Bir zamanlar Almanya prensliklerle idare edilen bir ülkenin ötesinde genlerinde Pan Cermanizm (Alman Birliği ülküsü) duygusu ağır basan bir devletti. Ki; Cermen kültürü ‘Her şeyin üstünde Almanya’ dedikleri üstün insan kültü üzerine kuruludur. Ancak I. Dünya savaşından mağlup çıkan Almanlar ister istemez başka çıkış yollar aramaya koyuldular. Hatta ‘Hiç üstün ırk yenilir mi’ diye halk arasında serzenişe yol açıp dünya savaşında yenilgiyle çıkmak derinden etkilemişti onları. Bu yüzden Almanya her geçen gün içten içe dedikodu kazanıyla kaynıyordu. Derken bu hengâmede yüzlerce parti türeyiverdi. İşte tam o sırada genç biri 40 üyelik Alman İşçi Partisinin toplantılarını takip etmeye başlar. Belli ki o genç politikaya atılmak istiyordu. Nitekim hemen siyasete girip partide dikkatleri bir anda üstüne çekecek konuma gelir. Üstelik partinin adını değiştirecek kadar da söz sahibi olur. Artık bundan böyle partinin adı Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisidir. Bu partiye ruh veren de hepinizin tahmin ettiği gibi Almanya’nın kabına sığmayan genç delikanlısı Adolf Hitler’den başkası değildir elbet.
Hitler bununla da yetinmedi partinin amblemini Gamalı haç olarak belirledi. Ambleminin renk bakımdan kırmızı tonu hareketin sosyal yönünü belirlerken, beyaz tonu saf ırkı, siyah tonu da malumunuz güç gösterisi anlamında imparatorluğu temsil ediyordu. İşte içindeki o müthiş enerjik heyecanı onu ileride bir ihtilal teşebbüsüne itecek, fakat sonradan kendisini cezaevinde bulacaktır. Zira çıkardığı gazetesi kapatıldığı gibi 5 yıl hapse mahkûm edilip partisinin faaliyetleri durdurulur da. Aslında mahpushane Hitleri daha da bir meşhur edecektir. Öyle ki; bir yandan hapishane onun en etkili propaganda malzemesi haline gelirken, diğer yandan Kavgam adlı kitabı ise yeni kurulacak Almanya’nın amentüsü olarak addedilecektir. Hitler hapishanedeyken partisi ne yapıyordu derseniz, elbette ki partide hiç boş durmayıp faaliyetlerine daha da hız vermekle meşguldü. Nihayet yurt sathında 1928 seçimleri sahne alır. Fakat Hitlerin o etkileyici hitabeti kitleleri henüz tam kıvamına getirmemiş olsa gerek ki; 1924 seçimlerinde elde ettiği milletvekili sayısı 12’ye düşecektir. Tabii bu durumda parti örgütüne tam bir şaşkınlık hali yaşatacaktır. Bu arada komünistlerde 54 sandalyeye gerilemişlerdi. Bu düşüş ülke genelinde gerek Nazilerin, gerekse komünistlerin alay konusu olmasına neden olur. Neyse ki, 1929 yılında dünyayı kasıp kavuran işsizlik ve ağır ekonomik bunalıma yol açan bir dizi sancılar Nazilerin imdadına yetişir. Hitler neşeliydi artık. Niye neşeli olmasın ki, fırsat bu fırsat deyip 40 milyon insanı işsiz bırakan o 1929 ekonomik bunalım krizini kullanarak kitlelere kendini bir anda can simidi olarak takdim etmeyi başaracaktır. Dahası 1930 yılında seçimlerinde 12 milletvekili sayısı 77’ye, 1932 de seçimlerinde ise bu sayı 232’ye fırlayarak ansızın kitlelerin ümidi olur. Kelimenin tam anlamıyla 1929 ekonomik bunalım krizi Nazi hareketini iktidara taşıyan bir araç olacaktır. Bu yüzden Nazilik bir bilinç ya da akıl dolusu bir hareket olarak değil, bilakis bilinci boşalmış akıl tutulması bir akım olarak sahne alır. Hele akıl karaya oturup bilinç boşalmaya bir görsün, her an bilinçaltı dürtülerin ortaya çıkması an meselesi olabiliyor. Derken zamanla bu psikolojik sendrom toplumsal cinnete dönüşecektir. Hırsızlığın, tecavüzün kol gezdiği ortamlarda elbette ki bilinçaltına hitap eden her söylem pirim yapması gayet tabiidir, öylede olur zaten.
