Son zamanlarda dini tartışmalara, cemaat – tarikat kavgalarına, metafizik kıylükâllere yani İlâhiyât’a ait alanlara pek girmemeye çalışıyorum. İnsanlığa hiçbir faydası olmadığına inandığım bu sanal dünyada geçirdiğim bir ömür için Mustafa Öztürk gibi “lanet” okumuyorum ama Rıza Tevfik’in şiirinde geçen ,”bir çürük ipliğe hülya dizmişim” demekten de kendimi alamıyorum.
Bu ülkede “gündem” enflasyonu çok yüksektir. Teopolitik alanın son tartışması malum; kanun marifetiyle yasaklanmış olan mealler. Daha doğrusu susturulmak istenen iktidar muhalifi hocalar. Mustafa Öztürk, İhsan Eliaçık, Edip Yüksel, Mehmet Okuyan, Mustafa İslamoğlu… bunlardan bir kaçı.
İktidar, tüm mealleri Diyanet’in süzgecinden geçirmek istiyor. Onay verilmeyenlerin yasaklanması ve hatta internet ortamından bile çıkartılması hedefleniyor. Bu alandaki akreditasyonu, İsmailağa, Menzil gibi Nakşi tarikatların ve gelenekselci Sünni ulemanın sağlayacağı malum.
Benim ilgi alanıma giren ise konunun teolojik tarafı değil. Daha doğrusu kaygılandığım alan, özgürlük, dini düşüncenin çoğulculuğu ve “dini inancından dolayı kimsenin kınanamayacağını” defaaten izhar eden Anayasa’nın bilmem kaçıncı kez çiğnenecek oluşu.
Aslında geriye dönüp baktığımızda bu coğrafyada din eksenli kavgaların hiç bitmediğini görürüz. Didişecek başka din mensubu bulamadığımızda içe dönüp aynı dinin diğer mezhep ve meşreplerinden kavga edecek hasımlar bulmakta mahir bir toplumuz biz. Beyan, Burhan ve İrfan ekolleri arasındaki kavganın tarihi neredeyse İslam’ın kendisiyle yaşıt. Ümeyyeoğulları- Haşimoğulları, Kaderiye sonra Mutezile ve Hariciler. Eşariler, Selefiler, Hambeliler, Şafiler… Aynı camide ayrı mezheplerin mihrapları. Hiç bitmeyen savaşların taraftarları: Şiiler ve Sünniler. Kaşık kullanmayı gayri dini sayan Kadızâdeliler ve karşılarındaki Sivâsiler. Savaş için yaratılmış Selefiler ve modern dünyanın bacasından çıkan dumanı seyrederken bile başı dönen modernistler. Evrenselciler, gelenekselçiler, Siyasal İslamcılar ve Tarihselciler… Ne kadar serazât ya da ne kadar meşum veya ne kadar bedbin bir hal!
Gökkuşağındaki renkleri bile gölgede bırakmaya kadir bir cümbüş! Ya da kazuistik bir dünya. Mesele çıkarmaktan zevk alan bir dünya yâni.
Kur’ân Yolu Meali, Ali Bulaç Meali, Süleyman Ateş ve Esed mealleri… Bu toplum hepsinden istifade etti. Eliaçık mealindeki orijinal tespitler daha bir renk katmıştı düşünce ufkumuza. Kıssaların, tarihi olay ve olgularla açıklanması ayrı bir derinlikti. Hele son on sure arasındaki bütünlükçü akış Eliaçık mealinden başka hiçbir yerde rastlayamayacağımız enfes bir izahat değil miydi? İslamoğlu mealindeki “zımnen” diye başlayan dipnotlar ne kadar yüreğe dokunan örnekleri barındırıyordu! Öztürk mealindeki giriş bölümünde verilen örnekler olmasaydı kaç kişi o ayetleri tarihsel bağlamı içinde öğrenebilecekti? Daha neler neler!
Artık bunlar büyük ihtimalle yasaklanacak. Tek seslilik yerli ve milli bir distopya olarak dayatılacak. Modern dönemlerin “mihnesi” tarihe kara bir sayfa olarak geçecek.
Deve idrarını şifa diye sunanların, Nakşi-Hâlidiye koluna cennet rüşvetini ikram edenlerin, miras kavgasıyla saltanat derdine düşenlerin, suya sabuna dokunmadan akademisyenlik kasanların ve çeriyle çöpüyle geleneği kutsayanların zaferi, düşüncenin, özgürlüğün ve çoğulculuğun mezarını kazacak.
Orta Çağ Avrupası’na ait olan bu skolastik arzular zaten çok sığ olan düşünce alanını daha da daraltacak ve toplumsal bir anomiye sebep olacak.
İktidarlara düşen özgür ve eleştirel düşünce alanlarını genişletmektir; daraltmak değil.
“Cehennemde günah yanar, kul yanmaz” diyen Seyrânî yüreklilere selam ederek bitirelim.