Selim Gürbüzer


SİVİL İNİSİYATİF ROL ÜSTLENMİŞ MUKTEDİR İKTİDAR OLABİLMEK

Çok hızlı bir süreçten geçen bir ülke olduğumuz malum. Geçen her bir sürecin birçok sancıları bağrında taşıdığı da malum bir durum. Belli ki 2002 öncesi ara ara çok bunalımlı dönemler yaşamış bir ülkeyiz. Meğer yaşadığımız o ara ara sancılı süreçler normal yaşanması gereken bir hayat süreci değil de sanki bir ömür törpüsü süreçlermiş.


Çok hızlı bir süreçten geçen bir ülke olduğumuz malum. Geçen her bir sürecin birçok sancıları bağrında taşıdığı da malum bir durum. Belli ki 2002 öncesi ara ara çok bunalımlı dönemler yaşamış bir ülkeyiz. Meğer yaşadığımız o ara ara sancılı süreçler normal yaşanması gereken bir hayat süreci değil de sanki bir ömür törpüsü süreçlermiş. Öyle ki o yıllar ülkemiz üzerinde iç ve dış odaklı oyunların hız kesmediği yıllardı. Üstelik o günlerde tüm olup bitenden bihaber ve oynanan oyunları görmezlikten gelip aklını kiraya vermiş bir kısım sözde entelektüel kalemşorlar de vardı. Tabiî ki böyle olan bitenden habersiz sözde aydın tabaka ile bir arpa bleri ancak ve ancak sivil toplum, sivil katılım ve sivil inisiyatif anlayışını özümsemiş bir sivil iktidar çözebilirdi, Nitekim gün gelir vesayet odağı zincirlerinden kurtulmasını bilen hükümetler muktedir olduklarında peyder pey geçiş sancıların üstesinden gelebilmişlerdir. Düşünsenize tek parti dönemi milli şef zihniyeti klasik devlet modeliyle şimdiye kadar ne çözüldü ki şimdide aynı zihniyet Allah korusun tekrar geri döndüğünde ne mümkün ki ülkemizin meseleleri çözülebilsin. Artık geldiğimiz noktada küreselleşen denen bir dünya gerçeği vardır. Dolayısıyla içe kapanık politikalarla bir yere varılamayacağı bilinen bir gerçekliktir. Nasıl ki soluk aldığımız hayata tutunabilmek için iş, aş, su vs. olmazsa olmaz şart hükmünde elzem ihtiyaçsa aynen öyle de hızla globalleşen dünyada da çağ atlayabilmek için güçlü muktedir olmuş bir sivil iktidarla yola devam etmek o derece elzem bir ihtiyaçtır. Zira bulunduğumuz konum bizi çağlar üstü sıçramamızı gerektiriyor. Madem öyle kendi iç kabımızdan çıkıp modern çağın en üst seviyelerine sıçrayacak hamleyi başlatmak gerektir. Şayet tez elden yola revan olmazsak, biliniz ki sürekli kendi içinde küçülen ve dış dünyaya kapalı bir Türkiye olmaya mahkûm kalırız. Dolayısıyla neydik edip gündem belirleyen bir Türkiye konumumuzu devamlı kılıp bu anlayışa haiz sivil örgütlenmeyi de tabandan tavana yayacak şekilde kalıcı hale getirmek gerekir. Bunu yapmaya mecburuz da. Hatta kendi ülke sınırlarına haps olmuş Jeopolitik alanla yetinmemeli, jeo-ekonomik alana geçiş yapmakta gerekir. Hiç kuşkusuz bunun olabilmesi içinde gücünü milletten alan sivil iktidarlar iş başına geldiklerinde alaşağı edilmemesi şarttır. Zira Jeo-ekonomik alan çok geniş bir alandır, vesayetin gölgesinde politika belirleyen zayıf iktidarlarla bu alanlara girilemez. Uluslararası rekabetin mali sermayeyle ölçüldüğü, ekonomik gücün uluslararası pazarlardaki konuma göre belirlendiği bu tür sahaların üstesinden ancak ufku açık muktedir iktidarlar gelebilir. Aslında Türkiye Gümrük Birliğine onay vermesiyle birlikte jeopolitik sahadan jeo-ekonomik alana çoktan adım atmış bile. Derken sivil inisiyatif projelerini ekonomik bütünleşmelerin yaşadığı ve pazarların küresel şartlara göre ayarlandığı bir sürece girmiş durumdayız. Belli ki ülke sınırlarını eskisi kadar coğrafi faktörler belirlemiyor, daha ziyade ekonomik ilişkiler belirliyor. Zaten küresel ekonomik ilişkilerde yaptıklarımız ve yapacaklarımız bizim güçlü bir devlet olup olmadığımızın bir göstergesi oluyor. Şayet uluslararası piyasalarda kredi notumuzun yüksek tutacak göstergelere sahip olmak istiyorsak hem içte tutarlı sivil politikalar geliştirmek gerekir, hem de dışta küresel gerçeklerle örtüşür ticari ve ekonomik hamlelerde bulunmak gerekir. Zira bizim Sivil ve katılımcı iktidardan beklentimiz; toplumun refah seviyesini dünya standartları seviyesine çekebilecek azmin ve heyecanını kesintiye uğratmamasıdır.