Bir ülkede Kavgam kitabı adeta İncil gibi bir değer kazanıyorsa, bunun nedeni ancak şuur altının boşaltılması diyebileceğimiz bir tür psikolojik maraz olarak açıklanabilir. Bu olay başka türlü izah edilemezdi zaten. Zira kitleler ne yapacağının şaşkınlığı içinde koyun sürüsü misali Hitler’in arkasına takılıp üstün insan duygusuyla hareket etmişlerdir hep. Dahası Nazi akımı iki ana eksen üzere kurulu olup birinci ana eksende Cermen ırkının üstünlüğü esas alınır, ikinci ana eksende ise kendi dışındakileri düşman addedip öteki gözüyle yaftalaması esas alınır. Nitekim Naziler, işbaşına gelir gelmez ilk işleri bütün partileri kapattırmak olmuştur. Belli ki kendi dışındakiler onlar için ötekiydi. Peki, sadece partilerin kapısına mı kilit vurulur, maalesef bilim kapılarına da kilit vurulup tüm dünyada evrensel değer olarak kabul edilen bilim Nazi bilimine dönüştürülür. Zaten ünlü fizikçi Albert Einstein’ı alçaklıkla, hatta hainlikle suçlanması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Nazilere göre tek suçu Yahudi olmasıdır. Hatta Matematik, fizik gibi pozitif bilimlerin yanı sıra Dini değerlerde Nazizm’e uyarlanıp böylece Alman bilimi bir tür Alman ilahiyatı diyebileceğimiz Mesih Nazizm’i yolunda tehlikeli adımlar atılmıştır. Yetmedi Darwin’in evrim teorisi ve Mendel kanunları da Nazizm’e formatlanıp bir tür seleksiyon düzenbazlığıyla saf kan Cermen ırkı oluşturulmaya çalışılmıştır. Hitlere göre bütün Semavi Dinler Yahudi oyunuydu. Dolayısıyla Hıristiyanlığın haç’ı yerine gamalı haç devreye girmeliydi, girer de. Din artık Nazizm’le birlikte ırk ayinidir. Hitler hayatında Tanrı’ya inanmadı. O halde nasıl oluyor da inançsız olmasına rağmen Mesih muamelesi görüyor doğrusu şaşmamak elde değildi. Üstelik yürürlüğe koyduğu ekonomik modelde klasik kapitalist ekonominin savaş disipliniyle cilalanmış bir tür değiştirilmiş benzer uygulamasıydı. Nitekim ülke genelinde uyguladıkları sıkı ekonomik politikalar neticesinde halkın bir nebze de olsa refah seviyesinin yükselmesi Nazizm’in gücüne güç katmıştır. Derken ikinci cihan harbinin ağır hezimeti ya da Hitlerin ifadesiyle ekonomide Versay antlaşmasından miras kalan kriz zincirinin olumsuz etkilerinin kırılmasının ardından Polonya’nın işgali ve nihayet Alman imparatorluğunu kurulması onu kitleler nezdinde daha da meşhur edecektir. O artık bundan böyle kendinden geçmiş kalabalıkların gözünde bir tür Mesih diyebileceğimiz kurtarıcı führerdir.
Hitler iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra gerçek yüzünü ileride gösterecektir. Nasıl mı? İşte iktidarı boyunca yaydığı zulüm süreci doruğa ulaşıp kendi evlatlarını bile acımasızca kıyan kıyma makinesi haline dönüştüğünde gerçek yüzleri ayan beyan anlaşılacaktır. Gerçekten de öyle olmuş, parti içinde sağ ve sol cenah oluşunca aykırı fikirler hayat bulmadan derhal bastırılacaktır.
