Bir şehirde yaşamak o şehri bilmek ve o şehri hissetmek demek değildir.
Şehirler içinde bir şehir, başlı başına bir medeniyet olan İstanbul bile bundan bigâne değildir!
İstanbul'da oturanların çoğu İstanbul'u bilmez.
İstanbul'u bilmek İstanbul'da oturmak anlamına da gelmez.
Bir şehri tanımak, bilmek o şehirde bir yerden başka bir yere nasıl gidildiğini bilmek anlamına da gelmiyor.
Bir şehri bilmek o şehri duymak, hissetmek ve şehrin kaderiyle aynı kaderi paylaşmak anlamına geliyor. Bu açıdan bakıldığında İstanbul gibi kadim kültürlerin buluştuğu, birçok medeniyetten beslenen şehirleri bilmek, tanımak biraz da şehirlerin tarihi süreç ve sürekliliğine inanmakla ilgilidir diye düşünüyorum.
İstanbul gibi bir şehirde yaşayanların yıllar içinde şehrin hangi kimliğine bürünebileceğini gözlemlemek mümkündür.
Şehirler artık şehir olarak da tanımlanmıyor!
Betonlardan oluşan barınaklara kent deniyor!
Özgürlüğü elinden alınmış insanlar belli kodlarla, şifrelerle, talimatlarla yaşamak zorunda kalıyorsa yaşanan mekânlara ev-hane ve yaşanan yerlere de şehir denemez!
Şehirler medenileşmenin, kültürün, üretmenin, insanlığın ortak değerlerinin, erdemin yaşandığı yerlerdi bir zamanlar.
Kadim Türk şehirleri için şunu söyleyebiliriz ki Buhara, Semerkant, Merv, Belh, İsfahan, Nişabur, Şam, Mekke, Medine, İstanbul, Bursa, Manisa, Amasya, Erzurum, Sivas, Konya… birer şehir hüviyetiyle kurulmuş medeniyete kattığı dinamizmle, birikimleriyle insanlığa hizmet etmişlerdir.
Türk şehirleri insanların huzur içinde yaşadığı mekânlardı. Ancak üzülerek görüyoruz ki son iki yüz yıl içinde Türk İslam coğrafyasında, Cumhuriyet sonrası Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı’nın devamı sayılabilecek mirasa sahip çıkacak planlı bir şehirleşme modeli geliştirilemedi.
Anadolu’da inci tanesi gibi kalan kadim Türk şehirleri 1950 sonrası İstanbul başta olmak üzere modern kent kurma adına değişime, yıkıma ve hatta talana uğradı.
1950 sonrası artan betonlaşma son dönemde şehri adeta esir almış ve şehirler insandan uzaklaşarak kentleşmişlerdir. Kentler modernleştirme uğruna kapitalizme hizmet eden mühendisler tarafından kurulan kontrollü barınaklardır.
1980 sonrası başlayan çok katlı yapılar 2000’li yıllarda insanların nefes almasını engelleyecek derecede gemi azıya almıştır. Bugün geldiğimiz noktada insanların hayat hakkı, aile mahremiyeti, tarım alanları, ormanlar, yeşil alanlar göz göre göre yok edilip yerlerine sanayiye ve çok katlı kentleşmeye bırakmış görünmektedir. Kentlere, dört duvar arasındaki yapılara esir yaşayan insanoğlu kendini unutmaya ve modern dünyanın dayattığı şifreli robotik birer mikroorganizmalar haline gelmeye başladı!
İnsanların nasıl yaşaması gerektiğinikenti oluşturan mühendisler karar veriyorsa bunda rantın ve doymak bilmeyen kapitalist anlayışın suçu çoktur muhakkak ancak medeniyet değerlerinden hızla uzaklaşmanın da bir göstergesidir yeni kent anlayışı.
Kentlilik insan merkezli değildir.
Kentler kapitalizmin insana sunduğu sahte cennet vaadiyle ruhu, kimliği, kişiliği ve dahi özgürlüğü elinden alınmış birer robot haline getirilen bireylerinotel olarak kullanamaya başladığı mezarları haline gelmişlerdir.
Heyhat!
Gelin görün ki artık İstanbul başta olmak üzere şehri görmek hatta insanların birbirini görmesi, ziyaretleşmesi, hâl hatır sormaları bile mümkün değildir.www.tarihistan.org