Ekonomik rekabetin yaşandığı, mali sermayenin hız kazandığı ve global pazar alanlarına kök salmış ülkelerde çatışma ve terör hareketlerinin minimal düzeylerde olduğu gözlemlenmiştir. Nitekim bu ülkelerde sosyal tabanlı militanlaşma eğilimleri yok denecek kadar azdır dersek yeridir. Neyse ki 2002 sonrası Türkiye’sinde insansız hava uçakları ve savunma sanayinde çok büyük ilerlemeler kat edilmesiyle birlikte teröristleri saklandıkları inlerinde vurabildiğimiz gibi sınır ötesi harekâtta yapabiliyoruz artık. Derken terörle olan mücadelede dış güçlerin hevesini kursaklarında bırakaraktan ekonomik hamlelere de odaklanıp çağlar üzerinden sıçrama hesabı yapabiliyoruz. Öyle ki ülkemiz bu süreçte jeo-ekonomik alanları keşfedip uluslararası pazarlara sıçradıkça bu süreci tıkamaya yönelik bir takım statükocu ve zinde güçlerin boş durmamasından anlıyoruz. Hatta bu gelişen süreci durdurmak adına bir bakıyorsun terör hadiselerine yol açacak eylemleri provoke etmekten de yine geri durmuyorlar. Kelimenin tam anlamıyla bu çevreler geleceğini çözümsüzlükte arıyorlar. Örnek mi? İşte Güneydoğu meselesi, işte 28 Şubat ürünü Ergenekon davası, işte 2013 gezi parkı hadisesi, işte 17 Aralık 2013 ve 7 Temmuz 2016 paralel darbe girişimleri gibi sinsi hamleler bunun birer tipik örneğidirler.

Hele bilhassa 2002 Türkiye öncesini yaşayan insanlar çok iyi biliyorlar ki, o yıllar tam bir kâbus yıllardı. Bilhassa vesayetin gölgesinde işbaşına gelen ANASOL hükümeti döneminde devlet aygıtı bir takım gerçekleri sürekli toplumdan gizleyebiliyordu. Dahası devletin derin koridorlarında tüm enformasyon ağları rahatlıkla maniple edilebiliyordu. Şimdi bu cümlelerden hareketle şunu belki diyebilirsiniz ki; iyi hoşta bu tür uygulamaları Osmanlıda yapıyordu diye. Evet, doğrudur, bu tür uygulamaları Osmanlıda “Hikmet-i hükümet” mucibince yapmasına yapıyordu ama unutmayalım ki idare ettiği tebaasına güven vermeyi de ihmal etmezdi. Osmanlı’nın kendi dönemi çerisinde yaşadığı şartları göz önüne aldığımızda hikmet-i hükümet uygulaması da çok yerinde bir uygulamaydı elbet. Kaldı ki devlet sırrı toplumun tüm unsurlarını bir arada barışık kılmak için vardı.

