Ali Osman Gündoğan

Tarih: 27.09.2020 10:18

Milliyetçilik Meselesi

Facebook Twitter Linked-in

Türk Ocaklarının kuruluşundan bu yana üstlendiği ve yerine getirdiği görev, tartışmasız bir biçimde değerlidir. Türk milliyetçiliğinin Türk kültürü merkezinde yerleşmesi, yaygınlaşması ve millet bilincinin oluşmasına yaptığı katkı, Türk Ocağı Tarihinin muhtevasında mündemiçtir.

Bugün şu soruyu sormamız gerekir: Milliyetçilik meselesinde Türk Ocağı aynı katkıyı yapmaya devam etmekte midir? Türk kültürüne, Türk milliyetçiliğine Türk Ocağı çevresi, sadece elit bir gurup olarak mı yaklaşmakta ve günümüz ve gelecek açısından önüne koyduğu amaçlar mı vardır? Bu türlü soruların muhakkak cevaplanması gerekmektedir. Aşağıdaki yazıda, bu tür sorular için cevaplar oluşturabilmek adına, milliyetçilik meselesi hakkında bir tartışma yapılmıştır. Bu tartışma, Türk Ocağı da dâhil olmak üzere, kendisini Türk milliyetçisi olarak adlandırmak durumunda olanlara bir sesleniş namıyla okunabilir.

