Geleneksel kültürlerin birlikte yaşama mecburiyetinden doğan problemlere karşı gösterdiği tepki ve dirence rağmen huzur ve barış ortamını sağlamaya yönelik çalışmaları çok önemsiyor ve değerli buluyorum. Birlikte yaşamanın gerekliliğine inanmış toplumların, devlet denen müessesenin kurumları vasıtasıyla içte ve dışta, huzur, güven ve barış ortamına ulaşmak istedikleri için devleti kutsadıklarını da biliyorum.
Bendeniz toplumların sosyalleşmesini temin eden evrensel değerleri, kolektif çabalar neticesinde oluşan tecrübeler bütünü olarak görürüm. Bu manada evrensel kültürün bireyselliği aşarak, bireyin üstünde bir değerde kabul görmesini sosyal çevrelerin uyumunu sağlayacak unsurlar olarak kabul ederim. Her ne kadar tarihin derinliklerinde bir yerlerde kültürlerin çatışmasına rastlasak dahi, insanlık tarihini sürekli çatışan ve savaşan zaman dilimi olarak nitelemenin yanlış olduğunu ifade etmek isterim.
Tarihin seyiri içerisinde, kültürlerin uyuştuğu ve ya çatıştığı dönemlere bakacak olursak, sebebi ne olursa olsun, ister dini, ister milli sebepler olsun, en azından içgüdüsel olarak daha iyi ve daha güzeli yaşama arzusu olduğunu görebiliriz. Bana göre her kültür, kendi geleneksel değerlerinin daha iyi ve daha güzel olduğu inancıyla, diğer toplumlar üzerinde hâkimiyet kurmak istemiştir. Bu manada savaş ve çatışmaların gerekli olduğu gibi bir yanlış anlaşılmaya sebep olmak istemem. Sadece savaş ve çatışma psikolojisini motife eden unsurlara bakıldığında, sömürge ve toprak edinmek gibi istisnai durumlar hariç, haçlı seferleri de dahil olmak üzere, asıl niyetin kültürlerin egemenlik alanlarını genişletme arzusu olduğuna işaret etmek isterim.
İki kutuplu dünyadan, dağılan Sovyet bloğu sonrasına paralel olarak, özellikle 11 Eylül hadisesinden sonra, yeni dünya düzeni diye dayattıkları tek kutuplu dünyanın, Müslümanların sindirilmesine yönelik baskılarını haçlı zihniyetinin yeniden dirilişi olarak görmek mümkün. Özellikle son dönemlerde kıta Avrupasında artan yabancı düşmanlığı ve Müslümanları hedef alan eylem ve söylemlerin toplumda karşılık bulmasını asimilasyona karşı gösterilen dirençten kaynaklandığını iddia etmekte mümkün. Aksi halde, devletlerin anayasal zorunluluğunun tüm halk ve azınlıklara eşit haklar tanıyarak, sosyal dengeyi sağlayacak olan demokratik hak ve özgürlüklere saygı ve bağlılık olduğu halde, politik arenadan sonra, hoşgörüsüzlüğün çok bariz ve çok açık bir şekilde sokakta ki vatandaşa kadar sirayet etmesini engelleyecek önlemlerin alınamaması nasıl izah edilebilirdi ki.
Çağımızda uygarlık ve medeniyetin demokratik değerler üzerinde yükseldiği gerçeği politikacılar tarafından bilerek inkar edilmekte olup, uygulanan hatalı politikalar içte ve dışta devletlerin itibarını zedeleyen gelişmelere sebep olmakta. Her ne kadar 'ikinci sınıf sözleşmeli vatandaşı' olsak dahi, yaşadığımız ülkeler adına oluşan olumsuz hava ve itibar zafiyeti duygusal olarak biz Avrupalı Türkleri üzüntüye sevk ediyor. Avrupa?da yaşayan biz Türkler daha emin ve daha güzel bir kader arayışımızda, tebası olduğumuz ülkelerden her türlü ayrımcılığa karşı evrensel değerlere yakışan bir tavır almalarını beklediğimizi ifade ederek yazımı bitirmek istiyorum.