Malum olduğu üzere II. Dünya savaşı sırasında Stalin ve Hitler kendi aralarında anlaşarak pakt kurdular. Fakat kurulan bu pakt oportünist yaklaşım üzerine kurulu bir paktır. Sadece belli menfaatler çerçevesinde düşmanlıklarını unutturmak için bir kılıftı bu. Düşünsenize Kırım Türkleri de kılıf olduğunu fark etmeksizin Hitleri kurtarıcı sanmışlardı. Nitekim bu fırsatçı politikalardan onlarda kendi payına düşeni alıp, hevesleri kursaklarında kalacaktır. Zira Hitler sadece Yahudi düşmanlığı üzerine bir siyaset izlemeyip Alman ırkı dışındaki bütün ırkların yok edilmesi inancını da taşıyan gözü dönmüş bir führerdi. İşte bu yüzden bütün Avrupa’yı Hitler fobisi sarmıştı. Derken bu korku ülkeleri ortak platformda buluşturup dünyayı tehdit altına alan Hitler belasından kurtulmaya vesile olacaktır. Zulüm nereye kadar gidebilirdi ki. Kaldı ki zulümle kim abad olmuş ki Hitlerde abad olsun. Bir kere basit bir sosyolojik kural var ortada; ‘Hiçbir zaman zulüm payidar olamaz’ diye.
Nihayetinde 1945 sonrasında Amerikalıların Batı Almanya’yı abluka altın alıp Nazilerin sıkı disipline dayalı kurulu sistemini demokratik ölçülere göre yapılandırması ve diğer ülkelerinde buna katkı vermesi sayesinde Nazizm’in tarihin harabelerine gömülmesine ziyadesiyle yetmiştir. Böylece Nazizm geriye nefretten başka bir miras bırakmadan tarih sahnesinden çekilmiş olur. Derken Naziliği çağrıştıracak heykel, anıt gibi görünür tüm görünür izler silinir de. Öyle de oldu zaten.
Peki ya, Almanların gerek Osmanlının son dönemlerinde gerekse Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda nasıl bir etkisi oldu derseniz, malum ilk önce Osmanlının I. Dünya savaşına sürüklenmesi dâhil, onun akabinde gelişen Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Almanya ile her bakımdan ekonomik, kültürel ve ideolojik yakınlaşma baş göstermiştir. Nitekim Almanya’nın 1917’de ilkin Van Kühlmann isimli büyükelçisi aracılığıyla Osmanlının harf inkılabına ihtiyaç hâsıl olacağını gündeme taşıması son derece dikkat çekici yakınlaşma örneğidir. Diğer yandan büyükelçi Nadolny da bu yakınlaşmanın takipçisi olup o da Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya’da Alman alfabesine dayalı harf inkılabının gerçekleşmesine yönelik bir takım algı faaliyetlerine girişip böylece Alman kültürünün egemen kılınmasını kendine vazife edinecektir. Hatta bir bakıyorsun egemen kılınmaya çalışılan kültür faaliyeti girişimlerinden maksat hâsıl olduğunda Türkiye’de gerçekleşen harf devriminin akabinde büyük bir iş başarmanın sevincini gururla satırlarına şu şekilde döker de:
-“Yeni alfabenin sesli harfleri tamamen Almancadan alındı. Kelimeler konuşulduğu gibi yazılıyor. Türkler Fransız kültür çevresinden uzaklaşıp Almanya’nın etkili olduğu Doğu Avrupa çevresine girdi. Bu Almanya’nın menfaatinedir. Gazi Mustafa Kemal Rusların Deli Petrosu gibi Asyalı halkı kamçıyla Avrupalılaştırmaktadır!” (Bkz. Ramazan Çalık- Ali Galip Baltaoğlu, “Alman kaynaklarında Türk Harf İnkılabı ve Yankıları”, Atatürk Yolu, Mayıs-Kasım 2011,s.263-283)
