(D. Maraş, 07. Nisan 1932 - Ö. 07. Haziran 2012, Ankara)
Şair Abdürrahim Karakoç, seksen yıl yaşadı bu geçici konakta, düşe kalka. Evet, burası bir konaktır. Bizler de, aziz konuklarız. Haberimiz olmadan bu yeryüzü evine konduk. Azeri diliyle, bir nevi konağa, konak (konuk) olduk.
Abdürrahim Karakoç’un gün olarak vefat tarihi, benim annemin de ölüm tarihidir. Yedi Haziran günü. Dahası bu yedi haziran günü, Maraşlı bir başka şair Cahit Zarifoğlu’nun da vefat günüdür. Rahmetli Cahit, yedi Haziran 1987 de, annem yedi Haziran 1997 de (on yıl sonra) ve rahmetli Abdürrahim Karakoç, Yedi Haziran 2012 de dünyasını değiştirdi.
Abdürrahim Karakoç Ankara’da vefat ettiğinde; ben, tekstilci Faik Güngör ve Doktor Mehmet Sılay ile birlikte Kaman’da bir ortaokulun açılışı için Kırşehir’de idik. Sabah Kırşehir’den çıkıp Kaman’a geldiğimizde öğlen vaktiydi. Yemek için bir lokantaya girdik. Birden telefonum çalmaya başladı. TRT’den arıyorlardı. “Efendim, şair Abdürrahim Karakoç Hakka yürüdü. Birazdan öğlen haberlerinde vefa haberini halka duyuracağız. Şimdi ona en yakın kişilerden biri olarak size ulaşabildik. Canlı yayında size bağlanacağız. Acaba onun hakkında mikrofonumuza birkaç söz söylebilir misiniz?” Olur dedim. “O halde bulunduğunuz yerden bir yere ayrılmayın. Birazdan size bağlanacağız.” Peki dedim. Ve yol arkadaşlarıma döndüm: Arkadaşlar, şair Abdürrahim Karakoç birkaç saat önce, Ankara’da kaldığı hastanede vefat etmiş. Birazdan TRT ye bağlanmış olacağım. Lokantadan bir yere ayrılmayalım. İçimden de, İnna lillah ve inna ileyhi raciun dedim. (Ondan geldik ve O’na döneceğiz.)
TRT’ye bağlandığımız sunucu arkadaş, birkaç soru yöneltti bana, cevapladım. Abdürrahim Karakoç’un; şairliği, kişiliği ile ilgili birkaç şey söyledim. Allah rahmet eylesin.
Size, Abdürrahim Karakoç’la olan anılarımdan söz etmek isterim. Bunlardan önemli gördüğüm anılardan biri, 1997 de İstanbul’da yapılan ve bizim de Ankara’dan birlikte katıldığımız Gülhane Şiir Şenliği dir.
Bu şölene, sekiz şair çağrıldı. İstanbul’dan; Bekir Sıtkı Erdoğan (1926), Ayhan İnal (1931), Yavuz Bülent Bakiler (1936), Erdem Beyazıt (1939), Dilaver Cebeci (1943), Bestami Yazgan (1957). Ankara’dan; Abdürrahim Karakoç (1932) ve Mehmet Atilla Maraş (1949). Bu şairlerden şu an için dördü hayattadır; Yavuz Bülent Bakiler, Bestami Yazgan, Ayhan İnal ve ben. Diğer dört şair rahmeti rahmana kavuştular.
Ben bu şölene; kırık bacağımla ve koltuğumdaki değneklerle, Ankara’dan, şair Abdürrahim Karakoç’la birlikte katıldım. Şölen, Gülhane Parkı’nın bahçesinde ve açık havada yapıldı. Sanırım Temmuz ayı başlarıydı. Gülhane parkının orta yerine büyük bir sahne kurulmuş, her taraf ışıklandırılmış, pırı pırıl bir yaz gecesi, seyirci oldukça kalabalık. Geceyi, TRT eski sunucularından dostumuz Harun Yöndem yönetiyor ve soyadı gibi yönlendiriyor. Sıra bana gelince, kırık ayağımla ve koltuğumdaki değneklerle sahneye çıktım. Çok büyük bir laf etmişim. Dedim ki; ”Şiirin yollarında kırıldı ayaklarım. Şiirin yollarına kurban olsun ayaklar!” Sen misin bunu söyleyen, sevgili D. Mehmet Doğan’ın kullandığı doğan marka arabayla beraber bir trafik kazası yaptık Niğde - Bor yakınlarında. Tamir edilen sağ bacağım aynı yerden tekrar kırıldı. Uzun bir süre Ankara Gazi Tıp Fakültesi ortopedi servisinde yattım.