Peki ya günümüz Türkiye’si? Malum günümüz Türkiye’si Osmanlı’dan kalan hikmet-i hükümet modelini miras aldı almasına ama halka tepeden bakan bir anlayışa yönelmişti. Tabii bu durum halk nezdinde devlete karşı güvensizlik doğurmuş derken 2002 yılına dek olup bitenleri sessiz izlemekle yetinmiştir. O yıllar deniliyordu ki devletin âli menfaati için Susurluk ve buna benzer gizemli hadiselerin gizli tutulması gerekiyormuş. Hadi diyelim ki gizliliği devlet hassasiyeti çerçevesinde bir derece makul siyaset olarak kabul etsek bile unutmamak gerekir ki bu tip kurallar halkın hizmetine kendini adamış devlet aygıtı iş başında olursa ancak o zaman makul olabilecek siyasetten söz edebiliriz. Zira sürekli halkı dışlayan, sürekli halka komplo kuran bir devlet aygıtı yapılanmasının sırrından ne olur ki, her an sır küpü iken zır küpü olabiliyor. Bakmayın siz halkın olup bitenden habersizmiş gibi görünmesine, aslında halk sessizliğinin altında deruni bir duruş vardır. Halk adeta bizim sükûtumuzdan alamayan mesajımızdan hiç bir şey alamaz deyip hem seçimden seçime sandıkta cevabını veriyor hem de 15 Temmuz darbe girişiminde olduğu gibi meydanlara inip iç ve dış güçlerin planlarını bozabiliyor. Şu bir gerçek halkın devletten beklentisi halkla olan ilişkilerinde her daim şeffaf davranıp halkına içtenlikle şefkat ellerini uzatmasıdır.

Evet, anlaşılan o ki; 2002 yılına gelinen süreçte devlet boşluğu, hükümet krizleri, vesayet odaklı iktidarların iş başında oluşu gibi bir takım sancıların özünde sırtını halka dayayacak bir muktedir iktidarın iş başında olmayışı yatmaktadır. Malum olmayınca da siyaset biliminde, devletin kendi âli menfaatlerine herhangi bir halel gelmemesi adına uyguladığı gizlilik (şeffaf olmama) diye ifade edilen “Raison d’Etat” kuralı derin devlet mekanizmalarının elinde halkın tepesinde balyoz rol üstlenebiliyor. Her ne kadar Raison d’etat kavramı Osmanlı terminolojisinde tam karşılık bulmasa da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi daha çok bu kavram “Hikmet-i hükümet” kavramını çağrıştırmakta. Madem öyle Devleti Aliye’nin kendi altın çağları sürecinde uyguladığı devlet aklı, yani hikmet-i hükümet siyasetinin bir değişik benzer örneğini, bugün de çağımızın şeffaflık anlayışı çerçevesinde uygulamak pekâlâ mümkün. Ancak bu iş kerameti kendinde menkul kutsal devlet hikmet anlayışıyla uygulamak pek mümkün gözükmüyor. İlla da devletin yaptıklarından bir hikmet aranacaksa bunu halkla hemhal olmuş şeffaf devlet anlayışında aramalı. Bakınız Osmanlı, yüzyıllarca hiç kimsenin diline, dinine, mezhebine ırkına müdahale etmeksizin Hikmet-i hükümet stratejisini hoşgörü çerçevesinde sürdürmüştür. Bunun içindir ki üç kıtada adalet mümessili cihangir bir devlet olmuştur.

