Mehmet Çavul


Gazali’den Öztürk’e Düşünce Problemlerimiz

Gazali’den Öztürk’e Düşünce Problemlerimiz


Başlığın yaptığı çağrışımları bir köşe yazısıyla özetlemenin imkânsıza yakın olduğunun farkındayım. Yine de bunu denemek zorundayım. Bu incelemede Gazali örneklemiyle düşüncenin değişimini ve bu süreçlerde yaşanan problemleri ele alarak olayın doğasını kavramayı deneyeceğiz. Olayın doğası önemli! Zira bu olağan akış dikkate alınmadığında toplumların düşünce krizleri yaşaması kaçınılmaz olabilmektedir. Belki de daha kötüsü bu düşünce krizlerinin fikir üretememekten öte sosyolojik çözülmeleri de beraberinde getirmesidir. İlk önce Gazali’nin düşünce serüvenini kısaca özetleyelim.

Gazali çocuk yaşlarında babasını kaybeder ve zorlu bir çocukluk geçirir. Mehmet Bayraktar’ın ifadesiyle bu durum onu “kötümser” bir kişiliğe büründürür[1]. Gençlik dönemlerinde karşılaştığı farklı bilginlerden etkilenmesiyle de İbni Rüşd’ün tanımlamasıyla adeta “fikren gezgin” bir seyir takip etti Gazali’nin düşünce serüveni. Çocukluk ve ilk gençliğinde Tasavvufun, daha sonra Kelam ve Felsefenin, hayatının son on altı yılında da yine Tasavvufun etkisinde kaldığı bilinmektedir. Bugün Gazali denince akla gelen ilk şeylerden biri başta İbni Sina ve Farabi olmak üzere Müslüman filozoflara getirdiği tenkitlerdir. Tehafetü’l – Felasife (Filozofların Tutarsızlıkları) ve el-Munkızu mine’d- Dalal (Dalaletten Kurtuluş) kitaplarında Gazali filozofların üç noktada küfre düştüklerini 17 noktada da bidat içinde olduklarını belirtir. Daha sonra İbni Rüşd, Gazali’nin Tehafe’sine bir Tehafe yazar. Bu iki kitap “Tehafetü Tehafetü’l- Felasife” olarak isimlendirilir (Müslüman Filozofların Tutarsızlığı Kitabının Tutarsızlıkları). Hikaye burada bitmez. İlmi ve fikri özgürlüğün bizzat Sultan Fatih tarafından desteklendiği yıllarda Tehafütlere bir Tehafüt daha eklenir. O da Fatih Sultan Mehmet’in itibar ettiği filozof alim Hocazade’nin İbni Rüşd’e yazdığı Tehafüt’tür. Bu üç kitap aynı konular bir sayfaya gelecek şekilde sayfalar üçe bölünerek tek bir kitap olarak basılmıştır. Adı da “Tehafetü Tehafetü Tehafetü’l- Felasife”dir. Gazali, âlemin kadim oluşu, Allah’ın cüz’iyatı külliyat içerisinde bilmesi ve haşrin (dirilişin) bedensel değil ruhani olacağı konularında Müslüman filozofları küfürle itham etmiştir[2]. Buraya kadar aktardıklarımız bilinen şeylerdir. Fakat burada pek üzerinde durulmayan bir hususa işaret etmek gerekecek. Akademisyen Gürbüz Deniz’in bir makalesinden bazı alıntılarla devam edelim[3]. Gazali kendisi eserlerini üçe ayırır. 1. Avam için yazdıkları; İhya gibi. 2. Orta sınıf için yazdıkları; Tehafüt ve el-Munkız gibi. 3. Rasih ulema (üst kesim) için yazılanlar; el-Madnun.., Faysal…, Mişkat…,Kıstas…  Gürbüz hocanın önemli bir tespiti var burada: Hoca, Gazali’nin Tehafüt’te küfürle itham ettiği Müslüman filozofları Faysal’da bedensel haşr dışındaki konularda adeta temize çıkardığını, Mizanü’l-Amel’de ise bedensel haşr meselesinde de sufilerin de filozoflarla aynı görüşte olduklarını fark edince bunun kınanacak bir şey olmadığını ve hatta kişiyi ahirete yönelteceği için hayırlı bir durum olduğu kanaatine ulaştığını belirtmektedir[4].  

