Bu yazı, aslında makale değil, geniş bir haber niteliği taşımaktadır. K. Maraş Türk Ocakları’nın dâvetlisi olarak geçtiğimiz hafta sonu “Türkiye’nin Güvenlik Sorunları” konulu çevrim-içi konferans sunan Hanefi Avcı, konuşmasında 12 Eylül olaylarından 15 Temmuz’a kadar yaşanan terör olaylarını ele aldı. (Konferansın tamamı, Ocak’ın Youtube kanalından izlenebilir.)
Konuşmacımız, vaktiyle FETÖ terör örgütünün plânladığı, sözde “Devrimci Karargâh Örgütü Kurmak” kumpası yüzünden, 15 yıldan fazla ceza da almıştı.
Konulara bir emniyetçi olduğu kadar bir sosyolog gibi de yaklaşması dinleyenlerin dikkatinden kaçmadı. Bizi de asıl ilgilendiren yönü, Avcı’nın bu tarz yaklaşımı oldu.
Sözlerine 41 yıl öncesinden başlayan ve 12 Eylül sürecine giden yolda Türkiye’nin kayıplarına temas eden Henefi Avcı, kesintisiz olarak bir saat süren konuşmasında özetle şunları dile getirdi:
12 Eylülden başlayacak olursak, o süreçte ülkemiz çok şey kaybetti. Mahalleler bölünmüş, sokaklar paylaşılmıştı, o dönemi yaşayanlar bilir. (“Sağ-sol çatışmaları” denen olaylarda, ağırlığı gençlerden oluşan binlerce insanımızı kaybettik.)
1984’den beri süren (PKK hain terör örgütü kaynaklı) Güneydoğu olaylarında ise, 50 bin insanımızı ve 400-500 milyar civarında hesaplanan maddî varlığımızı kaybettik. (Daha dün Gara’da 16 şehit verdik.) Bu olaylar yüzünden Türkiye ekonomisini düzeltemiyor, hukuk reformu yapamıyor, demokrasini geliştiremiyor. Bu olaylar olmasa ülkemiz abartısız, İtalya ve İspanya’dan daha geride olmazdı. Şimdi bu olay daha da büyüdü, bölgesel sorun, hatta dünyanın sorunu hâline geldi.
TERÖR OLAYLARININ ESAS SEBEBİ İÇERDE ARANMALI
Niye bizim ülkemizde bu kadar terör oluyor? Dünyanın birçok ülkesinde hiç terör vakası yaşanmaz. Ve onlara kendi insanlarınızın örgüt kurarak, karakollar bastığını, askerini-sivilini, öğretmenini öldürdüğünü anlatamazsınız (İsveç, Norveç, Finlandiya vb.). Bazı ülkeler de var, bir zaman yaşamışlar ama sonra akla-mantığa uygun olarak aldıkları tedbirlerle önlemişler (1960’lı-70’li yıllarda, Fransa, Almanya, İtalya vb.). Bazı ülkeler de var ki, sürekli terörle uğraşırlar. Haritayı önümüze açıp bakalım: Neden bazı ülkelerde hiç terör yok, insanlar işinde gücünde mutlu ve huzurlu da bazılarında sürekli terör var, çatışma ve kaos var? Terör yüzünden insanlar ülkelerini terk ediyorlar. Meselâ bize sığınmış 4-5 milyon insan var, bizde de durmuyor, hep Batı’ya gitmeye çalışıyorlar.
A’dan Z’ye dünyadaki bütün ülkeleri inceleyelim; acaba hangi ortak özellikleri olan ülkelerde terör var, hangi özelliklere sahip ülkelerde terör yok. Ve terörü önleyen ülkeler, hangi tedbirleri alarak bunu önlemişler? Böylece gerçek sebepleri anlayabiliriz. Dünyaya baktığımızda terör olmayan ülkelerde birincisi, temel hak ve özgürlükler çok önde. Örgütlenme, düşünce, basın ve her türden siyasî özgürlükler… İkincisi, bütün kurum ve kurallarıyla demokrasi var ve işliyor. Tam bir siyasî özgürlük içinde. Yönetim, halk
tarafından belirleniyor veya değiştiriliyor. Üçüncüsü, hukukun üstünlüğü var; bağımsız ve tarafsız yargıya güveniliyor. Öyle ki, hiçbir güç bağımsız yargı üzerinde etkin değil. Bu temel özellikler, olmazsa-olmaz şartlardır. Bunların olduğu ülkelerde terör ya olmaz ya da alınan tedbirlerle ortadan kalkar. Ama bunlar yoksa terör olayları olabilir; onları şiddetle bazen yok etseniz bile ortamını bulunca yeniden doğar.