Efendim, siz, siz olun, büyük lokma yiyin, ama iddialı konuşmayın.
Bu Gülhane Parkı da öyle tekin bir yer değildir. Burada, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından Tanzimat Fermanı okunup ilan edilmiş 3 Kasım 1939’da. (Gülhane Hat-ı Hümayunu). Adeta Osmanlı Devletinin idam fermanı ilan edilmiş gibidir.
Bu arada, şair Nazım Hikmet’in meşhur şiiri, Ceviz Ağacının mısraları geliyor aklıma. Hani Cem Karaca’nın besteleyip meşhur ettiği şarkı:
Ceviz Ağacı
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında
Budak budak şerham şerham ihtiyar bir ceviz
Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında
Şiir şöleni bitince, Ben ve Abdürrahim Karakoç, Sultanahmet – Cankurtaran semtinde bulunan öğretmen evine misafir gittik. Gece geç saatlere kadar, çay içip sohbet ettik. Karakoç, çok mütevazı bir insandır. Kadere rıza gösterir, kısmete inanır, tevekkül eder.
Ben, Abdürrahim Beyden daha çok, abisi şair Bahattin Karakoç’la irtibatlıydım. Tabi bu arada soyadımın Maraş olmasının da epey faydasını görmüşümdür. Bu nedenle çoğu kimse beni Maraşlı bilir. Yakınlığımız biraz da buradan geliyor. Ben Urfalı olmamla birlikte, Maraş’la aynı iklimin, aynı kültürün aynı havanın insanlarıyız. Bilindiği üzere, kurtuluş savaşında Fransızlara karşı silahlı mücadele vermiş üç şehirden biri Antep, biri Maraş biri de Urfa’dır.
Karakoç’u ilk defa nerde gördüm? Maraş’tan evcek Ankara’ya yeni gelmişlerdi. Sincan -Fatih’te ikamet ediyordu. Bir gün Ankara Tren Garı’nın orda eşimle beraber durakta Belediye otobüsünü beklerken birden önümüzden hızla gelip geçti. Muhtemelen bizi görmedi. Belli ki acele bir işi vardı. Kara kuru, zayıf bedenli bir adam. Eşime dönerek dedim, bak bu geçen şair Abdürrahim Karakoç’tur. Bizi görmedi, yoksa selam verirdi.
Yıllar önce 1980’lerin başında Aydın’da görev yaparken, o Aydın’a, gençlerle sohbet yapmak için davet edilmişti. İlkin galiba orda tanıştık. Şimdi bu güzel adamı, yani adam gibi adamı; biz çok önceleri, İzmir’de aylık olarak yayınlanan Kemal Fedai Coşkuner’in çıkardığı ‘Fedai’ adlı dergide yayınlanan şiirleriyle tanımıştık. O derginin yazı İşleri müdürü hemşerim Zübeyir Yetik Beydi. Kemal Bey, bir ara Zübeyir beyin daveti üzerine Urfa’ ya da gelmişti ve kendisi ile Zübeyir Bey vasıtasıyla görüşmüştük. Daha sonraları, karşıt görüşlü insanlar tarafından İzmir’de vuruldu.
O dönemler, Abdürrahim Karakoç’un Fedai dergisinde yayınlanan iki şiiri çok meşhur olmuştu. Bunlardan birisi ‘Hasana Mektuplar’ idi.
Mektup yazdım Hasana, ha Hasana, ha sana
Diye başlayan mektup tarzındaki şiirleri çok ünlenmiş, daha sonraki yıllarda kitap olarak yayınlanmıştı. Sanırım Karakoç’un İlk yayınlanmış şiir kitabı da budur.
