Yüksel Durak


ALEV ALATLI

Ablam öldü…


Seneyi pek hatırlamıyorum, sanırım doksanların sonu belki de iki binlerin hemen başı olsa gerekti… Günü hiçi hatırlamıyorum lakin zaman hüzün mevsimi olmalıydı, sonbahardan bir günün gecesi. Televizyonda La Liga’dan bir maç seyrediyordum, salondan sevgili karım seslendi, “Bi bakar mısın?”

Salona geçtim. Hanımın televizyonunda, Ahmet Hakan’ın bir daha hiç yapamadığı “İskele Sancak” programı vardı ki muhtemelen kanal gezerken takılmıştı hanımefendi. Konuk, orta yaşlarda sarışın bir güzeldi. Konuşması çok kolay anlaşılır gibi değildi, sesi de biraz boğuk muydu ne… 

Ayakta birkaç dakika dinledim konuğu. Bilmiyordum, tanımıyordum kendisini. Bizim televizyonlarımız da konukları herkesin tanıyacağını varsaydığından ya da tanıması gerektiğinden isim yazmazdı pek. Sevgili karım kesin ve net bir biçimde, “Bu kadının kitabını istiyorum!” dedi.

Ben odama geçtim, uzaktan kumandada Kanal-7’yi tuşladım, bir Barcelona maçını seyretmesem kıyamet kopmazdı. Galatasaray maçı değildi ya bu. 

Programın sonlarıymış, on dakika kadar sonra bitti.

Gece mışıl mışıl uykusuna dalan karım, kocasının başını nasıl bir derde soktuğunu elbette bilemezdi. Ben zaten bilemezdim. 

Ertesi günü nasıl olduysa oldu, ilk işim Alev Alatlı nam yazar hanımefendinin kitabını aldım, akşam karıcığıma işte kitabın dedim. Kitabın benim olduğunu bilmeden.

İkinci, değilse üçüncü gece saat on gibi kitabı elime aldım, okumaya başladım. Fena bir okur değilimdir. Başlayıp bitirmediğim kitap yoktur. Fakat bu kitap zordu. Anlamak kolay değildi. Belki alt bilgiler gerekiyordu. Kişileri, zaman zaman olayları karıştırdım. Arada geriye dönüp bazı yerleri tekrar be tekrar okudum. O zamana değin bir romanı hiç bu kadar uzun sürede okumamıştım. Hem de çok ciddi zamanlar ayırdığım halde. 

Büyük bir hataydı herhalde, üç günde bitirdim. Her kitabı bitirdiğimde bir hüzün basar beni, ayrılık gibi görürüm… Fakat bu kitapta eksik, yarım bir şeyler kaldı sanki. Normaldi aslında, zira bu ilk kitaptı… Bir de ikincisi vardı. Şimdi ikincisi çıkana kadar, off…

Masaüstü bilgisayarımda arama motoruna Alev Alatlı yazdım, karşıma bir kitaplık çıktı adeta. Sevindim. Hemen yeni kitapları edindim, okudum. Okudukça daha çok sevdim Alatlı’yı. Hem… Evet, milliyetçi bir damarım vardı, Alev Alatlı da İzmir doğumlu bir Rumeliliydi. Bir kez daha sevdim kendilerini, içten gelen bir duyguyla “abla” dedim. O, benim ablamdı artık.

Sevgili karımın söylemiyle çok okuyan biriyim. Aslında ben kendimi ortalamanın üstünde okuyan biri olarak tanımlarım. Çok okuyan biri olsaydım kitaplığımda binlerce kitap olurdu, yoktu… Şartlar belki de. Ama beş yüz kitabı aşan küçük kitaplığımın en büyük kısmını “Alatlı Kitaplığı” doldurdu. Büyük bir kısmını iki, bazılarını üç kez okuduğum yıpranmış kitaplardı bunlar. Dün tamamını elden şöyle bir geçirdim, sıvazladım, okşadım, yerlerine yeniden yerleştirdim. Bugün daha değerliydi bu kitaplar, artık yenisi yazılmayacaktı. Oysa beklediklerim vardı; Or’da kimse var mı? serisinin altıncısı belki ve ille de Gogol’un izinde:4. Olmadı, zaman yetmedi belki… Belki de kısmet değildi.

