Her dönemin hırsızları vardır, okka ile götürenler de olur, zoka ile götürenler de. Ama güçlünün haklı olduğu yerde, ?bal tutan parmağını yalar? özdeyişi revaç bulur. İbn Keysan olarak da bilinen ve genellikle aykırı ve muhalif görüşleriyle şöhret olmuş Amr b. Ubeyd, birgün Halife Mansur?un adamlarından birinin, bir hırsızın elini kestiğine tanık olduğunda şöyle demişti: ?Gizli hırsız alenî hırsızın elini kesiyor.?
Alenî hırsız, belki maharet sahibidir ama çapsızdır; asıl korkulması gerekenler süslü sözlü veya fiyakalı gizli hırsızlardır. Şair Firdevsî, şöyle der: ?Eğer hırsız elinde fenerle geliyorsa, bilin ki çok daha değerli şeylerinizi çalacaktır.? Günümüzde hırsızların önünü aydınlatan fenerler: diploma, unvan ve makamlardır. Bunları maharetle kullananlar, kudretince nemâlanırlar.
Konu ile ilgili, iki ibretâmiz olayı nakledeceğim:
Osmanlı döneminde bir vilâyet merkezinden bir sancağa yapılacak yol müteahhitlerden Ferhat Efendi isminde bir zata ihale edilmiş. Ferhad Efendi yolu yapar, bitirir; fakat bir türlü parasını devletten alamaz. Çünkü rüşvete alışmış Vali Paşa?ya para vermiyordu. Bütün müracaat ve istirhamları da, bu sebeple tesirsiz kalıyordu. Nihayet bu Valinin yerine başka biri atanır; o vakte kadar yolun hayli yerleri bozulmuş olduğu için gelen Vali de, bu haliyle yolu kabule yanaşmaz. Zavallı Ferhad Efendi yanıp tutuşur.Bu iş,o gün için o kadar konuşulmuştu ki, yabancı konsoloslar arasında da bilinmiyen tarafı kalmamıştı. Ferhad Efendi, Fransız konsolosu Karliye?nin dostu idi. Karliye bir seyahatinde Valiye uğrar. Konuşma esnasında bu yol işinin tesviyesine çare bulunmasını, eski Vali nezdinde arcılığını bu yeni Vali?den istirham eder ve: ?Böyle küçük şeylerin sizin için hiç ehemmiyeti olamaz? der.
Konsolos, ?Siz büyük vurgunlar vurursunuz. Böyle küçük şeylere tenezzül etmezsiniz? demek ister ve gûya bununla paşayı koltuklamak ister. Paşa için ise vurgunun büyüğü küçüğü yoktur. Konsolos Karliye?ye damdan düşer gibi: ?Siz hiç deve katarı görmediniz mi?? diye sorar. Bunun hikmetini anlayamayan konsolos hayretle: ?Bulunduğum vilâyette de, başka taraflarda da çok gördüm? cevabını verir. Paşa da sorusunun mânasını şöyle izah eder: ?Katarda ilk deveye,?peşenk devesi? derler. Bunun kocaman bir tek çanı vardır. Deve yürüdükçe bu çan ağır ve kuvvetli (dangıl, dangıl) seslerini çıkarır; bununla (alalım, alalım) demek ister. İkinci devenin üç çanı vardır. Bunlar da (danga, danga, danga)larıyla (nereden, nereden, nereden?) diye sorarlar! Arkadaki develerin ise bir çok çanları vardır. Bunlar da muhtelif cılız sedalarıyla (danga, dunga, dınga, denga) yani (şundan, bundan, şuradan, buradan) cevabını verirler! Biz de katara takılmış gidiyoruz, katarın hareketine hareketimizi uyduruyoruz.? Konsolos Bey de katarının ahengini bozamayacağına kanaat getirerek Vali paşaya veda ederek çaresiz geri döner.
