Uzun bir zamandan bu yana bu köşede yazı yazamadım. Daha doğrusu bazen yazmadım, bazen de yazamadım. Yoğun bir seyahat dönemi, bunun en büyük sebebi idi. Bazen de yazmak gerektiği halde yazmak için bir heyecan duymadığı zamanlarda da insan yazamıyor ya, benimki biraz öyle de oldu.
Oysa yazamadığım iki, iki buçuk aylık süre içerisinde memlekette ve dünyada ne olaylar yaşandı, ne gaflar yapıldı, ne çamlar devrildi, ne kararlar alındı!...
Bütün bunlara ilişkin olarak arkadaşlarımız çok yazılar yazdı. Ramazan ve oruç üzerine söylenmeyen söz kalmadı. TV programlarındaki irşad edicilere ne de yaman sorular soruldu, terletildi mübarekler. Şimdi de adaylar, ittifaklar, hainler, devlet ve millet sevdalıları hakkında da yazılar yazılıyor. Yazılmaya elbette devam edilecek. Söz konusu olan kamusal alan olunca, herkes fikrini belirtmeli.
Kamusal alan, mahrem alanımızın kendisini ifşa ettiği yer değildir. Kamusal alana mahrem alanın ilgi ve ihtiyaçlarıyla birlikte niteliklerini dahil etmeye başladığınızda kamusal alanı bozar, mahrem alanı da orta malı haline getirirsiniz. Adına da toplumsallık, böyle bir şey der, çıkarsınız. Oysa bozulmuş olan bir alandan herkese hakimiyet kuracak ahlaki bir güç bekleyemezsiniz. O alan, kendi sınırlarını ihlal etmek suretiyle kendisini bozar ve kendisine yabancılaşır. Sanki böylesi bir yabancılaşmayı yaşıyor gibiyiz.
Ama ne yapalım! Günümüzde geçerli olan şey, görünür olmak... Nasıl görünürsen görün ama lütfen görün mantığı geçerli. Gözün böylesine doyduğu bir tarihsel dönem hemen hemen hiç yaşanmadı. Göz önünde olmak ama aynı zamanda herkesi de gözetlemek dediğimiz bir durum yaşanıyor.
Bunu şöyle formüle edebiliriz: Herkesi gözetle, kendin de gözetlen ve bundan mutluluk çıkar! İşte bu durum, bütün alanların iç içe girdiği, sınırlarının ortadan kalktığı, kendilerinin belirsizleştiği bir duruma da işaret ediyor.
Böylesine bir durumda her birimiz birer gözlemci olduğumuz gibi aynı zamanda birer denek durumuna da düşüyoruz. Gözetlerken pasif, gözetlenirken gözetleyenin gözünde aktif konuma geçiyoruz. Oysa tam tersi olması beklenirdi. Bana göre burada garip bir 21. Yüzyıl şakası var adeta: Kendimizi aynada gördüğümüzde mutlu olmadığımız, gülümsemediğimiz halde ekranda gördüğümüzde mutlu oluyor, gülümsüyor, kendimize dikkat kesiliyor ve seviniyoruz. Bu, her birimizi kitlenin adamı yapıyor. Kitlenin adamı, kitle tarafından görülmüş olmayı istemenin sonucu ortaya çıkar. Bizi, kalabalıklar görsün, istiyoruz. Bizi, herkes tanısın istiyoruz ama kimseyle tanışmak istemiyoruz. 21. Yüzyıl, bizi hiç kimseyle tanıştırmadan herkese tanıtan biz yüzyıl. Çok hoşumuza gidiyor bu.
Herkesin bizi tanımasını istemek, yalnızlığımıza çare değil oysa. Sadece bir avuntu. Avunmak istiyoruz. Kendimizi tanımak, kendimizi kendimize emanet etmek, kendimizin sınırının ne olduğunu bilmek istemiyoruz. Bunun için hiç kimseyle tanışmıyoruz. Herkese söz söylüyoruz ama kimseyle konuşmuyoruz.
Artık konuşma yerini söz söylemeye bırakmıştır. Bu, türümüzün üyeleriyle aynı dili konuşamadığımız içindir. Başkasına yabancı olan kendisine de çok uzaktır oysa. Bundan dolayı konuşmadan söz söylediğimizde de, sadece ses çıkarıyor ve herkes kendi olgunluğunca anlam dünyası inşa ediyor. Anlaşılamayan, güçlü seslerden ibaret sözler zihinlerde karşılık bulmuyor. Onlara uygun düşecek bir hafıza geçmişimiz yok çünkü.
Hal böyle olmasına rağmen, 21. Yüzyılın şakası bizi güldürmeye devam ediyor... Oysa düşündürmesi gerekirdi...