Aynur Algül


Dünyada ve Ülkemizde Erişilebilirlik Serüveni 4

Dünyada ve Ülkemizde Erişilebilirlik Serüveni 4


Engelliliğe Dair Yaklaşımlar ve Temel Hakların Kabulüne Giden Süreç

 

Yazı dizimizin önceki bölümünde, kapsayıcılık, evrensel tasarım ve erişilebilirlik kavramlarının ortaya çıkış sürecinden, ortopedik engelli mimar Ronald Lawrence Mace'in çalışmalarından ve kurduğu evrensel tasarım merkezi tarafından 1997 yılında yayınlanan evrensel tasarımın 7 ilkesinden söz etmiştik. Bu ilkeler, erişilebilirlikle ilgili geliştirilecek standartlar ve çözümlerin dayanacağı temel esasları belirliyordu. Erişilebilirlik, yasalarla temel bir hak olarak tanınmış, bu hakkın yerine getirilmemesi de ayrımcılık olarak nitelenmişti.

 

Engellilerin, bütün hizmetlere herkes gibi eşit şekilde erişebilmesinin bir hak olarak tanınmasına kadar geçen süreçte belli bakış açıları ve yaklaşımlar ortaya kondu. Eski Yunan ve Roma'da yeni doğan bebekler şehrin ileri gelenleri tarafından ya da babaları tarafından incelenir ve bedensel özellikleri olumsuz bulunanların ölümüne karar verilir, sepetlere konarak yol kenarlarına ve nehirlere bırakılırdı. Yasalarla meşru biçimde gerçekleştirilen bu uygulamalar hayatın doğal bir parçasıydı ve bebeklerin konduğu bu sepetler pazarlarda sıradan bir eşya olarak satılıyordu. Platon, Aristoteles ve Seneka gibi düşünürlerin de fikri bu yöndeydi. Ekonomik olarak alt sınıflara mensup aileler de bir sakatlığı olmasa bile fakirlik yüzünden ileride sıkıntı yaşamaması ve köle olarak satılmaması için bebeklerine bu yöntemi uygulayabiliyor, bunun onlar için iyilik olduğu düşünülüyordu. Çoğu Avrupa topluluğunda da durum pek farklı değildi. Çocukların, anne-babalarının yaptıkları bir kötülük nedeniyle engelli doğduğuna, sonradan engelli olanların da yine anne-babaları ya da kendi kusurları nedeniyle bu şekilde cezalandırıldıklarına inanılırdı. Hatta yetenekli engelliler için, tanrı, suçları nedeniyle öfkelenerek onları cezalandırdıkları, ancak sonra öfkelerinde ileri gittiklerini düşündüklerinden, onlara acıyarak bu yetenekleri verdikleri düşünülürdü. Bütün bu olumsuzluklara rağmen şair, filozof, hukukçu ve devlet adamı olmayı başarmış görme engelliler de vardı. Ancak bu durum genel anlayışı değiştirmiyordu. Üstün zekâ ve bilgeliğe sahip olanlara belli bir saygı gösterilmekle beraber, engellilerin varlığı topluma bir yük olarak görülürdü. Onlara yardımda bulunmak ve hayatlarını kolaylaştırmak suretiyle zorlu yaşamlarının sürmesini sağlamak, onlara ve topluma kötülük yapmaktı. Üstelik bu insanlar, görünüşleriyle dönemin yaygın estetik ve güzellik anlayışını bozuyordu ve gerektiğinde savaşma gücüne sahip değillerdi.

 