Karakoç; çok güçlü bir halk şairidir. Aynı zaman da hiciv ustasıdır. Onun; Tohtor Beg, Hâkim Beg, gibi şiirleri, sosyal yaralarımızı deşip ortaya seren şiirlerdir.
İkinci ve en etkili olanı ise ‘Hak Yol İslam Yazacağız’ adlı şiiridir. Daha sonraları marş olarak bestelendi. Bilenler bilir, (yaşı yetenler) o dönem bütün sağ kesimin gençlerinin dillerinden düşmeyen bir marştı. Yedi kıta olan o şiirin dört dörtlüğünü buraya alıyorum:
Kör dünyanın göbeğine
Hak yol İslam yazacağız
Kuşların gözbebeğine
Hak yol İslam yazacağız
Yola ağaca pınara
Esen yele yağan kara
Yağmur yüklü bulutlara
Hak yol İslam yazacağız
Koç burcuna yay burcuna
Bebeklerin avucuna
Minarelerin ucuna
Hak yol İslam yazacağız
Bucak bucak köşe köşe
Kara taşa kor ateşe
Yıldıza aya güneşe
Hak yol İslam Yazacağız
Ankara’da, Çağrı Okulları’nın her yıl yaptığı yemek etkinlikleri ve bahar şenlikleri gibi faaliyetlerinin bir gününü de şiire ayırırlardı. Bir şiir programında rahmetli Abdürrahim Beyle birlikte olmuş, şiirler okumuş, şiire meraklı öğrencilerin sorularına cevaplar vermiştik.
Tabi, nasıl bizim, şair Sezai Karakoç deyince aklımıza onun çok güzel bir şiiri olan ‘Mona Roza’ geliyorsa, Abdürrahim Karakoç deyince de ‘Mihriban ‘ şiiri akla gelir. Her ikisi de; şiir dünyamızda çok okunan, güçlü aşk şiirleri olarak yerini almıştır.
Sarı saçlarına deli gönlüme
Bağlamışlar çözülüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Yâr deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban
Bana hep sorarlar Sezai Karakoç ile Abdürrahim Karakoç kardeş mi diye? Ben de her seferinde Hayır, Abdürrahim Bey; şair Bahattin Karakoç’la, şair Ertuğrul Karakoç’la kardeştir derim. Üç şair kardeş de soyca şair bir aileden gelmektedir. Bahattin Karakoç Bey’in bana anlattığına göre babaları da şairmiş.
Sezai Karakoç, Diyarbakır Ergani’de doğmuştur ve Diyarbakırlıdır. Ama Maraş’la şöyle bir bağlantısı var Sezai Bey’in; Devlet Parasız Yatılı Orta Okulu’nu, Maraş’ta okumuştur. (Eskiler buna, ‘leyli meccani’ derlerdi.)
Karakoç; Yeni Düşünce Dergisinde haftalık, Akit Gazetesi’nde günlük yazılar yazdı. Kalemiyle ve emekli işçi maaşıyla geçinen biriydi. İyi niyetli, dürüst, duruş sahibi bir insandı.
Elbistan’ın Cela köyünden gelmişti şehre. Cela; önce belde, daha sonraları Ekinözü diye isim değiştirerek Maraş’ın bir ilçesi konumuna yükseldi.
Karakoç önce Maraş’a, oradan da Ankara’ya gelip yerleşti. Ömrünün sonuna kadar da Ankara’da kaldı.
Günlük yazdığı her yazının başına, epigrafi olarak bir dört lük koyardı. O dörtlük, o yazının bir özeti hükmündeydi. Daha sonra bütün yazıları ve bütün şiirleri kitaplaştı. Sanırım eserlerinin sayısı on yediye ulaştı. Şiirlerinin birçoğu, türkü formunda bestelendi.
Kitaplarının tamamından birer örnek ile şahsi eşyalarının bir kısmı, Ankara’da, Altındağ’da benim kurduğum ‘Şairler ve Yazarlar Müzesi’ndedir. Özellikle Ünlü Mihriban şiirinin yazıldığı daktilo da bu müzede sergilenmektedir. Abdürrahim Bey’in şahsi eşyalarını, ricam üzerine oğlu Türk-İslam Karakoç Bey müzeye bağışlamıştı. Ruhu şad olsun.