Gündüz Aydın


Sevgili Öğretmenim

Sevgili Öğretmenim


1977 yılının eylül ayında Çanakkale Eğitim Enstitüsü’nü bitirince mesleğe ilk başlamanın heyecanı sarmıştı. O zamanları üç il isteme hakkımız vardı. Ama ben yıllardır hep “Bayrağımın dalgalandığı her yerde görev yaparım” diye söylemiştim. Tercih yapmadım ve kurada tayinim Muş iline çıktı.

13 Aralık günü Muş İline ayak bastığımda, ilk defa diz boyu kar görmüştüm. Mis gibi kar havası; insanın ciğerlerine kadar işliyor... Yurdumun bu mahrum bölgesinde ilk öğretmenliğimi yapmanın heyecanı içinde Muş Milli Eğitim Müdürlüğünde görev yerimi öğrendim. Merkez Serinova Köyü dediler.

Bir an önce Serinova Köyü’ne gitmek; ilk öğrencilerimle tanışmak istiyordum. Muş-Erzurum yolu üzerinde bulunan Mercimekkale Kasabasına kadar dolmuşlarla gittim. Şoför “Öğretmen bey, buraya kadar! Az ileride Murat Çayı var... Oradan geçerek Serinova’ya gidersin!”

Az ileride Murat Çayı... Gençler kalın kalaslardan yaptıkları sal'larla karşı tarafa sefer yapıyorlar... Tabi müşteri bulurlarsa... Acaba bu sal ile karşıya geçilir mi? Bu kalas parçaları nasıl yüzüyor? Karşıya... Evet mutlaka karşı tarafa geçmem gerekiyor... Ya da geri dönmek... O kadar yolu gelmişim... Manisa nere, Muş nere?

“Abi, gel... Nereye gideceksin?”

Serinova Köyü’ne gideceğimi söylüyorum. Öğretmen olduğumu da... Gençlerde öğretmene saygı... “Ver öğretmenim, valizini biz taşıyalım!” Ne kadar da azgın akıyor Murat Çayı... Sanki birilerine kızmış gibi... Sahi, bu sal bu azgın sularda nasıl gidiyor!... Derken kendimi salın üzerinde buluyorum. Elli metrelik çayı, üçyüz metre olarak geçiyoruz.

“Şu tepenin arkasında Serinova Köyü!”

Ne kadar da yakınmış, diye teselli etmeye çalışıyorum kendimi... Salcı çocuk karşıdan bağırıyor : “Öğretmenim! Kurt sesleri duyarsanız korkmayın! Onlar insana fazla yaklaşmazlar!... Sakın korkmayın... Yaklaşık olarak 5-6 saat sonra köye varırsın...

Aman Allah’ım! Köye varabilecek miyim acaba!

Yola koyuluyorum... Bildiğim bütün türküleri, marşları, şiirleri bağıra bağıra söylüyorum... Yaşım henüz 21... Olsun bu yaşta değil mi Fatih, İstanbul’u fethetmişti... Bu kadar yolu gelmiştim... Manisa nere, Muş nere? Az sonra Köyüme varacağım...

Kar yığınlarının topuklarımdan dizlerime kadar ilerlerken çıkardıkları sesler bana güç veriyor... Uzaklardan gelen kurt ulumalarına aldırmıyorum... Saatler sonra Serinova Köyü’nün silueti göründü... O an, hayatımın en sevinçli ânı... Uzaktan köpek havlamalarını duyuyorum. 10-12 yaşlarında bir çocuk bana doğru koşuyor... Bir çocuğa bakıyorum, bir kendime... Nasıl da karların üzerinde koşuyor... Sanki karlarla dans ediyor... Yanıma yaklaşınca elindeki sopayı bana uzatıyor:

“Köpeklerden bununla korunun!”

Bu köyün yolu yok!, Girişi yok! Çıkışı yok! Bacalarından tüten dumanın kokusu bir başka... Bu nasıl bir koku... Artık dizlerimin dermanı bitmek üzere... Hemencecik orada yığılıp kalacağım...

“Muhtar emmi, misafirimizi getirdim!”

Üzeri toprak örtülü evin kısa kapısından eğilerek muhtar çıkıyor:

“Hoşgeldin öğretmen bey!”

Benim öğretmen olduğumu nasıl bildiler, diye düşünüyorum... Bu kapıdan geçerken başımı vurur muyum? İçeri girince odanın sıcaklığı dizlerimin ağrısını arttırıyor... Muhtarın çocuklarından biri, bir leğen ve bir ibrik getiriyor! Muhtar:

“Öğretmen bey, çok yorulmuşsundur. Çıkar ayaklarını da bir yıka, rahatlarsın...”

Çocuk sıcak suyu döktükçe ne kadar çok uykumun geldiğini düşünüyorum. Şuracıkta, minderin kenarında, sobanın arkasında bir kıvrılsam... Birazcık uyuyuversem... Annem gelir de üzerimi örter mi?

Muhtar ile tanışıyoruz. Serinova Köyü’nde akşam oluyor... Kıtlama şekerli çayları ilk defa o gece içiyorum. İlk defa o gece sobanın yakıtının tezek olduğunu öğreniyorum. İlk defa o gece şahsıma özel olarak serilen yatakta hayatımın en güzel uykusunu uyuyorum...

Ve Rabbime şükrediyorum...