Bir filmde bir kız doktora gidiyor ve doktora diyor ki; “parmağımı nereye dokundursam orası ağrıyor, acıyor. Koluma dokunduruyorum ağrıyor, acıyor. Parmağımı dokundurduğum yerde acı hissediyorum.” Doktor gerekli muayeneyi yaptıktan sonra, diyor ki; “vücudunuzda herhangi bir rahatsızlık yok, sizin parmağınız kırık.” Gerçekten milliyetçilik meselesi üzerine düşünmeye başladığımız zaman, özellikle günümüz söz konusu olduğunda, siyaseti de dâhil ederek söylemek gerekirse; “nereye dokunsak acıyor” ve elbette bu acıyı hissetmemek mümkün değil. Hastanın parmağının kırık olduğunu öğrenmediği ve hastalığına ilişkin olarak zihniyetini değiştirmesi mümkün olmadığı müddetçe parmak ağrımaya devam edecektir. Tedaviyi başka yerde arayacaktır.  Öncelikle parmağının kırık olduğunu öğrenmesi gerekir. Öyleyse milliyetçilik meselesinde de, belki de bakışımızı değiştirmekte fayda var.  Meseleye biraz felsefece bakmak… Felsefece baktığımız zaman da zorunlu olarak farklı bakmak durumuna gelmemiz lazım. Malumdur ki, felsefece bakmadığımızda veya beşeri bilimler açısından bütün beşeri bilimleri göz önüne alarak bakmadığımızda başkasının ne söylediğinden habersiz bir biçimde kendimizi över dururuz. Tarih bilgisinden uzak, gelecek tasarımı olmayan ve şimdinin idrakinden mahrum bir biçimde, hamaset yaparız. Rahmetli Durmuş Hocaoğlu bir yazısında diyor ki; “el tokadı yememiş olan, kendi tokadını balyoz gibi zanneder, başkasının yazısını okumayan da kendi yazısını matah bir şey zanneder ve genellikle yapılan da budur.” Bu söylediklerim, elbette sadece milliyetçilik açısından söz konusu edilen şeyler değildir, bunlar sosyalist hareket için de, İslamcılar için de geçerlidir, Kemalistler açısından da bir bakıma geçerlidir. Niçin geçerlidir? Sebebi şu: milliyetçilik de dâhil olmak üzere, sosyalizm,komünizm, İslamcılık, Kemalizm bütün bunların dayandığı bir felsefe var. Bunların hepsi özcüdür. Bizden “Milliyetçiliği tanımlar mısın?” derler, solcu biri söz konusu olduğu zaman “sosyalizmi, komünizmi tanımlar mısın?”, İslamcı olduğunda “İslamcılığı tanımlar mısın?” derler. Bunlardan herhangi birini tanımlayabilmek için bunların hiç değişmeyen, zaman ve mekân üstü bir özünün olması lazım. Öyle bir öz var mı gerçekten? Özcülük, özün varoluştan önce geldiğini savunur. Öz, bir şey ne ise, onu o şey yapan şey’dir. Bu, hiç değişmez. Şimdi, özcü bakış bunları tanımlıyor. Tanım, aynı zamanda o her ne ise onu sınırlandırıyor, determine ediyor, belirliyor. Ve daha sonra da yaptığımız tanıma göre kendi eylemlerimizi, kendi fikirlerimizi, anlamlandırmaya hatta bırakın anlamlandırmayı yaptığımız tanıma göre düşünmeye ve eylemde bulunmaya başlıyoruz. Kendi yaptığımız tanım tutup bizi adeta belli bir şekilde düşünmek ve davranmak hususunda zorlayıcı bir etkiye sahip kılıyor. Özcü tanımın dışında düşünme imkânı olmayanlar, bu tanımın dışında kalanları yargılıyor, hain ilan ediyor, dönek diyor. Böyle bir sıkıntının içinden geliyoruz aslında bizler. Bu sıkıntıyı aşmanın yolu nedir? Bu sıkıntıyı aşmanın yolu, bu özcülüğün karşısına belki de varoluşçu diyebileceğimiz, varoluşsal diyebileceğimiz ve sürekli bir biçimde kendi kendisini tamamlayan, tamamlamaya doğru giden, özünü zaman içerisinde karşılaştığı problemlerle,bu problemlere karşı zaman içinde tavır alışlarla, ürettiği fikirlerle, oluşturmaya devam eden bir şey olarak görürsek acaba ne olur diye düşünmeliyiz. Bugün için yaşadığımız sorunların çoğu, yıllar öncesinde milliyetçilerin gündeminde olan sorunlar değildi. Bugünün dünyasında karşılaştığımız sorunlara, bugünün milliyetçileri cevap vermek zorundadır. Bugün, dünya sorunlarına çözüm bulmaya başladığımız andan itibaren aslında yaptığımız şudur: gelecekte de özünü oluşturmaya devam edecek olan bu millet ve bu millete ait aidiyet duygusunu en iyi şekilde ifade eden milliyetçiğin özünün oluşmasına biz de katkıda bulunuyoruz. Ama bu, hiçbir zaman bitmeyecek olan bir serüvendir. Nasıl ki devlet-i ebed müddet ise bunu ayakta tutan, Bergson’dan ödünç alarak kullandığım hayat hamlesidir. Milliyetçilik, millet fertleri için bu hamle olmalıdır. Millet için hayat hamlesi olan milliyetçilik de aynı şekilde ebediyen özünü oluşturarak devam ederek gidecek olan bir şey olmak durumundadır. Böyle bakıldığı zaman, öyleyse milliyetçiliği zamanın sadece tek boyutu ile ele almanın son derece yanlış olduğunu özellikle ifade etmek lazım. Milliyetçilik, kendisini muhafazakâr olarak tanımlar. Evet, tarihin geçmişi ile ilgili olan kısmını dikkate aldığımızda bu muhafazakâr durumu ifade etmesi elbette çok doğaldır. Ama tarihi, geleceği de içine alan ve özellikle şimdiyi hiçbir biçimde gözden kaçırmayacak olan bir tasarımla ele almak gerekmektedir. Tarih geçmişte olup bitmiş olanların, olguların, basit bir tasnifi değildir. Bir bakıma tarih, geçmiştekini şimdi, yani artık olmuş bitmiş şeyi şimdiye, henüz olmamış olan, olacak olan bir şeyi de şimdiye, gözümüzün önüne getirerek tasavvurda bulunabileceğimiz bir bütün olması lazım. Böyle baktığımız zaman, milliyetçiliğin aynı zamanda ilerici, geleceğe yönelik ve hatta devrimci olarak da nitelendirilebilecek bir yönüne muhakkak surette vurgu yapılması gerekir. Peki, milliyetçilik bu şekilde hayal ettiğimiz düşünceye imkân verebilecek bir potansiyele sahip midir? Pek çok kişi, milliyetçilik böyle bir potansiyele sahip değildir, diyebilir. Fakat ben, milliyetçiliğin, hatta asıl olarak milliyetçiliğin böyle bir potansiyele sahip olduğunu ve önemli olanın da bu potansiyelin açığa çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü milliyetçiliğin bu potansiyelini biz açığa çıkarmadığımız müddetçe yaşantısal, varoluşsal bir duygu durumu olarak, bir maç izlerken milli takımı