Rahmetli Nevzat Kösoğlu?nun düğünlerimizle ilgili bir yazısını hatırlıyorum. Vur patlasın, çal oynasın salon düğünlerinin bize ne kadar aykırı olduğunu anlattıktan sonra buna alternatif olarak yapılan dinî düğünleri de eleştiriyordu. Nihâyet, her ikisindeki huzûrsuzluğu, bir Türkmen düğününde dağılıp gidiyordu.
Dinî düğünler, şüphesiz, bir ihtiyaçtan ortaya çıktı. İslâmî kurallara uymayan eğlence ortamlarında yapılan düğünler, mütedeyyin insanlar için ciddî bir sıkıntıydı. Peki, böyle bir düğünün alternatifi, câmide veya buna yakın bir mekânda düğün yapmak mıdır?
Elin oğlu, filmlerde, kilisede evleniyor ya biz niye kusur kalalım?
Bilmem böyle düğünlere tesâdüf ettiniz mi? Çoğunda sıkıntıdan patladığımı hatırlıyorum. İkisini ise vaaz veren hocaların sert ve azarlayan üslûblarından dolayı terketmiştim. Salon düğünü deseniz tam bir işkence.
İki tür düğünden de niye zevk almadığımı, Nevzat Kösoğlu?nun yazısını okuyunca anladım. Bir Anadolu insanı olarak, bize has düğünün ne olduğunu çok iyi biliyorum. Çocukluğumda gördüm, katıldım ve hâfızama kaydettim. Ne salon düğünü benim ne de buna alternatif olan dinî düğünler. Mekândan ve eğlenceden vazgeçiyoruz ama aslen bizim olmayan beyaz gelinlik, olmazsa olmazımız. Güzelim kına türkülerimiz varken ilâhilerle kına yakmaya hiç girmiyorum. Herşeyimiz arabesk oldu vesselâm...
Sözü şuraya getirmek istiyorum. Kültür emperyalizmine karşı durmak gibi samîmî bir gayretimiz var. Ama ihtiyaçlarımıza çâre bulmak için, karşı olduğumuz kültürden ilhâm alarak alternatif üretmek doğru değil. Târihimize, kültürümüze bakarsak lüzûmlu cevapları muhakkak buluruz.
Mâzisi çok eski olmayan ve alternatif yılbaşı olarak kabûl edilen Mekke?nin Fethi kutlamasını da bu minvâlde görüyorum. Niye yılbaşında bir şey kutlamak zorunda olalım ki? Üstelik Mekke?nin fetih târihi, 31 Aralık değil.
Peki ne yapalım? Hindisiyle, çamıyla, Noel babasıyla artık gözümüze gözümüze sokulan yılbaşında boş mu duralım?
Evvelinde boş durmayalım. Ramazanı ve bayramlarımızı öyle güzel yaşayalım ki çocuklarımız, gençlerimiz, ellerin bayramlarına imrenmesin. İftâr ve sahur sofrasının tadına varan, kurban kavurmasının lezzetini bilen, iftâr dâvetinde diş kirâsını alan bir çocuk, hindiye, çama, çamın dalındaki hediyeye heves etmez.
Bizim çocukluğumuzda, bayramlık kıyâfetlerin anlamı vardı. Ha deyince herşeyi alamazdık. Aldığımızı da başucumuza koyarak sabahlardık. Bâzen de sabah başucumuzda bulurduk. Böyle mutlulukları, çocukların dünyasına tekrâr sokalım. O zaman yılbaşı hediyeleşmesine ihtiyaç duymazlar. Oturduğum bir mahallede, halk bilimi uzmanı olan bir üniversite hocası, mahallenin çocuklarına muhtelif hediyeler alır; bayramlaşmaya geldiklerinde dağıtırdı. Bunu bir vazife şuuruyla yapardı. Arefe günü, mahallenin bütün çocuklarına arefe banyosu yaptırıp temiz iç çamaşırı hediye eden Zehra Abla?yı birgün anlatırım inşallah.
Bayramımızı, seyrânımızı usûlünce yaşadıktan sonra 31 Aralık?da bir şey yapmaya gerek yok. 1 Aralık nasıl geçiriyorsa varsın 31 Aralık da öyle geçsin. Her zaman saat kaçta yatıyorsak öyle yatalım. O gün çocuklar için sıradan bir gün olsun.
Tepkisizlik, bâzen en güzel tepkidir.