Büyük bir diplomasi krizinin tam ortasındayız. Son günlerde yaşanmakta ve bütün kamuoyunu meşgul etmekte olan Büyükelçiler Krizi (veya Olayı) ‘nin son hamlesinin ne olacağı henüz belli değil. Kriz çok farklı ve umulmayan yönlere doğru da gelişebilir. Bugünün siyasi şartlarında Türk halkı olarak her türlü senaryoya açık, hatta hazır bir hale geldik. Bütün üst düzey açıklamalara rağmen Hükümetin nihai kararını vermemiş olması ise bir ölçüde de olsa iyimserlik vermiyor değil. (Bugün dış politika gündemiyle toplanacak kabinede alınabilecek kararı kamuoyumuz merakla bekliyor!) Umarız toplu bir “İstenmeyen Adam” (Persona non Grata /PnG) ilanıyla karşılaşılmaz. Bugünkü yönetim anlayışında dış politika’da sağduyulu kritik kararlar değil, iç siyaset gündemini değiştirme, gerginliklerden beslenme ve tepkilere göre tutum belirleyerek karar alma eğilimi hakim bulunuyor. Türk iç siyasetinde bu tür örneklerle maalesef sürekli olarak yüz yüze gelmekteyiz.
Herhalukarda ve ne şekilde bir gelişme seyri izlese izlesin, son gelişmelerin diplomasi tarihimize şimdiden 10 Büyükelçi Krizi (veya Olayı) gibi bir başlıkla geçtiğinden şüphe duyulmaması gerekir. Üstelik yeni gelişmelerle kriz her an daha da renkleniyor, ilgi ve dikkat çekici hale geliyor. Diplomasi alanına ilgi duyanların yakinen bildiği gibi, geçmişte de birtakım ülkeler arasında bu tür gerilimler zaman zaman yaşanmıştır. Kanada’nın ülkesindeki bütün İran’lı diplomatları PnG ilanı (2012), ABD’nin başkanlık seçimlerine müdahil oldukları gerekçesiyle 35 Rus diplomatı (2016), Rus tarafının da 60 ABD’li diplomatı (2018) sınır dışı etmesi, son olarak 2021 içinde Rusya ve Çek Cumhuriyeti’nin karşılıklı olarak 20’şer diplomatlarını istenmeyen adam ilanları tarihe geçmiş bazı önemli örneklerdir. Bu tür PnG durumlarını zaman zaman Türk diplomasisinin tecrübe ettiği de olmuştur. Bunlar içinde tarihe geçmiş en ilginçlerinden biri Vaşington’daki Osmanlı Büyükelçisi Ahmet Rüstem Bey’in, 1914 yılında, ABD’nin içlerine karıştığı gerekçesiyle istenmeyen adam ilan edilmesi, Rüstem Bey’in ise Amerikan tarafının bütün uzlaşı taleplerini reddederek onurlu bir şekilde ve kendi kararıyla ABD’den ayrılmasıdır.
Çeşitli ülkelerin geçmişten bugüne bu tür diplomasi tecrübelerini yaşamış olmalarına rağmen, mevcut uluslararası şartlar itibariyle bugünkü gelişmelerin Türkiye bakımından ciddi bir maliyetinin olacağı muhakkaktır. Bugünkü 10 Büyükelçi Krizi’nden hareketle bazı tarihi bilgileri tekrar hatırlamak ve konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunmak mümkündür.
1.Tarihi anlamda bakıldığında birçok önemli devlet yönetimi /siyasetname kitaplarında ‘Elçiler” başlıklı özel bölümlerin bulunduğu bilinir. Maverdi ve Nizamülmülk’den son dönem Osmanlı devlet adamlarına kadar birçok eserde bu konular işlenmiştir. Nizamülmülk büyük eseri Siyasetname’de “Elçilere yapılan her davranış padişaha yapılmış gibidir. Yöneticiler aralarında gerginlikler olsa da elçiler incitilmemişlerdir. Öte yandan,Elçilerin davranışı, aklı ve fikri de işlerinde delil olur. Yaptıklarında iyi davranış ve fikir sahibi olmalıdır” sözleriyle aslında tam da bugünün krizini anlatmaktadır.
Elçilerle ilişkilerde yaşanan sıkıntıların bazen yıkıcı sonuçlar doğurabildiğini de tarih sayfalarından ibretle hatırlıyoruz. Elçilerle ilgili krizlerin ciddi gerginliklere, hatta savaşlara bile yol açabildiği de biliniyor. Cengiz Han’ın bir elçisinin katlinin bir büyük devletin (Harzemşahlar) tarihten silinmesinin yolunu nasıl açtığı / Otrar Faciası/ bugün bile tarih kitaplarında önemli bir yer tutar.