desteklemek olarak v.s. milliyetçiliği yaşamanın ötesine geçemeyiz ve milliyetçiliği geleceğe taşıyamayız ve teorik olarak milliyetçiliği savunma konusunda son derece güçlük de çekebiliriz. Peki, bu nasıl olabilir bir şeydir? Nasıl ki nihayetinde bütün fertler esas itibariyle kendisini tanımakla mükellefse, milletler de milliyetçilik idealini ortaya koyabilmek için kendilerini tanımakla mükelleftirler. Sokrates, “kendini tanı!” derken aslında şunu söylüyor: kendine bir sınır çiz! Fertlerin kendini tanıma sürecinde olduğu gibi milletlerin kendisini tanıma sürecinde de milliyetçilik bu tanımaya önemli bir argüman ve araç olacaksa ve onunla biz kendimize bir sınır çizme durumuna geleceksek muhakkak surette sınırı doğru çizebilmemiz için sınırın öte tarafını bilmemiz gerekir. Çünkü sınır çizmek, sınırın her iki tarafını da tanımayı, bilmeyi gerektirir. Dolayısıyla bir milletin kendini tanıması, bir duygu durumunun ötesinde epistemolojik bir durumdur. Milliyetçiliği epistemolojik bakımdan temellendirmek için buna da bizim çok önemli derecede ihtiyacımız vardır. Öyleyse ben milliyetçiyim diyen, aynı zamanda kendisinin ötesinde olan, ötede olan, öteki olarak adlandırdığımızı tanımak, bilmek zorundadır. Bu durum,milliyetçiliğin kendi dışına açılmak, dolayısıylakendisini önemli bir biçimde yenileyebilmek için kendisini aşmak zorunda oluşunun bir ifadesidir. Bundan dolayı bir milliyetçi şunu söylemelidir: “benim milliyetçiliğimin ötekisi, ötekileştirilmiş olan değildir. Benim milliyetçiliğimin ötekisi, kendisini tanımak zorunda olduğum, kabul etmek zorunda olduğum ve hatta kendimi bilişim ve varoluşum için kendisine muhtaç olduğumdan dolayı özen göstermek zorunda olduğum bir başkasıdır.” Milliyetçiliğe yapılan bütün eleştiriler genelde bu nokta üzerinde yoğunlaşır. Diyorlar ki; “sizin kendi milletiniz dışında başkalarına söyleyeceğiniz herhangi bir şey yok.” Milliyetçilik böyleyse eğer, bu savunulabilir değildir. Çünkü bütün insanlara hitap edebileceğiniz evrensel bir mesajınız yoksa konuşmanın anlamı yoktur. Bu durum, ipek böceği gibi, kozasını örüp, kendi içinde havasız kalıp, ölüp gitmeye benzer. Bundan dolayı, batıyı tanımak zorundayız. Başka yolumuz yok. Dışımızda ne varsa tanımak zorundayız. Başka yolumuz yok. Çünkü aksi takdirde ne epistemolojik olarak kendimizi bilme ne de ontolojik olarak kendi varlığımızın garantisini elde etme imkânına erişmemiz hiçbir biçimde mümkün olmayacaktır. Rahmetli Hocaoğlu’nun sözünü tekrar hatırlayalım; “el tokadı yememiş, kendi tokadını balyoz zanneder.” Böyle baktığımız zaman şu soru sorulmalı: Özellikle de neye doğru açılmamız lazım? Özellikle de bize karşı duruşu olana, bizden farklı olana, farklı kültür ve medeniyet sahalarına açılmamız lazım. Çünkü milliyetçiliği sadece zor zamanlarda insanları harekete geçiren bir tepki durumu olmaktan çıkarmanın yolu da budur. Eğer milliyetçiliği sadece bir duygu durumu olarak alıp da zor zamanlarda insanların sırtını sıvazlamak için kullandığımız sözler yığını olarak kullanırsak milliyetçilik esasına dayalı bir kültür ve medeniyet inşası mümkün olmaz. Milliyetçilik formunun sürekli olarak kendini daha iyi alanlara aşmaya çalışması gerekir. Bu da, sadece kendini temellük etmekle, tanımakla, idealleştirmekle değil, doğuyu ve batıyı temellük etmekle, onları tanımakla gerçekleşebilir. Temellük etmenin yolu, onları bilmekten geçer. Bilmek, benimsemek değildir. Ama bilmek, yok etmenin aracı da değildir. Batıda gelişen milliyetçiliğin maalesef böyle bir yönelimi söz konusudur. Dolayısıyla milliyetçilik illa farklı olanı benimsemek veya farklı olanı yok etmek gibi bir tavır geliştirmek zorunda değildir. Milliyetçilik, farklı olanı tanımak suretiyle kendini tanıma yolunda millet şahsiyeti oluşturmanın zemininde olmalıdır. Böyle baktığımız zaman bir fikir hareketi olarak milliyetçiliğin pek çok insana cazip gelmediği halde bir duygu durumu veya yaşantısal bir durum olarak insanlar kendilerini ister milliyetçi olarak tanımlasınlar isterse tanımlamasınlar, muhakkak surette milliyetçi reflekslere sahip oluşları arasında ters orantının olduğunu görünce de hayret etmemezlik edemiyoruz. Çünkü birine, ifade olarak; “ben milliyetçiyim!” diye söylediğinizde aldığınız tepki ile milli takımı aynı maçta aynı milli heyecanlarla desteklerken aldığınız tepki birbirine benzemez. Bunun nedeni, milliyetçiliğin fikri olarak kendisini yenilemekten uzak kalışı, tarihe gömülüp kalması, tarihi de sadece geçmişten ibaret olarak görmesi ve yeni olan duruma kendisini yeni formlar, yeni davranış örüntüleri oluşturmak suretiyle kendine yeni bir yol çizememesidir. Önemli neden budur. Bu açıdan bakıldığı zaman, özellikle günümüzde “bizim nelerin üstesinden gelmemiz lazımdır?” sorusunu sormamız gerekir.Pek çok milliyetçilik formu aynı anda yaşadığı için milliyetçilik denilince kastedilenin ne olduğu net olarak anlaşılamamaktadır. Irk, kültür, burjuva temelli milliyetçilikler birbirlerini hem beslemekte hem de birbirlerine zarar vermektedirler. Din ile milliyetçilik arasındaki ilişki de, sorunlu görülmekte ve zaman zaman birbirleri için araç durumuna düşmektedirler.Din, bugün için milliyetçiliğin kendi normal seyrinin dışında başka mecralara girmesine, yanlış yollara sapmasına ve hatta milliyetçiliğin doğal olarak kendisini aşmaya yönelik çabalarına olumsuz bir etkide bulunmaktadır. Bu, dinin bizatihi kendisinden kaynaklanan bir durum değildir ve bunun temel nedeni, ideolojik bir tutum olan İslamcılıktır. Çünkü denilen şudur: “İslamcılık, milliyetçiliğe göre daha üst bir amaca hizmet eder. Dolayısıyla millet sınırlarının ötesine ancak İslamcılıkla geçilebilir”. Ama son dönem tarihimizde geçilemediğini gördük.