Artık ortada üç kıtada adaletiyle hükmeden o ihtişamlı cihangir bir devlet yok, geldiğimiz noktada sınırları 780 bin kilometre karelik ateşten gömlek giymiş bir devletimiz var. Dolayısıyla yaşadığımız coğrafyanın hemen yanı başında cereyan eden olayları vesayetin gölgesinde icraat sergileyecek tipteki iktidarlarla çözmek zordur. İpin ucunu 28 Şubat varı asker postalların gölgesinde kendini zinde güçlere teslim edecek vesayet odaklı iktidarlarla nasıl çözülebilsin ki. Bu tür zorlukları ancak hadim devlet ve sivil inisiyatif rol üstlenmiş muktedir iktidarlar çözebilir. Yeter ki hadim devlet ve halkla bütünleşmiş iktidarlar iş başına başına geldiklerinde başına herhangi bir zeval gelmesin, bak o zaman özlenen o hizmetkâr devlet aygıtının kalıcı olacağı muhakkak. Zaten başımıza şimdiye kadar nice belalar geldiyse biliniz ki toplumdan bihaber uzak ve dışa kapanık hantal devlet yapılanması anlayışından geldi. O yıllarda sadece toplumdan bihaber olunsa yine gam yemeyiz, bunun yanı sıra dünyadaki gelişmelerden bihaber bir devlet yapılanması da söz konusuydu. Tabiî ki dünya gerçekleriyle bütünleşmekten kastımız kimliğimizi inkâr etmek manasına değildir. Bundan muradımız ‘hadim devlet’ anlayışını hâkim kılmaktır. Şayet Türkiye, dünya ölçeğinde küresel güç olmak istiyorsa hem yerel değerleriyle barışık, hem de evrensel değerlerle barışık bir yapılanmayı düstur edinmelidir. Aksi takdirde dünya finans piyasalarında ve dış ticaret rekabetinde kendine yer bulamayacaktır. İşte bu noktada Türkiye ya içine kapanık ve dünya gerçeklerinden bihaber bir devlet olmayı tercih edecek ya da sürekli ekonomik, ticaret ve finansman açığını kapatan, üreten, çağ atlayan bir devlet olmayı. Elbette ki bizim tercihimiz çağ atlatan bir devlet anlayışından yanadır. Ki, genlerimizde var olan gelişim ruhu buna bizi mecbur kılıyor zaten.

Şurası muhakkak; halkın hizmetine koşan bir devlet anlayışı modeli toplumun avantajınadır. Neyse ki gelinen noktada avantajlarımızı fark edip bir güç olduğumuzun idrak eder bir devlet olabildik. Gücümüzü geç fark etmemizin sebebi nedir diye bir soru sorulduğunda bu sorunun zihnimizi zonklayacağı malum. Yine de cevap vermeye çalışalım. Maalesef yıllardır vesayet odaklarının gölgesinde iktidar olanlar devlet malını har vurup harman savuraraktan hükümranlıklarını sürdürdüklerinden güçlü mali sermayeye sahip devlet olamamışız. Ne zaman ki 2002 yılı sonrası Türkiye’nin üzerinde o malum vesayet odaklarının gölgesi kalkmaya başladı, işte o zaman devlet kasasına para akışının hız kazanıp mali sermayenin artmaya yüz tuttuğuna şahit olduk. Düşünsenize IMF'ye olan borcumuzu bitirdiğimiz gibi borç verir duruma gelmişiz de. Hakeza paradan altı sıfır silinip enflasyon canavarı tek rakamlı hanelere düşebilmiştir. Hakeza Merkez Bankasında para rezervleri artış kaydedebilmiştir. Bu arada yurdun dört bir yanı duble ve oto yollarla döşenmiş demir ağlarla örülür hale gelebilmişiz. Yetmemiş Fatih Sultan Mehmed gemileri karadan yürütürken, vesayet odaklarının gölgesini üzerinde atabilen Tayyip Erdoğan ise gemileri Marmaray sistemle denizin altında yürütebilmiştir. Her ne kadar yıllardır devletin kanını emen bazı çevreler millete sırtını dayayaraktan muktedir rol üstlenmiş hükümetlerin bu küresel ölçekli icraatlarından rahatsızlık duyup küresel boyutta mali sermayenin ivme kazanmasının önünü tıkamaya çalışsalar da artık çok geç, gelinen noktada toplum nezdinde Yeni Türkiye Yüzyılı oluşumu ağırlıklı değer olarak kabul görmüş durumda. Nitekim halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanlığı seçimi dâhil her seferinde sandığa gidildiğinde hep Yeni Türkiye Yüzyılı refleksi kazanmıştır. Onlar rahatsız ola dursunlar, ülkemiz Cumhuriyetimizin İkinci yüzyıl hedefi doğrultusunda mali sermayesini büyültüp kişi başına milli gelir seviyesini 25 bin dolarlara çıkardığında da artık bizi hiçbir vesayet odağı önümüzü kesemeyecektir. Öyle ümit ediyoruz ki; İkinci yüzyıl hedefimizde bölgesel güç olmak bir yana mali sermayesiyle küresel bir güç olduğumuzun daha da bir fark etmiş olacağız. Madem öyle Türkiye sürekli İkinci yüzyıl hedefini diri tutmalı ki sürekli çağlar üzerinde sıçrama azmimizle küresel güç olabilelim. Tabii şayet küresel bir güç olma diye bir derdimiz varsa.