Bazılarımız der ki, bizdeki terörün kaynağı dış güçlerdir. Bu kendimizi kandırmaktan başka bir şey değil. Çünkü dış güçler elbette sizi etkilemek, geriletmek ister; bu her ülke için geçerlidir. Belki yüzde on, azamî yüzde yirmi etkisi olabilir, ama esas sebep her zaman kendi içimizde aranmalıdır. Terör yaratan örgütlerin kendilerine soralım veya yayınlarına bakalım, orada terör yaratmanın sebeplerini anlatırlar. Onların doğruluğu-yanlışlığı, haklılığı veya haksızlığı ayrı bir konu, ama sebeplerini orada görebiliriz. Bütün dünyada sol, bölücü veya dinci-İslâmcı örgütlerin hepsi de kendilerinin düşünce ve inançlarının engellendiğini, özgürce haklarını savunmadıklarını, o yüzden yer-altı mücadeleye girdiklerini söylerler. Oysa onlara serbestçe fikirlerini savunma ve örgütlenme hakkı tanınırsa, demokratik olarak ne kadar etkili olabildikleri ortaya çıkıyor. Bulgaristan bir zamanlar Türklere o kadar baskı yaptı ki, 300 bin Türk oradan kaçıp ülkemize göçmüştü. Sonra rejim değişti, Bulgaristan AB’ye bile girdi ve Türkler de özgürce partilerini kurdular, milletvekilleri, bakan yardımcıları, C. Başkanı yardımcıları oldular, sorunları bitti. Hatta ülkemize gelen Türklerin tamamı oraya geri döndü. Bulgar Başbakanı Borisov’u tanırım, bir gün bana dedi ki, Bulgaristan’daki Türkler demokrasimizin teminatıdır. Yunanistan’da da Türklere vaktiyle baskılar vardı, AB’ye girdikten sonra baskılar hayli azaldı. Komşuları olan Türkiye de, soydaşları dolayısıyla ne Bulgaristan’ı ne de Yunanistan’ı karıştırmaya kalkıştı. Hatta Yunanistan’a giden bir Başbakanımız (Tayyip Erdoğan) Türklere hitaben, sizler soydaşlarımızsınız, ama sizin yeriniz burası, dedi. Kanada’da Quebec bölgesinde Fransızca konuşulur, ayrılmak istediler; iki oylama yapıldı, yüzde 49 ile başarısız oldular, İngilizce konuşanlarla birlikte yaşamaya devam ediyorlar, kimse teröre başvurmuyor. Demokrasinin uygulandığı yerde şiddete gerek kalmıyor. Küskün zümreler yaratılmazsa dış güçler de etkili olamıyor. Dünyanın bütün güçlerini kullansanız, eğer içerde küskün zümreler yoksa, teröre zemin yaratamazsınız.
Tabii sadece saydığımız şatlar değil, terörün önlenmesi için iyi bir güvenlik ve istihbarat sisteminizin de olması gerekir. İstihbaratın geleceği okuması, olaylar olmadan önce haber alması, güvenliğin de ona göre hareket etmesi gerekir; asla olayların ardından gitmesi değil. İlk silah patladıktan sonra olayları durdurmak zordur. Sadece güvenlik sistemi de değil, bilimden de yararlanmak gerek. En küçük meteorolojik olaydan bütün fizikî, sosyal, ekonomik olayları çözümlemeye kadar bilimden yararlandığımız gibi, güvenlik sorunlarını, terörü çözmede de bilim adamalarından yararlanmamız gerekir. Türkiye’de Güneydoğu sorununa, terör konusuna eğilen, çözüm yolları üreten bir üniversite duydunuz mu? Sadece birkaç tane tez var, onlar da Devletin bakışına meşruiyet kazandırmak içindir. Bir ara çözüm sürecinde devreye girdiler, o da akim kaldı.
