Mücadele, hayatın esası gibi görünüyor. Hayatta kalabilmek için aklı, zekâyı kullanarak çalışmak zorunda olmakla, doğayla giriştiğimiz mücadeleyi kendimizi de doğayı da istismar etmeden kazanmak zorundayız.
Akıl ve zekâ, doğayla giriştiği mücadeleyi, onu alt etmek için kullandığı takdirde alt etme, insanın kendisine yönelir. Akıl ve zekâ, doğası gereği böyle bir teşebbüste bulunamaz. Duygusal olarak da böyle bir istek, insanın duygusal olarak tahrip olmasına neden olacağı için insanın zararına olacaktır.
Öyleyse doğayla bir mücadeleden ziyade onu tanıma, bilme ve doğada bu tanıma ve bilmeye göre yaşamak, insanın bu mücadelesinde temel amaç olmalıdır. Bunun yolu da bilimdir. Doğayı, yaratıcılık özelliği bakımından ele almak, ondaki uyumu fark etmek bakımından da sanattır. Bilim, aklımıza ve zekâmıza, sanat da duyu ve duygularımıza zevk verir.
Bu iki yol, aynı zamanda insanın kendi varlık koşulları çerçevesinde kendisini gerçekleştirmesinin de en uygun yolu gibi görünmektedir. Böylesi bir gerçekleştirme, zorunlu olarak doğayı dost görmeye bağlıdır. Öyleyse doğa karşısında kendimizi korumanın ve ondan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmanın yolu, onunla dost olmaya, onu sevmeye, onu tanımaya ve bilmeye bağlıdır.
Doğa karşısındaki durumumuz ile başkaları karşısındaki durumumuz da farklılıklar olmakla birlikte birbirlerine benzerler. Başkaları karşısında olmak, aslında toplum içinde olmak demektir. Toplumla ilişki de, bir tür mücadele ilişkisidir. Bu ilişkide de iki husus ortaya çıkar. Bunlardan birincisi ahlak, diğeri de hukuktur. Çünkü bizim başkalarıyla ilişkimiz, muhakkak bir kurallar sistemi içerisinde gerçekleşir. Kurallar sistemini de en başta ahlak ve hukuk sunar.
Toplumsal ilişkiler, kamusal alanın ilişkileridir. Kamusal alanın ilişkileri, kişinin kendisini gerçekleştirmesinin de zemininde bulunur. Hedefleri olan insan, yeteneklerine ve bilgi birikimine göre bu hedefleri ile kendisi arasında uygunluk kurmak zorundadır. Uygunluğun olmadığı durumlarda hedef değişmediği takdirde, insanın kendi eksikliğinden kaynaklanan hırsları, eğilimleri devreye girer. İşte bu durumda onları kontrol edecek olan ahlak ve hukuk yaptırımını kaybederse böyle bir kamusal alan, ahlak zaafının başlamasına da izin vermiş olur. Bundan dolayı da bu alan, hiçbir biçimde gerçek manada kişinin kendini gerçekleştirmesine uygun bir zemin haline gelemez ve güvenirliliğini kaybeder.
Böyle bir olumsuzluğa düşmemenin yolu, hukuk ve etik arasında karşılıklı olarak birbirlerini hem denetleme ve kontrol etme hem de birbirlerini destekleme yolunda birlikte hareket etmeleridir. Bu, insanın başkalarıyla giriştiği mücadelenin etik ve hukuk içinde kalmasının da yolu anlamına gelir.
İnsanların hırslarının önüne geçmek zordur. Bencilliklerinden kaynaklanan kıskançlık, öfke, kin gibi duygular, ona çok rahat bir biçimde etik dışı davranışlarda ve hukuk dışı eğilimlerde bulunmasını sağlatabilir. Eksikliklerini farklı yollar deneyerek kapatmak ve tatmin bulmak isteği karşısında kişi, yanlışa meyletmiş demektir. Nitekim durum pek de farklı değildir. Çünkü hukuk gereği gibi işlemediğinde etik dışı davranışlar artmakta, etik dışı davranışlar artıkça da hukuk sürekli zaafa uğramaktadır. Bundan dolayı adalet, hukuk sürecini etik olarak kontrol edebilecek bir sistem içerisinde mümkün hale gelir ve bu durum, hem hukuku hem de etiği sağlamlaştırır.
Asılsız ihbarlarla insanlara iftira atanlar, kendi ahlaksızlıklarını gerçekleştirmek için hukuku kullananlardır. Nitekim hain FETÖ kalkışmasından sonra bu türlü durumların yaşandığına şahit olduk. Böyle bir etik dışı davranışın hukuku araç olarak kullanmak isteği anlaşıldığı anda, böylesi iftiralarda bulunanların şiddetli bir biçimde cezalandırılması, böylesi etik dışı davranışların önüne de geçmenin bir yolu aynı zamanda. Bu, hukuk yoluyla etik olanın korunması olduğu gibi hukukun da kendini araç olarak kullanmak isteyenlere karşı kendisini de korumasının bir yoludur.
Bunlarla ifade etmeye çalıştığım husus, başkalarıyla giriştiğimiz mücadelenin iki önemli dayanağı olmalıdır. Birincisi etik, diğeri de hukuktur. Bu dayanaklara bağlı bir mücadele, insanın kendisiyle mücadelesinde kazandığı liyakat ile alakalıdır. Bundan dolayı insanın en önemli mücadelesi, kendisine karşı giriştiği mücadeledir. Bu mücadelenin de başarılı olması, insanın kendisini tanımasına bağlıdır. En zor olan tanıma ve bilme biçiminin üstesinden gelemeyenin doğayla mücadelesinde bilim ve sanat yolunu takip etmesi mümkün olmadığı gibi doğayı tahrip eden bir hareket tarzı içerisine girmesi kaçınılmaz bir hal alır. Yine kendisini bilme ve tanımayı gerçekleştiremeyenin başkalarıyla olan mücadelesinde de ahlak ve hukuk dışı davranışlara girmesi büyük ihtimalle önüne geçilemeyen bir durum olur. Çünkü kendisini bilmeyen, hak etmediği bir şeyi ister ve onu hedefine koyar. Bu hedef için her yol, mubah hale dönüşür.
Mücadelesi olmayan insan yoktur. Sorun; bilim ve sanattan uzak, ahlak ve hukuk dışı olana eğilim ile kişinin kendisinden uzak ve yabancı olma halidir. Başımızı derde sokan da, bu haldir.