Yavuz Bülent Bakiler


Atatürkçü! Atatürk Düşmanı!

Atatürkçü! Atatürk Düşmanı!


Şahit olduğum pek çok hadiseye dayanarak yazıyorum: Türkiye?de, Atatürk?ü dosdoğru bilmek ve O?nu dosdoğru cümlelerle anlatmak, pek çok Atatürkçü tarafından, 'Atatürk düşmanı' olarak suçlamaya yol açmaktadır. 

Bir TV programında, Türkçe üzerine konuşuyorduk. Söz sırası bana geldiği zaman dedim ki: 

- Atatürk?ün üç ayrı Türkçe anlayışı oldu. Bu görüşlerden ikisi, ummanları dolduracak kadar yanlıştır. Birisi de ufukları kucaklayacak kadar doğrudur. Bize düşen vazife, Atatürk?ün Doğru Türkçe anlayışını benimsemektir. Konuya, kısaca şöyle bir açıklık kazandırmak istiyorum: Atatürk, 1932-1934 yılları arasında öztürkçeci oldu. Türkçemize giren bin yıldan beri konuşa-yaza Türkçeleştirdiğimiz bütün Arapça-Farsça kelimelerin dilimizden çıkarılıp atılmasını emretti. Meclisinde olan baş yazarlardan, ilim ve fikir adamlarından, hep öztürkçe ile yazmalarını, konuşmalarını istedi. Atatürk, 'şey' kelimesinin bile yasakladı. Biz, bin yıldan beri Müslüman inancı içindeydik. Çok tabii olarak dilimizde: Allah, Peygamber, cennet, cehennem, sevap-günah, melek-şeytan, hak-hukuk, kitap-katip, mektep, medrese, şeref, şan, adam-kadın?gibi kelimeler vardı. Ve bu kelimeler, dağdaki çobandan Çankaya?daki Cumhurbaşkanı?na kadar herkes tarafından biliniyor, konuşuluyor, yazılıyordu. Tamamen Türkçeleşen bu kelimeleri dilimizden çıkarıp atmak, bize hiçbir fayda sağlamayacaktı! Aksine dilimizin, edebiyatımızın, atasözlerimizin, türkülerimizin, masallarımızın, destanlarımızın? anlaşılmaz hale gelmelerine yol açacaktı. Ama hiç kimse bu acı gerçeği, Atatürk?e söyleyemedi. İki yıllık bir uygulamadan sonra, kimse kimseyi anlayamaz hale geldi. Tam bir çıkmaza girildi. 

Cumhuriyet devrimizin çok önemli yazarlarından ve Atatürk?ün en büyük hayranlarından biri olan Fatih Rıfkı Atay, ÇANKAYA isimli kitabının 551-552. sayfalarında diyor ki:

'Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim, yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti.

- 'Dili bir çıkmaza saplamışızdır!' dedi. Sonra:

- 'Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Ama ben de bu işi başkalarına bırakmam. Çıkmazdan biz kurtaracağız!' dedi. 

   Atatürk, bu açıklamayı 1934 yılında yaptı. Aradan tam 85 yıl geçti. Biz bu 85 yıl içinde, Atatürk?ün Türkçemizde tasfiye hareketinden vazgeçtiğini, bir kısım aydınlarımıza, üniversite öğrencilerimize anlatamadık.

Birinci Dil Kurultayında 1382 Arapça ve Farsça kelime, gazetelerden ve radyo yayınlarıyla herkese bildirilmiş, halkın bu Arapça-Farsça kelimeler öztürkçe karşılıklar bulması istenmişti. Gelen cevaplar arasında dün olduğu gibi bugün de hiç kimse tarafından bilinmeyen garip kelimeler vardı. En az Arapça ve Farsça kelimeler kadar anlaşılmayan, bilinmeyen kullanılmayan o kelimelerden bazı örnekler şöyle idi: 

1- Törütken yetkililer

2- İrade kaynağı

3- Özgür ettik sahipleri

4- Kınalar arasında uyum

5- Yoğaltmalar arasında asıl

6- Çıkar tecimi

7- Hayvan yeğritimi

8- Ciddiğ bir yasa

9- Ettik okulları

10- Taplamak

11- Yüret ve bildirge işleri

12- Tutaklar ile kaşıkları ayırmak

13- Kıymetli izdirler

14- Klas kavgası ergesi

15- Özel yönetseler ve şarbaylıklar vs. vs.

Bu kelimeler, bu deyiler, dilimize, edebiyatımıza ne kazandırdı?

1934 yılında, ikinci Türk Dili Kurultayında, Arapça oldukları için Türkçemizden çıkarılıp atılmak istenen bazı kelimeler yerine, aşağıdaki öztürkçe karşılıkları konulmak isteniyordu: 

Hava yerine: Gök, Maksat yerine: Gözdek, İrtibat yerine: Bağlaşma, Müdafaa yerine: Karşıkoma, Garnizon yerine: Kışlak, Menzil yerine:  Göçek, İstikamet yerine: Yönüm çizgisi, Vazife yerine: Yumuş yapacak, Erkan yerine: Dirmen, Harekat yerine: Ilgar, Hat yerine: Çizi, alın, yol vs.