Batıdaki milliyetçilikle bizdeki milliyetçiliği birbirine karıştırmamak lazım. Batıda milliyetçilik feodalitenin yıkılmasına, milletlerin ve ulus devletlerin kurulmasına hizmet etti. Bizde milliyetçilik, İmparatorluğun yıkılmasından sonra ortaya çıktı. Feodal derebeyleri imparatorlukla birbirine karıştırdığımız takdirde bizdeki milliyetçiliği batılı bir tarzda anlamaya kalkarız ve bu milliyetçiliğin nereden geldiğinin farkında olmadığından dolayı nereye gitmesinin farkına da varamayız. Bugün, böyle bir sıkıntı var.

Milliyetçi, şahsiyetçi olmak durumundadır. Milliyetçi, kendisini var kılan ama milletle olan bütünleşmesini de ihmal etmeyen bir şahsiyetçi olmak durumdadır. Şahşiyet, ferdiyet egoizmini aşmak ve daha üst bir varlık alanına iştirak ederek gerçekleşir. Daha üst varlık alanı, ferdiyet açısından bakıldığında millet hayatıdır. Millet hayatında şahsiyeti kuran, milletin değerler sisteminin ahlaki bir form kazanmasıdır. Bu hayat, ferdiyeti de inkâr etmeyen ve ferdin yaratıcılığına izin veren bir hayat olmalıdır. Aksi durumda şahsiyet yerine, toplum tarafından belirlenmiş ve kişi olarak varlığı ortadan kalkan nicelikler yığını, bir kitle ile karşılaşırız. Şuuru, iradesi, kararı olmayan bir kitle…

