Hani diyorlar ya, güya Araplar İngilizlerin oyununa gelip bizi arkadan vurmuşlar. Şayet bu doğru bir tezse zaten bu olay tek başına tarihin temel yürütücü birimin ümmetçilik olmadığını tâ baştan silmeye yetiyor.  Sonuçta hangi ülke olursa olsun bir süreç atlatıp bugünlere geldiğinde kendi çıkarlarını düşündüğü noktada buluşmakta. Bilhassa Fransız ihtilalının akabinde yayılan milliyetçilik rüzgârlarını esmesiyle birlikte bağrımızda taşıdığımız Bulgar, Boşnak, Arnavut vs. bir bir bağımsızlıklarını ilan edip sonunda koskoca imparatorluk dağılır da.  Dedik ya, tarihin seyri küçük birimden büyük birime doğru ilerlemekte. Şöyle ki anne ve babanın evliliğinden evlatlar, evlatların çoğalmasından oymaklar, oymakların bir araya gelmesiyle kavimler, kavimlerin birleşmesiyle imparatorlukların doğduğu ve imparatorlukların dağılmasıyla da en nihayet milletlerin meydana geldiği anlaşılmaktadır. 

       Velhasıl-ı kelam tarihin ibresi en küçük birimden en büyük birime bir yol takip etmekte. Bir düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır, beşeri olan ise düşer kalkar da.              

        Vesselam.