Hristiyanlığın ortaya çıkışıyla günümüzün sosyal hizmet anlayışına temel teşkil edecek yardım çalışmaları yapılmaya başlandı. Engelliliği anne-babanın ya da kişinin bir günahına bağlayan eski inanışların aksine İncil'de bunun ilahi bir takdir olduğuna vurgu yapılıyor ve insanlar hayır işlerine teşvik ediliyordu. Bireysel olarak yapılan bu yardımlar, kilise öncülüğünde organize edilerek teşvik edildi. Bu yardım mekanizması, zamanla veren tarafın vicdanını rahatlattığı, yardım alanların değersizleştiği ve kendileriyle ilgili karar almaktan yoksun bırakıldıkları bir sürece dönüştü. Zamanla kilise etrafında yoğunlaşan bu yardım alan kalabalıkları oradan uzaklaştırabilmek için kurulan toplu barınma yerlerinde daha sağlıklı bakım hizmetleri verilmeye çalışıldı. Bu koşullar, eski Yunan ve Roma'daki uygulamalara göre daha makuldü. Yardım faaliyetleri, orta çağın bitişiyle kilisenin etkisinin azalması nedeniyle yerel yönetimler ve diğer devlet kurumlarınca yapılmaya başlandı. Günün koşulları nedeniyle engelli insanların yapabilecekleri oldukça sınırlıydı ve bu yüzden yardım mekanizmaları öne çıkıyordu. Diğer yandan, beş yaşında görme yeteneğini kaybeden, erken dönem Hristiyanlık üzerinde büyük etki sahibi İskenderiyeli Didimus, Hristiyan dünyasının yetiştirdiği büyük bilginlerdendir. 300'lü yıllarda yaşayan ve İskenderiye Üniversitesi'nde profesörlük yapan Didimus, teoloji ve İncil konularında bir otorite olmasının yanı sıra, felsefe, matematik, astronomi ve müzik konularında derin bilgilere sahipti.

 

İslam dünyasında yardım faaliyetleri vakıflar eliyle daha organize biçimde yürütülüyordu. Dilencilik onaylanan bir durum olmadığından, gereken durumlarda ihtiyaç sahipleriyle ilgilenilebilecek sistemler geliştirilmişti. Hz. Peygamber'in (SAV) etrafında engelli sahabeler vardı ve günün koşulları içerisinde onların hayata dahil olacakları uygulamaları gerçekleştiriyordu. Namaz için bazı vakitlerde mescide gelmemek konusunda müsaade isteyen görme engelli sahabelerden, evleri ezanı duyabilecekleri mesafedeyse gelmelerini bekliyordu. Böylelikle, insanların farklılıkları olsa da güç yetirebilecekleri hususlarda sorumluluk almalarını ve sosyal hayata dahil olmalarını temin etmeye çalışıyordu. Meşhur müezzini görme engelli Abdullah İbniÜmmüMektum'u çeşitli kereler Medine'de vekil ve yerine imam olarak bırakmıştı. Savaşlar ve başka nedenlerle engelli hale gelen insanlar toplumda hangi yönleriyle biliniyorsa aynı biçimde varlıklarını sürdürüyor, bu yeni durum liyakatlerinin önüne geçmiyordu. İnsanlar 'engelli' olarak kategorize edilmiyor, dönemin koşullarına uygun biçimde toplumun doğal bir parçası olabiliyorlardı. İlerleyen dönemlerde engelliler hafızlık, öğretmenlik gibi muteber sayılan alanlarda varlık gösterdiler ve bunun dışında kalanlar da başta vakıflar olmak üzere çeşitli kişi ve kurumlar eliyle hayatlarını sürdürebilecek imkanlara sahip oldular. Ünlü Arap edebiyat ustası Ebu'lAlâ El Maarrî, bu dönemde yetişen görme engelli bir bilgindir. Kendisinden yaklaşık 3 asır sonra Dante tarafından yazılan “İlahi Komedya” adlı eserinde Maarrî'nin “Risalat El Gufran” eserinden önemli derecede esinlendiği ve bazı yerlerde ayrıntıları birebir oradan aldığı güçlü bir iddiadır.

Selçuklu ve Osmanlı'da çok iyi işleyen vakıf kültürü ve sosyal dayanışma anlayışı, fiziksel ya da ekonomik fark etmeksizin bütün dezavantajlı insanların sorunlarını çözebilmeyi amaçlıyor, hatta hastalanan ya da sakatlanan göçmen kuşların tedavi edilip yollarına devam edebilmeleri için dahi vakıflar kuruluyordu.

 