Tuhafız biraz. Söylenene, yazılana, yapılana değil de kimin söylediğine, yazdığına, yaptığına bakıyoruz. Ona göre konumlanıyoruz. Daha baştan ayrışıyoruz. Örneklemek gerekse; Nazım Hikmet-Necip Fazıl kavgasında safımıza göre karşıyı “hiç” olarak, gençliğin kullandığı söylemle çöp olarak görüyoruz. Şiirlerine değil, görüşlerine göre iyi ya da kötü olarak tanımlıyoruz. Hayret! Bu ülkede bu tutuma karşın sanatkâr, edip, aydın çıkabiliyor yahu! Aydın kelimesinde bile taraf oluyoruz; aydın, münevver, entelektüel… Kelimelere göre taraf belirliyoruz. Ne demişti Merhum Cemil Meriç, “Kavga insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında.” Ablam da “Parmağıma değil, işaret ettiğime bakın” demişti işte.

Haberi ben, bir akrabamın başsağlığı telefonuyla aldım. Haberi alınca televizyonlara baktım, o ara sadece TRT-2’de gördüm. CNN Türk’te İlber Ortaylı telefonla bilgi verdi. NTV haber yaptı. Diğerlerinde ya ben denk gelmedim ya da pek yoktu. Bir kısmı alt yazılarla verdi haberi, bir kısmının belki de umuru olmadı.

Ertesi günü gazeteleri taradım. Sandım ki Ahmet Hakan’ın Hürriyet’i büyük bir haber yapar. Zannetmekle kalakaldım, minicik bir haberdi. Çok daha önemli haberleri vardı gazetenin. Ahmet Hakan köşesinde de yazmamıştı. Ben, Ahmet Hakan ile tanıdığımdan olacak daha fazla ilgi beklemiş olabilirim. 

Sabah isminin yanında vermişti, Salih Tuna ve Mahmut Övür yazmıştı. Yeni Şafak, Ayşe Olgun haberi ve Ayşe Böhürler yazısıyla sürmanşetten vermişti. Karar, isminin üstünde Orhan Türkdoğan ile birlikte “iki büyük kayıp” ile duyurmuştu. Yeni Birlik ve Akşam’da benzer bir biçimdeydi. Milliyet, Türkiye, Posta ve Takvim’de küçücük haberdi. Yeni Akit İslam, Aydınlık Filistin Davası vurgusu ile görmüştü haberi. Sözcü, Cumhuriyet, Türkgün, Milli Gazete, Yeni Asya, Yeni Mesaj ve diğerleri görmemişti. Haber sitelerinde Enpolitik üzücü haberi başlıktan vermişti. Serbestiyet, T24, Oksijen gibiler haber yapmamıştı.

Ablamın da bir seferinde dediği gibi “Sen, ben, bizim oğlandı” mesele, gerisi eskilerin demesiyle laf-ı güzaf… 

Neyse neydi… Az çok fark etmez, o, bir kısım insanın gönlünde yer etmişti. İşte tam da bu nedenle ölmezdi bazı insanlar. Elbette her canlı ölümü tadıcıydı. Elbette insan dediğin vakti geldiğinde hayatını kaybedecekti. Yıkanacak, kefenlenecek, bir kabre defnedilecekti. Ama bazıları gönüllerde hep yaşayacaktı.

Türkiye dün bir aydınını, münevverini, entelektüelini, bir bilgesini kaybetti. Türkiye dün, çok güzel bir insanına ebedi yolculuğu nedeniyle veda etti. 

Ben, seni hep sevgi, saygı, minnet ve rahmetle anacağım ablacığım. Öksüz ve yetim kalmış kitaplarını yeniden okuyacağım.

Siz biz ayrımından, ayrıştırmasından korksam da söylemeden duramayacağım; 

İdeolojiler, davalar, düşünceler, görüşler, partiler sizin olsun, bize insanlık gerek. Bize her şeyden önce güzel insan gerek… Yunus’tan kopyayla “Ölen hayvan imiş, güzeller ölmez” diyorum.