Bakınız Asya, Avrupa ve Amerika üçgeninde çok büyük para sermayesi dolaşmakta. Pastadan kim ne elde edebiliyorsa o oranda küresel mali güç olunabiliyor. İşte bu noktada Türkiye’nin de uluslararası mali sermaye ile baş edebilecek güçlü bir devlet refleksine ihtiyacı olduğu gibi sürekli halkının güvenini kazanmış gerçek manada Hikmet-i hükümet hüviyetini kazanmış muktedir iktidarların varlığını sürdürebilirliğine ihtiyacı vardır. Sırtını millete dayamış muktedir nitelikli iktidarlar varlığını devam ettirebilmeli ki piyasalar sürekli canlı kalabilsin. Dedik ya çağ atlamak statükocu zihniyetle olmaz, bilakis dünyaya açık kendine İkinci yüzyıl hedefi belirlemiş ve Yeni Türkiye Yüzyılı vizyonuyla maddi-manevi kalkınmaya odaklanmış iktidarlarla ancak çağlar üzerine sıçrayabiliriz.

Dolayısıyla bu noktada millet olarak biz düşen her seferinde sandığa gittiğimizde tüm problemlerin üstesinden gelecek muktedir iktidar ve katılımcı devlet yapısını yıkmak isteyenlere geçit vermeyecek şekilde oyumuzu muktedir iktidar olabilecek ehliyete haiz iktidarları iş başına getirmek olmalıdır. Bakınız ABD süper devlet olma özelliği sayesinde ülkesini tehdit edebilecek en ufak oluşumları bertaraf edebiliyor. İcabında okyanus ötesinden kalkıp dünyanın en ücra köşesine uzanıp küresel güç gösterisinde bulunabiliyor. Üstelik güç gösterisinde haksızda olsa süper devlet olmanın verdiği avantaj sayesinde kendisi için ne bir dış baskı ne bir kınama ne de bir ayıplama söz konusu. Nasıl olsun ki, küresel ölçekte ekonomik üstünlüğü bir yana dünyada birçok ülkelerde kurdukları üstler vasıtasıyla uydu güçlerini işletir durumdalar. Bir ülke düşünün ki demokratikleşme yolunda daha henüz mali sermayesini yeterli seviyelere getirememiş, insan hakları ve özgürlükler konusunda aşama kaydedememiş, böyle bir ülkenin ikide bir dışarıdan şamar oğlanı muamelesi görmesi kaçınılmazdır. Malum bir zamanlar insan hakları hususunda dünyaya ders vermişken maalesef vesayetin gölgesinde iş başı yapan iktidarlar döneminde onlar bize ders verir hale gelmişlerdir. Neyse ki gelinen noktada vesayetin gölgesi üzerimizden kalktıkça artık dünya beşten büyüktür diyerekten yeniden küresel güçlere insan hakları dersi verecek konuma gelmiş durumdayız. Hele hele bu geldiğimiz konumumuzu iyi değerlendirip aynı zamanda Milli İstihbarat Teşkilatımızla birlikte kendimize özgü hikmet-i hükümet siyasetimizi paralel devlet heveslilerin oyunlarına kurban vermeksizin sürdürebilirsek evvel Allah’ın izniyle sırtımızı hiçbir iç ve dış mihrak yere getiremeyecektir. Yeter ki bu anlayışa haiz muktedir olabilecek iktidarları seçmesini bilelim her türlü komplo girişimlerin hevesini kursağında bırakacağımıza inancımız tam olacaktır.

Vesselam.