Batı dünyasında Didimus'tan sonra yaklaşık bin yıl boyunca kayda değer bir başarıya imza atan engellilere neredeyse hiç rastlanmamaktayken, Rönesans ve Reform hareketleri, yeni buluşlar ve sanayi devrimine giden süreçte engelli insanların hayata daha fazla dahil olmaya başladığı görülmektedir. Bu dönemde edebiyat, fizik, matematik ve müzik gibi alanlarda çalışmalar yapan sınırlı sayıda engelli yetişmiştir. Engelli insanlar, sanayi devrimiyle birlikte artan üretim süreçlerine doğrudan katılmamakla beraber, diğer aile bireyleri çalıştıkları için evdeki işlere katkı sağlıyorlardı. Diğer yandan, kilisenin etkisinin azalmasıyla birlikte yardım faaliyetlerinin azalması nedeniyle engelli insanlar için ekonomik zorluklar artmaya başlıyordu. Aydınlanma dönemiyle birlikte, engelli insanların hayatlarına dair başta eğitim olmak üzere çeşitli konular bazı düşünürler tarafından ele alınmıştı. Bu fikirlerin sonucu olarak engellilerin eğitimi için çeşitli okullar açılmaya başlandı. Bu günkü anlayışın oldukça uzağında olan bu okullar, toplumdaki diğer bireylerin aldığı eğitime denk bir eğitim vermekten çok, öğrencilerini teselli etmeyi amaçlayan, yetersiz olduğunu varsaydıkları kapasitelerine uygun bilgi ve becerileri öğreterek onları mutlu etmeye çalışan bir tür bakım merkezleri konumundaydı. Yazı dizimizin ilk bölümünde ortaya çıkış hikayesinden bahsettiğimiz Braille yazının yaygınlaşmasıyla birlikte görme engelliler alanında ve diğer alanlardaki eğitim çalışmaları nitelik kazandı. Engelli insanların ihtiyaçları, buluş sahibi insanların çalışmalarına da konu olabiliyordu. Thomas Edison geliştirdiği ses kayıt teknolojisi fonografın patentini almak üzere patent idaresine yaptığı başvurusunda bu cihazın faydalı olabileceği on kadar alanı sıralarken, ilginç biçimde ikinci sıraya, görmeyenlerin kitapları bu sayede sesli olarak dinleyebileceklerini koymuştu. Edison, listesinde müzik eserlerini kaydedebilme imkanını dördüncü sıraya koymuştu. Onun sesli kitap konusundaki bu ileri görüşlülüğü ancak 1930'lu yıllarda hayata geçirilebildi. Annesi bir işitme engelli olan GrahamBell'in telefonu icat edişi, aslında sağır insanlar için işitme cihazı geliştirme çabalarının sonucunda gerçekleşmişti.

 

Bütün bu seyir içerisinde çoğunlukla engellilerin edilgen durumda bırakıldıklarını, kendileri için uygun görülen hayatları yaşamak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Dolayısıyla toplumların, bu insanları herkes gibi eşit bireyler olarak görme ve bütün haklardan eşit şekilde yararlanmalarını sağlama düzeyine gelmeleri zaman alacaktı. Genel gidişattan farklı olarak, Hz. Peygamber'in (SAV) inşa ettiği ideal toplumda engelli insanlar herkesle aynı muameleye muhatap oluyor, imkanları nispetinde sorumluluklar alıyorlardı. Yüzyılların birikimi olan genel anlayışın doğal sonucu olarak, kökü 1800'lü yıllara dayanan engellilikle ilgili temel yaklaşımlardan biri olan 'tıbbi yaklaşım' gelişim gösterdi. Bu anlayışa göre, engellilik sadece bireyin kendisiyle ilgili olan fiziksel ve zihinsel bozukluklardı. Bunlar kişinin düzeltilmesi gereken yetersizlikleriydi ve kişi bu problemini, trajedisini çözerek şartlara uyum sağlayabilmeliydi. Kabul edilebilir olmayan bu sorunu çözecek olanlarsa doktorlardı. Bu yaklaşıma göre engelliler tedavi edilmesi gereken hasta insanlardı. Yazı dizimizin ilk bölümünde anlatmaya çalıştığımız 'normal' olma özelliğini yitirmiş 'anormal' insanın kendini düzeltmesi, ideal kabul edilen standartlara uyum sağlaması gerekiyordu. Oysa sakatlıklar çoğunlukla düzeltilemeyecek durumlar olabilir ve düzeltmek için harcanacak enerjiyi, bu gerçekle hayata dahil olacak çözümleri bulmaya sarf etmek daha doğru bir tercih olacaktır. Tedavisi mümkün olamayan kişilerin rehabilite edilerek bir nebze de olsa kendilerini geliştirmeleri sağlanabilirdi. Engelliliği tanımlayanlar doktorlar olduğuna göre, sonrasındaki süreçlere karar verecek olanlar da onlardı. Bu anlayışın bir yansıması olarak, ülkemizde 1921'de İzmir'de açılan sağırlar ve körler okulu, 1924'den 1950'ye kadar Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağlı olarak faaliyet gösterdi. 1950 yılında Millî Eğitim Bakanlığına bağlandı.