Atatürk, 1934 yılında, ülkemize gelen yabancı bir devlet başkanına şöyle hitap etmişti: 

'Altes Ruyal! Suerdemliği, önü, bu iki ulus ünlü şanlı, sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. 

Ancak, daha başka bir alanda da, onlar, erdemlerini, o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. 

Avrupa?nın iki ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, Ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysal önüme uygunluk kıldacıları bulunmaktadır. Onlar, bugün, en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: Baysal utku!'

Atatürk?ün bu beyanı, Arapça-Farsça kelimelerle yüklü o eski metinler kadar ağır ve kapalıdır, anlaşılmaktan uzaktır.

Türk Dil Kurultayları çalışmalarında, 1932-1938 yılları arasında hep Atatürk?ün yanında olan Fatih Rıfkı Atay, o meşhur ÇANKAYA isimlieserinin 553.sahifesinde şu açıklamada bulunuyor: 

'Hiçbir  lüzumlu kelimeyi lügatte bırakamıyorduk. Bu devirde biz şiveciler, ne kadar kelime teklif ettikse hemen hepsi sevilmiştir ve dilde kalmıştır. Bunların yekûnu yüzlercedir. Özleştirmecilerin teklifleri ise uydurmacılık damgası yiyerek hareketin de kötülenmesine sebep olmuştur. İçlerinden biri demiş ki: 

-'Efendim Türkçede beş yüz kelime mi vardır? İşte lügat budur derim, üstünü yasak ederim!'

1932-1934 yılları arasında dalkavuk ruhlu bir takım adamlar, sırf Atatürk?ün gözüne girebilmek için milletimizin beş yüz kelimeyle düşünüp konuşmasına, yazmasına bile razı olmuşlardı. Bir milletin değil beş yüz kelimeyle, beş bin kelimeyle bile hiçbir varlık gösteremeyeceklerin düşünmemişlerdir. Bereket versin, Atatürk dilde tasviye hareketinin, tam bir çıkmaz olduğunu görmüş ve o çok yanlış yoldan ufukları bile kucaklayacak doğru bir dil anlayışı içine girmiştir. O yeni Türkçe anlayışını şöyle açıklayabilirizi: Türkçeleşen Türkçedir. Biz, Osmanlı Devleti olarak, 1595 yılında 23 milyon 337 bin 600 km kare üzerinde hükümran olan bir büyük devlet idik. Elbette beraber yaşadığımız milletlerin dillerinden bizim dilimize bir takım kelimeler girecekti. Ve bizim dilimizden de o milletlerin dillerine bir takım kelimeler geçecekti. Yani Nihat Sami Banarlı?nın belirttiği gibi bizim dilimiz, bir imparatorluk diliydi. Her milletin dili imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet, imparatorluklar kuramaz. İşte biz, Yunan topluluğuyla, beş yüz yıl beraber yaşadığımız için Yunanca?dan dilimize: Anahtar, Avlu, Balyoz, Barbar, Cımbız, Çerez, Demokrasi, Efendi, Fener, Fiske, Fistan, Fotoğraf, Güğüm, Gübre, Halat, Huni, Hülya, Ispanak, Ihlamur, İskele, İkelet, Kilit, Kiraz, Kiremit, Kundura, Küfe, Kümes, Lamba, Limon, Marangoz, Martı, Mermer, Sahan, Sinir, Sofu, Takunya, Telefon, Tifo, Tırpan, Yalı, Yunus? gibi kelimeler girdi. Atalım mı bu kelimeleri dilimizden? Hayır atmayalım. Zaten kimsenin bu Yunanca kelimelere bir itirazı yoktu. Yok edilmesi, dilimizden çıkarılıp atılması istenilen kelimeler, Arapça-Farsça asıllı kelimelerdi. 

Atatürk, 1935 yılında, bu yanlış görüşten vazgeçti. 'Türkçeleşen Türkçedir' inancı içinde oldu. Bu doğru görüşü, 1912 yılında, Selanik?te çıkardıkları GENÇ KALEMLER  dergisinde: Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem ileri sürerek savunmuşlardı. Atatürk, 1932-1934 yıllarında, bin yıldan beri kullana kullana Türkçeleştirdiğimiz kelimeleri, dilimizden çıkarıp atınca, tam bir çıkmaz yola girdiğimizi görmüş, bu büyük yanlıştan vazgeçmişti. Onun iki büyük eseri işte ortada: Atatürk hem NUTUK isimli eserini, hem de GENÇLİĞE HİTABESİ?ni uyduruk kaydırık kelimelerle değil, 'Türkçeleşen Türkçedir' inancıyla yazmıştı. (1927)

Şimdi biz de, Atatürk?ün 1935 yılında benimsediği o çok doğru 'TÜRKÇELEŞEN TÜRKÇEDİR!' İnancına sahip çıkmalıyız.