Gazali’nin bu düşünsel seyri bugün skolastik paradigmayı adeta Demoklesin kılıcı gibi özgür düşünceyi hayatına ilke edinmiş kişileri sindirmek için kullananlara çok şeyler söylemektedir. Düşüncenin akan bir ırmak gibi farklı mecralara gidebileceği gerçeğini ıskalamamayı öğütleyen bir süreç aslında Gazali örneği. Bu akış dikkate alınmadığında ve bir de buna multi-disipliner bir çalışma becerisine ulaşamamak, hayata, evrene ve dine tamamen teosantrik (Tanrı merkezci) bakmaya odaklanmak ve insanın bu evrendeki konumunu görmezden gelmek gibi olumsuzluklar eklendiğinde dindar bireylerin ne yazık ki engizisyon çukuruna yuvarlanması kaçınılmaz olmaktadır. Tanrı dediğimiz varlığa bakan filozofun “akıl ve ilke”, kelamcının” kudret” ve mutasavvıfın “aşk” görmesi aslında bize bir yol tayin etmektedir. Ama kurumsal dinin adam toplamaya ve bu sayede saltanat kurmaya teşne oluşu ne yazık ki iyi niyeti ortadan kaldırmaktadır. Hasan Aydın bugün yaşadığımız düşünsel krizleri şu hususlara bağlamakta: Teosentrisizm, gayecilik, ezoterisizm, dünya- madde karşıtlığı, nedenselliğin reddi, Fıkıh-Kelam geleneğinin oluşturduğu statik toplumsal yapı, her şeyi din ekseninde değerlendirme isteği, eğitimin nakli ilimlere odaklanması, her şeyi kutsalla ilişkilendirme, bilgi ve değeri metafizik zeminde arama[5].

Burada Gazali ile bugünü ilişkilendirebileceğimiz bir mesele daha var. O da Gazali’yi yeme içmeden kesen, bir odaya mahkûm eden ve beş ay kadar süren, Montgomery Watt’ın “Müslüman Aydın” kitabında “1095 Krizi” diye tesmiye ettiği durumdur. Peki, nedir bu 1095 Krizi? 1092’de Nizamülmülk Bâtıniler tarafından katledilir. Gazali ölüm tehditleri alır. Yeni sadrazamla arası da iyi değildir. Nizamiye Medresesi’nde otoritesi de zayıflamıştır. Özellikle Müslüman filozofların tezlerini “küfür”le sindirdiğini düşünse de içi rahat değildir. Kendi tezinin nedenleri ve dayanakları onu rahatsız etmektedir. Bu nedenlerden hangisi daha etkilidir bilinmez ama Gazali kendisini Bağdat’ta evinin bir odasına hapseder. Beş ay yemeden içmeden kesilir ve hasta olur. Adeta düşünce krizleri bedenine sirayet etmiştir. Ölümünden 16 yıl önce yaşadığı bu kriz onun ilk krizi de değildir. Daha önce yaşadığı kriz epistemolojik bir durum arz etmektedir. Felsefenin argümanları karşısında klasik Kelamın yetersizliği onu yıpratmış olabilir. Bir taraftan cennetin sonsuz olduğunu iddia etmek ve aynı zamanda Allah’tan başka hiçbir şeyin ebedi olmadığını kabul etmek gibi zorlu durumlar bu krizlerde etkili olmuş olabilir. Gazali bu handikapı geriye çekilerek atlatma yolunu tercih etmiştir. Yani gerçek/hakikat yolculuğunu bedeli ne olursa olsun sürdürme cesaretini gösterememiştir. Bu yolculuk esnasında aklın ve bilimsel paradigmanın insanı götürdüğü yerde klasik/geleneksel bilgilerin büyük bir kısmının lime lime dökülmesi ve içinden çıkılamaz bir hal alması krizi beraberinde getirmiştir. Burada yapılacak iki şey vardır; ya sonucu ne olursa olsun yürüyüşe devam etmek ya da yolculuğu burada bitirip daha sakin bir limana demir atmak. Gazali muhtemelen çocukluğunda zevkini tattığı Tasavvuf yoluna geri dönerek hocası Cüveyni’nin sitayişle bahsettiği “koca karı imanı”nı tercih etmiş olmalıdır.