İslam dinin kendisinde muhteşem bir şahsiyetçi durum vardır. Çünkü üstünlük takvadadır. Takva, erdemlerin hayat bulmuş halidir. Ama tarihine ve bugünkü durumuna baktığımız İslamcılığın, takvaya dayalı bir ahlakı temsil etmediğini görürüz, zira tamamen siyasi bir form kazanmıştır. Ahlak, din tarafından askıya alınabilecek bir alan olarak düşünülür. Bu, din ile ahlak arasında bir gerilim ya da çelişki de yaratır. Milliyetçi, din ile sağlıklı ilişkiler kurduğu takdirde İslamcılıkla ilişkisini de belirler. Dolayısıyla milliyetçi şahsiyetini ahlaktan alır, bu ahlak onu bir üst varoluş alanına taşır. Bir üst varoluş alanı da dindir. Biz, İslamcılıkta olduğu gibi en üst varoluş alanı olan dinden hareketle ahlaki alana değil, ahlaki alandan bir üst alana çıkarız. Çünkü biz öncelikle dünyada yaşayan varlıklarız. Dünya düzeni bizi tatmin etmez ve başka bir alana iştirak etmek isteriz. Ama dünya düzeni ile hiçbir irtibat kurmadan doğrudan sonsuzdan inmeye kalktığınız zaman dünya ile karşılaşıldığında dünya ve dünyadaki bütün ilişkilerin gerçekliği yerine tabiatüstü alanın ilkeleri doğrultusunda inşa edilecek olan bir dünya geçer. Buradaki temel çelişki şudur: Dünyayı dine ya da dini dünyaya uydurmak. Oysa dünyevi olan tanınmadan ve rasyonalite kurulmadan hareket edilmesi, çelişkilerin temel nedenidir.

Batı, küreselleşme ile milliyet prensibini yıkmaya çalıştı. Postmodernizm de buna eşlik etti. Fukuyama Tarihin Sonu’yla dedi ki; “liberal kapitalizm ve liberal demokrasiden başka herhangi bir yönetim biçimi aramayın. Tarihin sonuna geldik ve hiçbir şey de buna alternatif olmaz. Komünizm çöktü. Milliyetçilik, bütün insanlara cazip gelmez ve evrensel olmadığından dolayı da alternatif olamaz. Yahudilik zaten milli bir dindir.Hıristiyanlığın dünyaya ilişkin, devleti yönetmeye ilişkin bir iddiası yoktur. Geriye İslamiyet kalıyor. (İran’da da artık kola reklamları var, o da bitmiştir.) Dinler de liberal demokrasiye ve liberal kapitalizme alternatif olamazlar”. Arkasından hemen Hantington “Medeniyetler Çatışması” diye bir tez ortaya attı. Medeniyetler Çatışması’nda millet kavramı geçmez, milliyetçilik kavramı da geçmez. Din kavramı geçer. Dünyada iki büyük medeniyet var: birisi Doğu-Müslüman-Budist, diğeri Avrupa-Batı-Hıristiyan Medeniyeti. Geleceğin savaşları milletler arasında değil, medeniyetler arasında yaşanacaktır. Medeniyet de din temellidir. Savaşların nedeni ekonomik de olmayacaktır. Savaşlar,tamamen din savaşları biçimine dönüşecektir. “Çünkü medeniyetleri kuran dindir.” dedi. Ve şuanda bunu yaşıyoruz. Ve bunun tuzağına düşmüş olan bir İslam dünyası var.

 Bugün biz, kaotik ve postmodern bir fikir ortamı içinde bulunuyoruz. Bugün Türkiye’de, üç tarz-ı siyasetin komik biçimini yaşıyoruz. Milliyetçi olmayan yok, fakat bu milliyetçiliğin dayandığı millet hangisidir, belli değil. Herkes milliyetçi fakat hangi realiteye dayanıyor bu milliyetçilik? Bu belli değil. Osmanlıcılık ve İslamcılık var ve İslamcılık, İslam dünyasıyla kavgalı. Bunlar, milliyetçi düşüncenin önündeki önemli engellerdir. Şimdi, yazımın başında söz ettiğim şeye geri döneyim: Millet için bir hayat hamlesidir milliyetçilik. Önündeki engelleri aşmadığı müddetçe evrim durur. Ama bu hayat hamlesi bir fırsatını, bir imkânını bulur ve aşar. Bizlere düşen görev bu hayat hamlesini diri tutmaktır. Ve önüne çıkan engellerle fikri planda mücadele etmektir. Yeni fikirler söylemektir. Ama yeni fikirler söylemenin yolu da tarihi geçmiş olarak değil, geleceği de içine alan bir bütün olarak anlamak gibi bir zorunluluğumuz vardır. Türk Ocağına düşen görev, bugünü iyi okumak ve Türk milliyetçiliğinin önündeki engelleri aşmaktır. Dünyanın dinamizmini yakalayabilmektir. Milliyetçilik temelde siyasi bir harekettir ama bir parti hareketi değildir. Türk Ocağı, bu sınırı çizebilmeli ve milliyetçiliği hamasetten kurtarmanın yolunu bulmalıdır. Bu da, Türk kültürünü dünyaya açmaktan geçer.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —