Artık gelinen noktada diyebiliriz ki; Türklük içi boşaltılmış somut ulus devlet olmanın bir aracı konumda işlev görmekte. Nasıl oldu bu hale geldik, doğrusu şaşmamak elde değil. Ki; bizim bildiğimiz Türklük kavramı böyle değildi. Malum eskiden Türk dendiğinde bir değer ifade ediyordu. Üstelik her ulu orta yerde ağza alınıp konuşulan bir kavramda değildi. Değim yerindeyse dört başı mamur bir değerdi, dolayısıyla kıymet ifade eden bir değerin pazara dökülmemesi gerekirdi. Şu bir gerçek ulu orta yerlere ancak ucuz, çer çöp cinsten şeyler dökülür. Sadece altın mücevherat türü ziynetler vitrinde sergilenir, asla pazara dökülmez. Hani teşbihte hata olmaz derler ya, aynen öylede pazar malı örneğinde olduğu gibi Osmanlı’da altı asır boyunca ben Türküm diye ortaya çıkmamış, Türk olduğu halde bahsetmeye gerek duymamış. Utandığından mı? Elbette ki hayır. Hem niye utansın ki, Osmanlı Türklüğü ağzına almamakla ne aslını, ne de atasını unuttu. Bilakis ‘Ceddin deden, Neslin baban’ diyerek cihanşümul bir devlet oldu. Kelimenin tam anlamıyla Devlet-i Aliye İ'lay-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem uğruna üç kıtaya hükmetmiş bir devlettir. Onun için kendilerini soy sop faslının dar kalıplarına mahkûm etmediler, bilakis ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’ düsturunu şiar edindiler hep. Dahası İslamla hemhal olunmuş Osmanlı bilincidir bu. Zaten bu bilinç doğrultusunda atalarımız kurduğu devletlere ya kurucularının adını vermişler ya da sülale isimlerini vermişlerdir. Ve kendilerini Al-i Selçuklu, Al-i Osmanlı olarak tanımlamışlardır. Böylece bağrında taşıdıkları milliyetlere ‘öteki’ gözüyle bakmadıkları içindir Türk denildiğinde hep Müslümanlık akla gelmiştir. Elbette ki bizim imparatorluğumuzda değişik ırkların bir arada bulunduğu kozmopolit toplumlardan müteşekkil bir devletti ama asla milletlerin kanın emen emperyalist bir devlet değildi. Osmanlının diğerlerinden farkı, engin hoşgörüsüyle bağrında taşıdığı tüm ırklara karşı adalet güneşi olmasıydı. Öyle ki, din milliyet farkı gözetmeksizin yediden yetmişe hemen her kesim tüm toplumları şemsiyesi altında yıllar boyu idare etmesini bilmiştir. Bakınız Bizanslılar Yahudilere yapmadıkları insanlık dışı işkence kalmamış, yaptılar da ne oldu cihanşümul imparator olamamışlardır. İşte Osmanlının farkı bu noktada ortaya çıkıyor. Nitekim farkı fark ettiren de adalet güneşi Devlet-i Aliyye olmasıdır. Zaten cihanşümul olmasının temelinde soy sop faslı gütmeme esprisi yatmaktadır. İyi ki de Osmanlı saf ırk, saf kan politikası gütmemiş, iyi ki de, gayrimüslim tebaadan gelen elit zümreye yönetim kademelerinde yer vermiş, aksi takdirde üç medeniyeti bünyesinde toplayan Osmanlı, Müslüman Roma olamazdı.