Sabah kalkınca okuluma gitmek istediğimi söylüyorum. Muhtar ile birlikte az ileride bulunan okula gidiyoruz. Tek sınıftan oluşan okul binası temizlenmiş. Her taraf tertemiz. Ara sıra çocuklar geliyor... Her gelen çocuk mahcup ve sevinçli “Hoşgeldin!” diyorlar... Çok mutlu oluyorum. Anadolu'mun bu ücra köşesinde öğretmenlik mesleğime başlayacağım. Her taraf bembeyaz kar... Çocuklar ne kadar da istekli... Hemen derse başlamak istiyorum. Muhtar, çocuklara “Haydi çocuklar haber verin, arkadaşlarınız yarın okula gelsinler... Yarın okul yeniden başlayacak!”

Lojmanda dinlenmek için izin istiyorum. Lojmanımda bir yatak, bir teneke soba ve bir kilim... Yatağıma uzandım. Gözlerimi yumuyorum... Buralarda ne kadar durabilirim. Bir yer bu kadar mahrum bırakılır mı? Cılız bir sesle kapıma vurulduğunu hissettim. Kalktım ve açtım; karşımda 9-10 yaşlarında bir kız...

Saçlarına baktım; uzun ve iki yana örülü... Ayaklarına baktım; mavi renk lastik ayakkabısının ucundan parmakları görülüyor. Çorap yok! Ayaklar soğuktan ve kardan morarmış... Elbiselerine baktım; yırtık, yamalı ama temiz... İki avucunun arasında tuttuğu paket kenarında parmakları kınalı... Kınalar ne kadar da yakışmış...

“Öğretmenim!”diyor; saçaklardaki buzullar yere dökülüyor... Ağaçlardaki kuşlar uçuyor... Yorgun güneş bulut arasından bize bakıyor...

Uzattığı bez yığınını alıyorum... Bir bakış ki ; bütün dünyanın saflığını ve güzelliğini görüyorum:

“Öğretmenim, sen bizi bırakıp gitmeyeceksin değil mi? Ben okumak istiyorum.”

Bezin içinde ne var acaba? Sıcacık...

- Bu ne?diyorum... Kendinden emin bir tavırla:

- Tandır ekmeği! diyor...

Senin adın ne:

- Figen!

- Kaçıncı sınıfa gidiyorsun...

- Üç... Üçüncü sınıfa...

Tandır ekmeğini ilk defa görüyorum. Mesleğimin ilk günlerinde Anadolu'mun saflığı ve temizliği ile hayata tutunmaya çalışıyorum.

- Öğretmenim... Ben okumak istiyorum...

Figen’in kararlı tutumu beni çok etkiliyor.

- Ayakkabıların... Çorapların da yok! Üşümüyor musun?

Figencik, utangaç bir tavırla, ayakkabılarından dışarı çıkan parmaklarını içeri sokmaya çalışıyor. Avuçlarını soluğu ile birleştiriyor...

- Öğretmenim ben okumak istiyorum...

- Tamam canım... Tandır için teşekkür ederim. Yarın görüşürüz. Şimdi evine git... Üşüme...

Figen, hızla geri dönüyor... Bembeyaz karın üzerinde adeta uçuyor... Az ileride durdu... Geri döndü:

- Öğretmenim, annem dedi ki; “Yıkanacak eskileri varsa al gel!”dedi...

- Sağol canım, olunca söylerim...

- Tamam öğretmenim... İyi akşamlar...

Lojmanımın kapısını kapattım. Teneke sobamın içine bir parça tezek attım. Dışarısı yavaş yavaş kararıyordu. Bu gaz lambası nasıl yanıyor? Peki gaz bitince ne yapacağım? Ah!sabah bir olsa... Öğrencilerime bir kavuşsam... Kavuşsam...

Ortası yaylı somyanın üzerine uzandım. Günün yorgunluğu var üzerimde... Gözlerimi kapadım; Figencik gözlerimin önünde... Feryadını duyuyorum:

“Bura soğuk, bura ayaz, bura karanlık...”

Hızla doğruldum yatağımdan... Bir kalem ve bir kağıt... Şiir yazmak...

Figen’in feryadı var içimde...

“Günlerdir çalmıyor okulumuzun zili...”

Gaz lambası ne kadar da gaz kokuyor! Ben bu kokudan uyuyamam... Lamba camının üzerinden üflüyorum; ortalık zifiri karanlık... Gözlerimde büyüyor karanlıklar... El yordamı ile yeniden yakıyorum lambamı... Yakıyorum kokudan uyuyamıyorum, söndürüyorum korkudan uyuyamıyorum...

Öğretmenlik mesleğimin ilk gecesi... Sabahında öğrencilerime kavuşmanın heyecanı da var...

O gecenin sabahına yakın bir zamanda Figen’in feryadı dökülüyor kağıtlara...

SEVGİLİ ÖĞRETMENİM

Bura soğuk, bura ayaz, bura karanlık...

Günlerdir çalmıyor okulumuzun zili,

Günlerdir esmiyor rüzgârın

Gelmiyor nefesin ılık ılık...

Ne olur sevgili öğretmenim,

Ne olur gel artık.

Ellerinden tutmak istiyorum,

Dillerinden tatmak istiyorum,

Çağrım sanadır öğretmenim;

Gel diyorum...

Küçücük yüreğimiz dayanamaz oldu,

İçimize doğdu ayrılık,

Yüce dağlardan çığlar düşüyor,

Tabiatta bir çığlık...

Yalın ayak, yırtık mintan, yaşlı göz,

Ansızın ortalıkta kalakaldık!

Dayanamıyorum hasretine sevgili öğretmenim,

Ne olur gel artık.

Gözlerine bakmak istiyorum,

Yanağından akmak istiyorum,

Çağrım sanadır öğretmenim;

Gel diyorum...

Not: Bu şiirim Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim 7. sınıf Türkçe kitabında 10 yıl ders konusu olarak okutuldu.