İşte tam da buradan bugüne gelmek mümkün. Bugün İlahiyat alanında istihdam edilen binlerce hocanın yaptığı da bu. Zaten üniversitelerin kadro tercih ve seçimleri hakkında iyi konuşan yok. Buna bir de patrimonyalizmi (bizdencilik) eklerseniz iş tamam olur. İşte bu üretmeyen ve zamanın insanına hiçbir şey söylemeyen, sadece geleneği tekrar edip ona sığınmayı yeterli gören zihniyet, Gazali’den tevarüs eden o geriye çekilmeci ve kurumsal sufi geleneğe teslim olarak mutlu olmayı, acıtıcı ve iç yakıcı gerçeklerle yüzleşmeye tercih etmektedir. Bunun dışında hareket edenler “şaz” ve “heretik” olmakla, dolayısıyla “küfür”le damgalanmak suretiyle adeta linçe maruz bırakılmaktadır. İslam dünyası adeta Stefan Zweıg’in muhteşem eseri “Vicdan Zorbalığa Karşı”da[6] anlattığı 1500’lerin Avrupa’sındaki dinsel faşizm, adam yakma olayları dışında bire bir yaşanmaktadır. Ne yazık ki İslam dünyası 500 yıl geçmesine rağmen hala akademisyen Sebastian Castellio’nun 1563’deki ölümüne kadar verdiği efsanevi mücadeleden ve Jean Calvin’in Cenevre’de kurduğu dindar bağnaz teokratik düzenden çok farklı bir konumda değildir. En azından dini düşüncenin özgürlüğü/ özgünlüğü noktasında Hıristiyan Avrupa’nın beş yüz yıl gerisinde olmak gibi acı bir gerçekle yüz yüzeyiz. Mustafa Öztürk hoca ve benzerleri yanlış yapma hakkına sahip değilmiş gibi davranmanın iyi niyetle bir ilgisi olmasa gerek.

Mustafa Öztürk tarihselci din anlayışına sahip bir akademisyendir. Sosyal medyaya düşen son konuşmasında ise Kuran’daki bazı ifadelerin mükemmellik sıfatı gereği Allah’a ait olamayacağını söylemesi adeta ülkemizde deprem etkisi yarattı. Şüphesiz bu iddia Abdülkerim Süruş’un “Nebevi Rüyaların Râvisi Hz. Muhammed” kitabındaki[7] temel tezi de aşan bir niteliğe sahiptir. Süruş bundan 25 yıl önce verdiği konferanslarda bu konuyu ele almıştı. Orada Kuran’ın Peygamberimiz tarafından rüyada gördüklerinin uyanınca kendi cümleleriyle yaptığı tabirlerle oluşan bir kitap olduğu işlenmektedir. Şüphesiz gerek Öztürk’ün iddiası gerekse Süruş’un tezi tartışmaya açıktır. Bunları tartışmaktan kaçınarak “tekfir” yolunu tercih etmek ne bu iddiaları yok eder ne de erbabının bunları düşünmesini engeller. Sadece toplumsal bir baskı ve şiddet ortamı oluşturur. Bu ise o toplumun ciddi sosyal travmalar yaşamasını kaçınılmaz kılar. İnsanların kendi yandaşlarına karşı gösterdikleri toleransın en azından yarısını karşıt görüş sahiplerine gösterme erdemini haiz olması gerekmektedir. Ehli Sünnet adına ortama nizamat vermeye kalkanların aynı çatı altında tarihte meydana getirilmiş fikir sefaletini de görmesi, çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendisine batırma erdemine iyi bir örnek olurdu. Şehristani’den sonra Mezhepler Tarihi alanında en önemli kaynak sayılan Abdülkahir el-Bağdadi’nin “El-Fark beyne’l-Fırak” (Mezhepler Arasındaki Farklar) kitabının[8] sonlarındaki Ehli Sünnet’in üzerinde icma ettiği hususlar bölümündeki, dünyanın hareket etmediği, cüzün la yetecez’a (yaklaşık olarak; atom parçalanamaz) gibi fasıllar buna verilebilecek örnekler olarak not edilebilir. Şüphesiz bunlar o gün için genel geçer olan Batlamyus kozmolojisinin verileri olup sadece Mutezili alimleri cerh etmek için üretilmiş sanal gündemlerdir ki düşülen komik durum da cabasıdır.

Tüm bu anlatılanlardan sonra diyebileceğimiz son söz ne olabilir?

 “Tesadümü efkardan barîkai hakikat tevellüt eder” (fikirlerin çatışmasından hakikatin parlak ışığı doğar) fehvasınca düşünceyi özgür bırakmamız geleceğimiz için bir zorunluluk.

 

[1] Büyük Mütefekkir Gazali, DİB Yay. 2013, s.8

[2] Gazali, El-Munkızu mine’d-Dalal, MEB Yay. 1990, s.35

[3] Büyük Mütefekkir Gazali, DİB Yay. 2013, s.17 vd.

[4] Aynı eser, s.40

[5]Hasan Aydın Felsefenin Krizi ve Aydınlanma Sorunu, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2016, s.256

[6] Stefan Zweıg, Vicdan Zorbalığa Karşı, Can Yayınları 2019, 12.basım

[7] Abdülkerim Süruş, Nebevi Rüyaların Ravisi HZ. Muhammed, Mana yayınları, 2018, s.41 ve devamı

[8] Ebu Mansur Abdülkahir el-Bağdadi, Mezhepler Arasındaki Farklar, TDV Yay. 1991, s.259