Şu bir gerçek; Türklüğe zarar verme noktasında asıl dış mihraklardan ziyade içimizde Türklüğü ulus devletin somut aracı hale getirenler zarar vermektedir. Baksanıza Türklüğün içerisini öyle boşaltmışlar ki, değer olmaktan çıkmış ideolojik bir ürün hale gelmiş durumda. Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez Türklük denilince sadece Nihal Atsız’ın öğretilerinde yer alan güçlü kahraman tiplemeler ya da ‘Bir Türk dünyaya bedel’ türünden meydan okumaları akla gelip baş tacı olmaktadır. Maalesef bu bağlamda Türklük anlayışının içerisinde Mevlana’nın; ‘Ne olursan ol yine gel’ çağrısına, ne de Yunus’un; ‘Yaradılanı sev Yaradandan ötürü’ sevgi temasına yer vardır. Oysa bizim ecdadımız Moğol kasırgasının yaralarını Horasan Erenlerinin irşat soluğuyla sarmışlar. Malum Moğollar medeniyetten uzak yıkıcılardı, bu yüzden bir türlü yerleşik olamamışlardır, derken bir yüzyılı geçmeyecek bir hâkimiyetle tarihe gömülüp kaybolmuşlardır. Madem öyle şimdi sormak gerekir; etrafa korku salıp insanlıktan nasibini almamış Moğol serdarlarını mı, Hulagoları mı, Cengizleri mi işte örnek Türk tipi budur mu diyeceğiz yoksa elinde gül koklayıp karadan gemileri indiren Fatih gibi nice medeniyet hamlesiyle çağ açan hakanları mı örnek alacağız? Cevabınız birincisi ise biliniz ki bizim bildiğimiz Türklük bu değil, bu olsa olsa Türklüğü Cengizleştirme, Moğollaştırma katliamıdır. Şayet dert dava milliyetimizin kök izlerini bulmaya çalışmaksa çözüm ikinci cevaptadır, yani aradığımız Ahmet Yesevi’nin yaktığı sevgi ateşinde milliyetimizin temellerini oluşturacak alperenlik ruhu kazanabilmekte. Nitekim Yahya Kemal, Yesevi ocağı hakkında bakın Fuad Köprülü’ye ne diyor: ‘Ahmet Yesevi’yi bir inceleyin göreceksiniz, bizim milliyetimizin temelleri orada bulacaksınız.’
Gerçekten de Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin dergâhına gelen Türk’ün alp’i ruhunu erenlikle donatmakla kuru cihangirlik davasından uzaklaştığı gibi alperenlik kimliğine de kavuşmuş oluyordu. Böylece Yesevi ocağı sayesinde Türklük aşama kaydedip yerleşikliğe ve medeniyete yelken açıp Nizam-ı Alem’e geçiş yapmıştır. Kim bilir İslamiyet öncesi Türklüğün pazı kuvvetiyle yetinseydik belki de şuan yerlerde sürünüp yeryüzünde Türk adına hiçbir devletin varlığından söz edemeyecektik. Dedik ya milliyetçiliği ve Türklüğü sırf bilek kuvvetine endekslemek akla ziyan bir tutum olur. Zira böyle bir tutum içerisine girmekle bizim de Moğol serdarlarından hiç bir farkımız kalmaz. Belli ki Türklüğü bilek gücü görme alışkanlık hale gelmiş, belki bu bilek gücü dışa karşı yansıtılsa bir anlam ifade eder, ama gel gör ki ‘kol kırılır yen içinde kalır’ misali her ne hikmetse bu bilek gücü kimi zaman iç dengelerin ayarlamasında kullanmak için muhafaza edilebiliyor. Nasıl mı? İşte 28 Şubat süreci içerisinde kendi ülkesinde parya duruma düşüp de yabancı diyarlarda kapı kapı dolaşıp eğitimini sürdürmeye çalışan başörtülü kızların çektiği o acı sahnelerden biliyoruz bunu. Aman Allah’ım neydi o günler, tam bir kâbustu, içte kan kaybına uğramak birilerinin hoşuna gidiyordu habire. Neyse ki 2002 sonrası kendimize gelip ‘Mevla neylerse güzel eyler’ sabrıyla onca zulüm ve işkence sona erebilmiştir, ne kadar şükretsek azdır.
Her neyse biz asıl konumuza dönelim. Bakınız adını Türklükle duyuran Göktürklerin kullandığı sikkelerin bir yüzünde Çin, diğer yüzünde Göktürk harfli yazılar vardır. Bu demektir ki Göktürkler hiçbir sakınca görmemişler. Hakeza yine eski Türklerde Çin kökenli Başbuğlarının varlığı, Selçukluda İran kökenli Nizamülmülk’ün veziriazam olması, Osmanlı’da padişahların Bizans prensleriyle evlenmesi, devşirme sisteminin yıllarca uygulanır olması, Arapça, Farsça ve Türkçenin bir arada kompleksiz saray dili olarak konuşuluyor olması gibi örnekler bizi tanımlayan örneklerdir. Amaç kimlik edinmekse bu örneklere bakarak pekâlâ gerçek kimliğimizi bulabiliriz. Yok, amaç bu değil de, özden uzak satıh üstü basmakalıp simgesel Türklük örneklerine tav olmaksa, biliniz ki bizim kendi kendine gelin güvey olmuş içe kapanık Türklüğe ihtiyacımız yoktur. Kaldı ki Türklük göçer konar dönemlerinde bile bu denli yerel değildi. Bilakis otağımızdan her çıkışımız bizim için bir açılım olmuş, uzak diyarlara göç ettikçe değişik ırktan insanlarla tanışık olmuşuz, tanıştıkça da kültür alışverişinde bulunup işi kolay kılmışız, derken farklılıklarla bir arada nasıl yaşanacağını keşfedip tüm insanlığa Nizam-ı âlem olmuşuz. Meğer göç sıradan bir hadise değilmiş, bir medeniyet muştusuymuş, bu muştu sayesinde ufkumuz ötelere taşıp medeniyet olmuşuz da. Hep denilir ya, medeniyetler büyük göçlerin ardından doğarmış, bizimki de öyle olmuş zaten.
Moda tutkusuna kapılmış özde değil sözde milliyetçilik dalgası sürekli simgesel Türklükten dem vurmakta. Sadece kuru simgesellikten dem vursalar gam yemeyiz, bilerek ya da bilmeyerek sonuçta üretilen simgesel söylemlerle siyasi Kürtçülüğün ekmeğine yağ sürüp kardeşliğe balta vurmaktalar. Aslında her iki kuru gürültü dalgada birbirinden beslenmekte. Buna 'etki-tepki' etkileşime dayalı bir beslenme dersek yeridir. Mesele gayet açık ve net, birbirlerine ültimatom yağdırarak kavileşiyorlar. Oysa herkesi aynı kalıba sokma yarışının varacağı nokta birbirlerinin kuyusunu kazıyıp kendi iç dinamik ve kültürlerini kurutmak olacaktır. Şimdi gel de bu durumda mazinin o müthiş erdemliliğini arama. Hatta gelinen noktada şimdi daha iyi anlıyoruz ki; Asr-ı Saadet dönemi, Selçuklu ve Osmanlıdan arda kalan boşluk giderilmediği sürece bu sıkıntılar bir süre daha devam edecek gibi. Yine de ümidimizi büsbütün yitirmiş sayılmayız. O müthiş altın devirlerimiz unutturulmaya çalışılsa da o muhteşem mazinin çekim gücü bir şekilde kendisiyle bizi buluşturacaktır. Osmanlıya redd-i miras eylemek hangi akla hizmettir doğrusu anlamış değiliz, zaten dünyanın neresine gidilirse gidilsin her an etkisi karşımıza çıkabiliyor. Çünkü tesir gücü etkisinde gizli. Bir an Macaristan’a yolculuk yaptığımızı düşünelim, karşına ya Mohaç meydanı ya da Estergon kalesinin hatıraları karşımıza çıkacaktır, bu aynı zamanda Osmanlıyla yüzleşmek demektir, bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Dedik ya, nereye gidersek gidelim Osmanlı bizim için canlı bir abide. Nasıl mı? II. Viyana kuşatmasında İtalya’nın Manzori dağlarının eteğinde ki köye yaralı olarak sığınmasına binaen 300 yılı aşkındır İtalya’nın ‘La Turchia’ diye adından söz ettiren Moena köyünde her yıl Türk bayraklarıyla donatılıyor olması, Belçikalı köylülerinin Belçika dağlarında geleneksel Türk giysileriyle karnaval düzenleyerek kendilerini Türk olarak addetmeleri ve Hollanda’nın Amsterdam şehrine yakın bir köyde Protestanlıklarını Osmanlıya vefa borcunun bir gereği olarak Türkiye ismiyle köylülüklerini dile getirmeleri bize Osmanlının halen canlı bir abide olduğunu gösterir. Kaldı ki Osmanlıya reddi miras döşemekle Osmanlı reddolunmaz, sadece kendimizi reddetmiş oluruz.