Yukarıdaki hikâyeyi bize aktaran Süleyman Kâni Ertem, ?Şark Meselesi? adlı kitabında Sultan Abdülhamid dönemindeki para babalarından birini şöyle tanıtır: ?Bu finans adamı, Galata kümesinin gagasını her çamurlu suya batıran kazı idi. Küçük bir aileden yetişmişti ama kendisini Yunan büyük ilâhı Jupiterin değilse bile, ticaret ve hırsızlık ilâhı Merkür?ün sülâlesinden gelmiş sayardı.?
Demek ki zaman değişiyor ama tipler hiç değişmiyor. Günümüzde de küçük ailelerin ve mahalle itilmişlerinin bazılarına, çıkarları için itibar verdiler; onlar da bu iltifatın gereği çaldıkları ile görkemli köşkler yaptılar, gösterişli arabalara bindiler, hayır işlemek (!) için de Hac ve Umre?ye gittiler.
Oysa hırsızlık ithamı, dünyanın en çirkef ve en ağır ithamlarından biridir. Bu itham sadece yüzlerin kararmasına vesile olmaz, bütün dünyayı karartır. Maalesef böyle bir dünyada, adil ve dürüst insanların bu çarklarda yeri olmaz, zaten onlara bu çarklarda yer de vermezler.
Dürüstlüğe bütün varlığını feda edenler, toplum içinde az da olsa daima var olmuşlardır: İnsanlığın önünü aydınlatmak ve iyiliği yaşatmak için. Ne zaman dürüst insanların sayısı tükenirse, toplum da tükenir;onlar azaldıkça toplum küçülür; faziletler, başka diyarlara hicret eder.
Şu anlatacağım hikâye başka bir ibret tablosu sunar bizlere: Öğrencilik yıllarında bir deniz yolculuğu esnasında yanında bin dinar bulunan meşhur Hadis âlimi İmam Buharî?ye, gemi mürettebatından biri gelir, kendisine olan hayranlığını ve sevgisini dile getirerek yakınlaşır ve ilim meclislerine devam eder. Daha sonra bu adam, bir vesileyle İmam Buharî?nin yanında bin dinar olduğunu öğrenir. Adam, bir sabah erkenden uyandığında ağlayarak elbiselerini parçalar, saçını başını yolar; onun bu halini görenler şaşırıp yanına gelip ne olduğunu sorarlar. O da, ?yanında bin dinar bulunan bir kese olduğunu ve bunu kaybettiğini? söyler. Bunun üzerine görevliler, gemide bulunanları tek tek aramaya başlarlar. Bunu fark eden İmam Buharî, kimseye fark ettirmeden yanındaki keseyi çıkarıp denize atar. Gemideki yolcuların tamamı arandıktan sonra kese bulunmayınca görevliler, adama gelip kızıp bir sürü söz söylerler. Yolculuk bitip yolcular gemiden inmeye başlayınca adam, İmam Buharî?nin yanına gelerek içinde bin dinar olan keseyi ne yaptığını sormuş. İmam Buharî de: ?Ey cahil, benim yıllarımı Resulullah?ın (s.a.v.) hadislerini toplamak için harcadığımı ve insanların beni güvenilir gördüğünü bilmiyor musun? Peki nasıl olur, hırsız töhmetine bulaşmak bana yakışır mı? Hayatım boyunca kazandığım ?güvenilir ve adalet? gibi kıymetli bir mücevher olan vasıfları, uğrunda feda edeceğim sayıda dinar var mıdır ki?? demiştir.
Muhakkak hiç bir mücevherin ve paranın satın alamayacağı kıymetler, değerler ve vasıflar vardır. Bu vasıfları dünya menfaatine satmayanları ve deve dangıllarına kulak asmayanları, tarih hayırla yad edecektir. Biz talihsiz bir çağdayız galiba,dangılların bol çaldığı ve hırsızların arsız olduğu bir döneme denk gelmişiz.