15 TEMMUZ NASIL YAŞANDI?
Ama terörü önlemede Devletin her şeyi önceden gören, yorumlayan, yol gösteren istihbarat teşkilatı hepsinden önemli. Ülkemizde bu anlamda yeteri bir istihbarat teşkilatımız yoktur. En son 15 Temmuz darbe teşebbüsü örneğinden hareketle bakalım:
Bu büyüklükteki bir darbe teşebbüsünün en az bir yıl, hiç olmazsa altı ay önceden hazırlığının olması gerekir. Ordu ve sivil güvenlik işin içinde, en az on bin kişi görev almış, ama
Devletin bu hazırlıklardan haberi yok!.. Nasıl haberi yok acaba? Üstelik teşebbüse yakın zamanda bir 7 Şubat 2012, sonra 17-25 Aralık 2013, yaşamışız, o zamandan beri de sürekli izliyoruz, operasyon yapıyoruz; örgüt dev bir darbe hazırlığı içinde, ama emniyetin, istihbaratın haberi yok!.. İstihbarat yok ama olay günü bir ihbar var; izinde olan ve darbecilerin görev verdiği bir subay izinden çağrılıyor, bir helikopter denemesi var diye… Gelince, deneme için çağırmadıklarını, bu gece savaş helikopterleriyle MİT müsteşarını kaçıracaklarını söyleyip kendisini de görevlendiriyorlar. O subay da gidip MİT’e haber veriyor. Böylece MİT’in ve Genel Kurmay’ın, Devletin haberi oluyor. Bu defa da haber var, ama haber iyi değerlendirilemiyor. Bazı tedbirler alınıyor, ama bunlarla olayın bir darbe olduğu görülemiyor. Sonra gece darbe teşebbüsü başlıyor. Darbeciler cephesinden bakıyorsunuz, onlar darbeyi 15 değil 16 Temmuz 03.00’e göre plânlamışlar. 03.00’te, önce bu harekete muhalif olan bütün komutanlar, hükûmet ve Devlet yetkilileri gözaltına alınacak; 06’00’da sokağa çıkma yasağı ilân edilip tanklar sokağa çıkacak ve köşe başlarını tutacaklar. Aynen uygulansa, başarılı olacaklar. Ama planlandığı gibi yürümüyor ve darbecilerin fark edemediği bir kişinin ihbarı üzerine Genel Kurmay bazı tedbirler alıyor: 1) Şu andan itibaren havadaki uçan birlikler askerî havaalanlarına inecek ve bizden habersiz hiçbir uçak kalkmayacak. 2) Şimdiden itibaren hiçbir zırhlı birlik bizden habersiz görev dolayısıyla sokağa çıkmayacak. 3) Kara Kuvvetleri Komutanı ile Kurmay Başkanına diyor ki, siz gidin bu ihbarın geldiği Güvercinlik Helikopter Üssünde denetleme yapın, yanınıza askeri savcı ve adlî müşaviri de alın; bir gariplik gösteren olursa onları tutuklayın. Bu duyuluyor ve darbeciler, tutuklanacakları korkusuyla darbe saatini erkene alıyorlar. Ama sadece askerî birimler olarak erkene alıyorlar; oysa asıl darbeyi yönetecek olan sivil unsurların, yani Cemaatin sivil imamlarının filân, erkene alındığından haberi yok. Televizyonları, radyoları, gazeteleri, sosyal medyayı susturacak görevlilerin haberleri yok. Meselâ, saat 24.00’de bir grup mühendis ve asker gidecek Gölbaşındaki uydu üssünü susturacak, böylece bütün tv. ve radyo yayınlar susacak; bir grup görevli de İstanbul’da Acıbadem’de, Üsküdar’da buluşup internet vesaireyi susturacak. Bütün televizyonlar, internet, radyo ve telefonlar susmuşsa, o zaman darbe yapmak kolay olacaktı. Oysa bu unsurlar gelişmelerden habersiz olduğu için harekete geçemiyor. Bu unsurlar harekete geçmemişken, tanklar sokağa çıkıyor, uçaklar havalanıyor; alınan haberler üzerine vatandaş da sokağa çıkıyor, ardından Cumhurbaşkanı vatandaşı sokağa çağırıyor. Darbe bastırılıyor. En az bir yıldan beri hazırlığı olması gereken bu kadar devasa bir olayı önceden göremiyorsak, o zaman daha küçük ve gizli olayları istihbaratımız, hiç göremiyor demektir. İyi bir istihbarat sistemimiz olsa, bu olayları daha çıkmadan önce önlerdik. Batı dünyasına bakın istihbarat sivildir, hiçbir yakalama yetkisi yok, silahı yoktur; ama kendisi toplumun her katmanında var ve yetkindir, her olayı önceden belirler ve yetkililere bildirir. Millî istihbarat silah kullanır, adam yakalarsa, öteki asıl gizli istihbarat işini kim yapacak? İsrail, ABD, Rusya, Almanya istihbaratları çok iyi denir, ama bana göre en güçlü istihbarat İngiltere’ninkidir. Adı-sanı duyulmaz, sokakta görülmez, ama çok güçlüdür; ülkesiyle ilgili tehditleri çok önceden algılar, rapor eder. İşte istihbarat budur, Devlet budur. Birçok ülke, terör ve bölücü örgütlerin propaganda faaliyetine karşılık, kendisi de bilimsel, fikrî, psikolojik ve enformatik karşı-propaganda çalışmaları, hazırlıkları yapar; bu konuda da İngiltere çok başarılıdır. Bizde maalesef bu da çok eksik... Düşünebiliyor musunuz; 15 Temmuzda ülkemizde bu kadar açık ve büyük, herkesin bildiği silâhlı bir darbe teşebbüsü yapan örgüt, 15 Temmuz’dan sonra dünyanın yarısına dağıldı ve gittiği her yerde, Türkiye’de darbeyi biz yapmadık, başka güçler yaptı diye propaganda yapıyor ve onları ikna etmeye çalışıyor, bizden daha çok sesi çıkıyor. Biz ise kendimizi anlatamıyoruz.