Artık göçebe dinamizme ait at üstünde kılıç sallamanın hayaliyle etrafa korku salan bir Türklük modelinden vazgeçmek zamanıdır. Ne hazindir ki dünyanın hiçbir yerinde bizimki kadar etnik konular kaşınmıyor, elin adamları ötekileştirmenin mahzurlarını fark etmiş olsalar gerek ki eski huylarından vazgeçmiş gözüküyorlar. Ancak ne var ki, elin adamlarının terk ettiği noktada şimdi o hastalığa biz tutulmuş durumdayız. Baksanıza yeni Türklük tanımında iç ve dış düşman dürtüsü koyuluğunu hala tüm şiddetiyle devam ettirebilmekte. Sadece tanımlamayla yetinilse yine gam yemeyiz, bizden sınır bekçiliği yapmamız da talep ediliyor. Bu nasıl bir Türklük tanımıysa aynı coğrafyayı paylaştığımız etnik topluluklarla bir türlü kardeşçe yaşayamıyoruz, sanki aramıza duvarlar örmüşüz. Öyle ki, farklı etnik unsurları görmezden gelerek söylemlerimizle tahrik edip her geçen gün birbirimizden kopuyoruz da. Biz Türk'üz dedikçe onlarda Kürd’üz diyor, ya da tam tersi onlar Kürt dedikçe bizde Türk’üz diyoruz, tıpkı âşıklar atışması gibi bizi birbirimizle didiştirerek atıştırıyorlar. Oysa Alparslan Türkeş gibi “Kürt ne kadar Kürt’se Türk de o kadar Kürt’tür, Türk ne kadar Türk’se Kürt de o kadar Türk’tür. Nitekim kız alıp vermişiz, etle tırnak gibiyiz, Kürtler bizim öz kardeşlerimizdir. Biz onlardan herkesten çok sever, düşünürüz. Onlarda elhamdülillah Müslüman’dırlar, aynı kıbleye secde ediyoruz, hepimiz aynı peygamberin ümmetiyiz, aynı kutsal kitaba bağlıyız” diyebilmeliydik. Yani, Kürt Türk kardeştir, gerisi teferruattır diyebilmeliydik. Kaldı ki birbirimize karşı gövde gösterisinde bulunmak veya düşman kesilmekten kim kazanmış ki biz de kazanalım. Şuna tehlike buna tehlike diye diye dostluğu unutur olduk. Oysa tehlike ne şu, ne bu, asıl tehlike beynin derinliklerine kodlanmış tehlike senaryolarında. Herkesi tehlike addetmek öyle maraz bir hastalık türüdür ki; dost bildiklerimizden bile kaçar hale geldik. Siyasilerin simsar, sanatkârların sansar, dâhilerin şebek olduğu böyle bir atmosferde başka bir şey beklenmezdi zaten.
Bakınız 1789 Fransa modelinden mülhem menfi milliyetçilik tohumları ne zaman ki topraklarımıza sıçradı, işte o gün bugündür dostluğu ve kardeşliği mumla arar olduk. Maalesef ulus devlet mantığının ürettiği tek tipçilik modeli farklılıkları zenginlik gören anlayışımızı yerle yeksan etmiştir. Kardeşçe, dostça bir arada bağdaş kurup aynı sofrada aynı çanağa beraber kaşık çaldığımız o çorbanın lezzetini unutalı bir hayli yıllar olmuş, düğünlerde hep birlikte halay çekip nara attığımız günleri arar olduk. Şimdi bu hal ve ahval içerisinde bize reva görülen bu içi boş ulusal kimlik dayatmasıyla ortalıkta dolanmaya sevinelim mi, üzülelim mi bilinmez ama ümit ederiz bu gidişat tersine çevrilmiş olsun. Kimileri bizim düştüğümüz bu hale içten içe sevinip ellerine kına yaksalar da hiç boşa heveslenmesinler, biz bunun geçici bir araz olduğunu düşünüyoruz. Şunu iyi bilsinler ki; yeniden kardeş olup heveslerini kursaklarında bırakacağımız günler pek yakındır. Buna inancımız tamdır. Artık etnisiteye dayalı siyasetin insanımızı gerdiğini, hepimizi ayrıştırdığını bilmeyenimiz yok gibi. İşte bunu fark etmek bile geleceğe ümit var bakmamıza yetiyor.
Vesselam.