 

1970'lere kadar hâkim anlayış olarak süren tıbbi modelin, 70'li ve 80'li yıllarda sorgulanmasıyla birlikte sosyal model ortaya çıktı. Sosyal modelde tıbbi model tamamen dışlanmamış, belli sınırlar içerisinde kalması gerektiği fikri benimsenmiştir. Bu modele göre, engellilik bireyin kendisinden kaynaklı değil, sosyal çevre tarafından oluşturulan koşulların karmaşık bir sonucudur. Yani bireydeki yeti kaybını engelliliğe dönüştüren, aslında kişinin içinde bulunduğu sosyal koşullardır. Bu koşullar, kişiye empoze edilen dış faktörler, bariyerlerdir. Dolayısıyla bu koşullar ve toplumsal yargılar değiştirildiğinde, engelli bireyler topluma entegre olabilir. Bu anlayışa göre, engellilerin ekonomik ve eğitim başta olmak üzere içinde bulundukları kötü koşulların düzeltilmesi, salt engelliler için üretilecek çözümlerle değil, toplumun tamamının refahını yükseltmeyi amaçlayan tedbirlerle mümkündü. Bu tedbirlerin neler olacağına, engelli bireylerin hangi eğitimleri alıp almayacağına, hangi işlerde çalışıp çalışamayacağına doktorlar ya da ilgili uzmanlar değil, kişilerin kendileri karar vermeliydi. Uzmanlar sadece kişideki sakatlık durumunu tespit eder ve tedavi gerekliyse bu süreci yürütebilirdi.

 

Sosyal modelle ilgili de bir kısım eleştirilerin yapılmasının ardından hak temelli yaklaşım ortaya çıktı. Bu yaklaşım da önceki modelleri tümden reddetmiyor, gerekli durumlarda uygulanabilmesini benimsiyordu. Hak temelli modele göre doğuştan her türlü haklara sahip olan insanların bazıları birtakım farklılıkları nedeniyle bu haklara ulaşmakta zorluklar yaşayabilir. Bu nedenle bu zorlukların ortadan kaldırılması, bu insanları toplumdaki diğer bireylerle gerçek manada eşit kılacaktır. Yazı dizimizin bir önceki bölümünde söz ettiğimiz mimar Ronald Lawrence Mace tarafından ortaya konan 'evrensel tasarım' kavramı bu çerçeveye oturmaktadır. Hak temelli model bireye odaklanıp onun problemlerini çözmek yerine, sisteme odaklanır ve geliştirilen politikalar ve araçlarla her insanın kendi ihtiyacına göre çözümleri bulabileceği mekanizmaları inşa etmeyi amaçlar. Herkesin temel haklarına sorunsuz biçimde ulaşabileceği bu mekanizmalar, kişilerin inisiyatifleri ve 'yüce gönüllülük' lerine değil, kamu otoritesine dayanmalıdır. Çünkü o inisiyatifi alan kişiler değişebilir ya da o kişilerin fikirleri farklılaşabilir; ancak kamu otoritesine yaslanan uygulamalar ve mekanizmalar güvence altındadır. Bu güvenceler uluslararası sözleşmeler eliyle sağlanır. Çokça kullanılan, 'sevgi her engeli aşar', 'her insan bir engelli adayıdır' gibi farkındalık uyandırmayı amaçlayan sloganlar yerine, hukukla güvence altına alınan temel insani hakların engelli olsun ya da olmasın herkes tarafından kullanılabilir olması esastır. Yakın gelecekte hak temelli modelin de bazı yönleriyle ilgili sorgulamaların yapılması kaçınılmaz olacaktır ve belki de daha yeni bakış açıları gelişecektir.

 

Dünyada temel haklarla ilgili bilincin artmasıyla birlikte, engellilerin haklarına dair uluslararası çalışmalar yapılmaya başlandı ve bu hakların hukuki güvence altına alınmasına dair adımlar atıldı. Bu kapsamda Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen 'Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme' ve ülkemizde yürürlüğe giren 5378 sayılı 'Engelliler Hakkında Kanun', söz konusu hukuki güvenceyi sağlayan temel metinlerdir. Yazı dizimizin sonraki bölümünde, bu metinlerin ortaya çıkışına, içeriğine ve ülkemizde uygulanışına değinmeye çalışacağız.

 

Erişiminizin kısıtlanmadığı günler dileğiyle.