TERÖRÜ ÖNLEMEDE BATI VE BİZ NASIL TEDBİRLER ALIYORUZ?
Yine Güneydoğu’da terör örgütü halkı etkileyecek o kadar geniş propaganda yapıyor ki, uzun zaman içinde insanları kandırabiliyor. Yetişmiş, örgüt mensubu militan bir gençle karşılaşmıştım; bana sıradan bir okumuş genci verin, altı ayda istediğiniz türden solcu, sağcı veya dinci en keskin militan olarak size vereyim, dedi ki, doğrudur. Hele istismar edilecek birtakım konular varsa, bu daha kolaydır. Öyleyse bizim halk kitlelerinin bunların etkisinde kalmaması için de bir şeyler yapmamız lâzım. Tabii, öncelikle istismar edilecek konuların kalmaması lâzım. Batı ülkeleri 1968 ve devamı öğrenci ayaklanmalarında, önce istismar konularını, yurtlar, harç ve eğitim sorunları vb. taleplerini karşılayıp geniş kitleleri terör yaratan gruplardan kopardılar. Onlar kopunca, küçük, asıl terör yaratan gruplarla mücadele etmek kolaylaştı ve hepsini ortadan kaldırdılar. Biz ise 1960’li 70’li yıllarda tersini yaptık; haklı sayılacak talepleri olan geniş öğrenci gruplarının isteklerini belirli ölçüde hâlledip örgütlü gruplarından koparmak yerine topunu birden karşımıza aldık, düşman ilân ettik; şiddeti savunan binde bir bile değilken cepheyi genişlettik. Hatta sadece sol öğrenci kitlesini değil, bütün sol düşünceyi karşımıza aldık, devlet düşmanı ilân ettik. Güneydoğuda da ayni hataları yapıyoruz; geniş kitlelerin haklı talepleri karşılanabilse, terör örgütüne istismar konuları kalmaz ve güçlenemez.
GÖZ GÖRE-GÖRE GELEN BİR DARBE TEŞEBBÜSÜ
Konferansın son bölümünde sorulara geçildi ve şu önemli soru geldi: “Sizin 2010 yılında yayımladığınız Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabınızda Cemaatin Devlet aleyhine faaliyetlerini açık açık yazmıştınız; eğer yeterli tedbirler alınsa 15 Temmuz Darbe Girişimi olmazdı, diyebiliyor musunuz?” Tabii ki olmazdı. 15 Temmuzdan önce ben ve başka birçok insan yazdık, uyardık; özellikle ben kitabı yazmadan da önce İçişleri ve Adalet Bakanları ile, Başbakanlık Müsteşarı, Ankara Cumhuriyet savcıları ile görüştüm, onlara belgeler verdim. Derli toplu bu cemaatin yapılanmasını, polisteki, yargıdaki yaptıklarını belgesiyle, yeriyle-yurduyla anlattım. Benden sonra birçok insan da, AK Parti içinden insanlar dâhil, biz de ilettik dediler. Ama buna rağmen tedbir alınmadı. O günkü şartlarda Devletin sisteminden kaynaklanan, demokrasinin, hukuk devletinin eksikleri, basiretin olmayışı gibi sebeplerle bunlar görülmedi. Ben cezaevindeyken hep bunu bekliyordum; Devlet nasıl tedbir alacak? O zaman çok kolaydı. Bir yaz dönemi Hükûmet, 100 civarında FETÖ’cü bilinen etkin birimlerdeki istihbarat ve polis görevlilerini şark hizmeti diye dağıtsa, yine yargıda 15 kadar FETÖ’cü özel yetkili hâkimi, savcıyı gönderse ve onların yerine yurtsever insanları getirse, 15 Temmuz yaşanmazdı. Göz göre göre geldi. Bunların yapılanması daha 2008, 2009’da görülmeliydi. Hadi diyelim, 7 Şubat 2012’ye kadar Hükûmet, ilke itibariyle doğru olmasa da, kendi mantığı açısından, “militarizm var, birtakım gruplara karşı Balyoz idi, Ergenekon idi, bunlarla benim önümü açıyor” diye, Cemaatin bu faaliyetlerine ses çıkarmadı, diyebilirsiniz. Oysa 7 Şubatta Cemaat doğrudan MİT Başkanı dolayısıyla Hükûmeti hedef aldı. Bu ülkede Genel Kurmay başkanı tutuklandı, 17-25 Aralık oldu; hiç olmazsa bunlar görülüp, tedbir alınsa 15 Temmuz yaşanmazdı.