Peki, Alman etkisi sırf kültürel yönden mi bizi kendilerine bağımlı kıldı, hiç kuşkusuz ekonomik yönden de elimiz kolumuzu bağladılar dersek yeridir. Nitekim Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel Nazi Almanya’sının ekonomik yönden Türkiye üzerinde etkisini kitabında şöyle dile getirir de:
-“Nazi Almanya’sının 1930’larda Türk dış ticaretinin hemen hemen yarısını ele geçirmesi yepyeni bir durum yaratmıştı. Almanya ile yapılan ticaret Nazi hükümetinin denetimi altındaydı. Almanlar Türkiye’den, sattıklarından daha çok mal ithal edip önemli borç bakiyeleri biriktirerek, Türkiye’yi dünya piyasalarında eli kolu bağlı bir duruma düşürdüler. 1930’lar Türkiye’sinde Nazi metropolü mübadele ilişkileri aracılığıyla Türkiye ekonomisi üzerinde, bir kapitalist metropole bağımlılık açısından başka hiçbir dönemde görülmemiş bir etki gücü elde etti” (Bkz. Yahya Sezer Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1994, s. 203.),
Hakeza Weimar ve Nazi Almanyalarının harf devriminden tutunda ekonomi ve hemen hemen hayatın her alanına kadar nüfuz ettiklerini ise Cemil Koçak şöyle özetleyerek yorumlar:
-“Nazi iktidarı döneminde, Almanya’nın siyasi, kültürel, askeri ve ekonomik amacı, Türkiye’yi her bakımdan Almanya’ya bağımlı bir ülke haline getirmektir” (Bkz. Cemil Koçak, Türk Alman İlişkileri, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara 2013).
Gerçekten de yukarıda ortaya konan görüş ve tespitler yaşanmıştır mı derseniz, bir kere her şeyden önce o yıllarda ne olup bittiğine dair arşiv kaynaklarını taradığımızda:
-Türkiye’yi Alman askeri sanayine bağımlı kılmaya yönelik ordu içerisine görevli Alman subaylarına yerleştirilmesinden tutunda;
-Üniversitelerimizde yerli milli hocalarımızın kapı dışarı edilip yerlerine Alman/Yahudi profesörlerinin konuşlandırıldığını, bir kısım bakanlıklara bağlı devlet kurumlarını yapılandırmak adına uzmanlar, müfettişler, mühendisler, müdürler, öğretim üyeleri çağrılarak Alman modelinin hayata geçirilmeye çalışıldığını,
-Türkiye’de ki hava ulaşımını kontrolleri altında tekellerinde tutmalarına seyirci kalındığını,
-Hitlerin Alman şirketleri kanalıyla Türk basınını fonlayarak, hem gazetelerin kâğıt ihtiyacını gidermek yönünden Almanya’ya bağımlı kılmak hem de içerimizde ki etki ajanları kanalıyla kamuoyu Alman ekolü algısını yerleştirip kamuoyu oluşturulmaya çalışıldığını,
-Heykeltıraş sanat alanda ise gerek Sarayburnu’nda ilk yapılan ilk heykel anıtının gerekse Ankara’nın Kızılay meydanının hemen yanı başındaki Güven Parkında kaba figürlerle Nazizm’i hatırlatacak anıt heykellerinin Alman sanatçılar tarafından yapılıyor olması Nazi Almanya’sının Türkiye üzerinde bariz bir şekilde etkisini gösteriyor.
Velhasıl-ı kelam bütün totaliter ideolojilerin akıbeti çöküştür. Zira Yüce Peygamberimiz (s.a.v); ‘Ne Arab’ın Acem’e, ne Acemin Araba üstünlüğü yoktur, üstünlük takvadadır’ diye beyan buyurduğu mesajı ile Hitlerin Cermen ırkı dışındakileri düşman gören anlayışından çok farklıdır. İslamiyet’te ırk ayrımına yer olmadığı gibi derisi, rengi de ölçü olarak esas alınmaz. İslam’ın ölçüsü ahlakta ve insanlığa hizmette yarıştır.
Vesselam.