FETÖ’NÜN BESLENDİĞİ KAYNAK DA İÇERİDE Mİ?
Vakit sınırlı olduğu için Avcı’nın konferansı böylece sona erdi. Ama bazı dinleyicilerin kafasında şöyle bir soru kaldı: “Ülkemizde her çeşit terörün kaynağı dışarda değil, büyük ölçüde içeridedir dediniz. Bu iddianızı FETÖ örneği üzerinden nasıl temellendirirsiniz? Çünkü onun arkasında ABD olduğu, kökünün dışarıda olduğu, bugün genel bir kabul değil mi? Acaba,
FETÖ'nün çıkışına sebep olan iç faktörler neler olabilir?” Bunlar sorulamadı. Ama cevaplı şüphesiz Avcı’nın hem Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabından, hem de başkaca paylaşımlarından çıkarılabilir:
Avcı’ya göre Cemaat, zamanında Devletin yapması gereken birçok işlevi o kadar üstlenmişti ki, önemli kurumlara atamayı ve terfi işlemlerini, kurumlardan işine gelmeyen personelin sürgünü dâhil, onlara her çeşit nîmet ve cezanın dağıtımını bile o yapıyordu. O hâlde sorun, Devletin devlet gibi olup devlet gibi davranmamasında. Yani asıl sorun, Devletin kendisinden kaynaklanıyor. Şüphesiz Devleti, devlet adamları, devletin yasalarına ve usullerine göre yönetmeli. Bu olmaz da Devleti bizzat devlet makam ve yetkilileri yönetmezse, bir cemaat, örgüt veya bir grubun Devlet içinde etkinlik kurmasına fırsat ve imkân tanınırsa, orada sorun var demektir. Bu işin sağcısı solcusu yok, dün bir cemaat, sözde dindar, sağcı bir grup etkin olmuştu, Devletin bütün işleyişi bozulmuştu; yarın sözde solcu bir grup bu derece etkin olsa o da ayni şeyleri yapar. Önemli olan Devlet gücünü ve yetkisini, sisteme ve yasalara uygu olarak devlet adamlarının kullanması, asla onu hâriçten bir güçle paylaşmaması. Bu anlamda FETÖ’yü FETÖ yapan dış kaynak değil, asıl içeride, bizzat Devlet’in içinde bizim ona hâkimiyet tanımamızdır. Hem Fethullah Gülen’in ABD’ye çıkmasına izin veren de bizim Devletimiz değil mi? Bir ülkede o zaman bile bu kadar etkinliği bilinen bir grubun lideri başka bir ülkeye gönderilebilir mi? Gönderirseniz, elin adamı kullanır. Akıllı yönetilen bir Devlette bu hata yapılır mı? Bu adam eğer burada olsa bu kadar ileri gidebilir miydi?. Dolayısıyla o gün “cemaat”, sonra “terör örgütü” olarak görülen FETÖ’nün de asıl sebebi, içeridedir. Nitekim Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet, Bugün Cemaat kitabında, daha 2010 yılında şöyle denmişti: “Bir grup koca bir devleti teslim aldı. Devlet içten içe çatırdıyor, birileri yönetimi ele aldı ve kimse devlet gücünü kullanan bu kişilere dur diyemiyor. Birkaç cemaat imamı devlet yetkilerini gasp etti. Bu, nasıl bir devlet geleneğidir?”
Evet, Hanefi Avcı'yı dinlerken şöyle düşünmeden edemiyor insan:
Eli kalem tutan, ülkemizin güvenlik konularına böylesine geniş bir pencereden bakabilen, ayni zamanda bir sosyal bilimci gibi yaklaşabilen, fevkalâde yetişmiş bir insanının tecrübelerinden dün yararlanamadık; peki bugün ne kadar yararlanıyoruz acaba?
Teşekkürler Hanefi Avcı!..