2. Yakın tarihe gelindiğinde, diplomasi alanındaki ilişkileri düzenleme ve yazım çalışmalarında 1815 Viyana Kongresi’yle başlayan süreç son aşamasına 1961 Diplomatik İlişkilere Dair Viyana Sözleşmesi’nin kabulüyle gelmiş, adıgeçen Sözleşme bugün uluslararası sistemin (sadece iki ülke hariç) bütün devletlerini bünyesinde toplayabilmiştir. Filistin ve Vatikan gibi özel statülü taraflar da Sözleşme’ye taraftır. Viyana Diplomasi Sözleşmesi gönderen ülkenin diplomasi temsilcilerine ve kabul eden devlete karşılıklı olarak önemli sorumluluklar yüklemektedir.
Bu Sözleşme çerçevesinde bakıldığında, gerek anlaşılmaz/kabul edilmez yöntemleriyle Büyükelçilerin, gerek bunu hemen populizme alet etmeye yönelen Hükümetin gelişmeleri kriz aşamasına getiren adımları karşılıklı olarak atmış olduklarını, böylece adıgeçen Sözleşme’nin ruhuyla uyumlu davranılmadığını söyleyebiliriz. Dış politika sorunlarını, meselenin içeriğini tam olarak bilmeyebilecek kitlelerin önünde malzemeye yapmaya çalışmak ise bir yönetim yeteneği değil, olsa olsa beceriksizliği olarak nitelendirilebilir.
3.Krizin geliştiği siyasi ortam ise başlı başına bir analiz konusudur. Uluslararası düzeyde yalnızlık içinde kalmış bir Türkiye. Savrulmalar, eşgüdümsüzlük, günü birlik tepkilerle sürdürülmeye çalışılan dış politika. Bir o tarafa, bir bu tarafa yönelerek ve sürekli birbirinden tutarsız mesajlar vererek günü kurtarma arayışları. Birçok bölgesel/ küresel aktörle gerginlikler, artık uzak bir hayal olan AB üyeliği, AK, NATO gibi yapılarda bile sorunlu konuma gelmiş bir ülke. Bu şartlar altında önümüzdeki hafta ABD Başkanı Biden dahil (muhtemelen) diğer bazı liderlerle ikili görüşmelerin yapılacağı G20 Zirvesi’nin hemen öncesinde ABD Mahkemesinin Halk Bankası kararı, Mali Eylem Görev Gücü/FATF’nin Türkiye’yi gri listeye alması, ABD’den F16 satınalımı/ modernizasyon sorunları, Merkez Bankası’nın son faiz kararı vb. vb. Doğu Akdeniz’den Kafkasya, Orta Asya, Suriye ve Libya’ya kadar hemen her coğrafya’da karşı karşıya bulunulan sınamalar, tehditler.Türkiye’nin dış politikasında hangi süreçlerin doğru geliştiği, hangi ülkelerle ilişkilerin sağlıklı bir mecrada geliştiği vb. türünden sorulara olumlu cevaplar verilebilmesi gerçekten büyük zorluklar içeriyor. Ve işte tam da böylesine bir siyasi ortamda büyükelçiler krizi ortaya çıkıyor.
4. 10 Büyükelçinin Kavala dosyasıyla ilgili olarak yaptıkları “…Türkiye’ye uluslararası yükümlülükleri ve ulusal kanunlarıyla uyumlu olarak adil ve hızlı bir şekilde sonuçlandırma ve AİHM kararı doğrultusunda Kavala’nın derhal serbest bırakılması…” çağrısıyla (Öte yandan bu yazımızın konusu münhasıran O. Kavala dosyası olmayıp sadece gelişmelerle ilgisi bakımından atıfta bulunulmaktadır) başlayan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından PnG ilan edilecekleri tehdidiyle ileri bir aşamaya varan ve içinden kolayca çıkılamayacak hale dönüşen krizin bazı dikkat çekici unsurlarının altının aşağıdaki başlıklarla çizilmesi mümkün olabilecektir.
a. Tarafların konumları itibariyle kendilerine düşen sorumlulukları yerine getirmemeleri ve Viyana Sözleşmesi’nin ruhuyla uyumlu davranmamaları krizi bu aşamaya taşımıştır. Gerek gönderen gerek kabul eden devletlerin yükümlülükleri bu Sözleşme ile esasen belirlenmiştir. Evsahibi ülke tarafından Elçilerin görevlerini gereğince yerine getirebilmeleri için elverişli ortamın sağlanması, çalışabilmeleri için muafiyetler dahil çeşitli kolaylıkları sunması. Buna mukabil Elçilerin de kabul eden tarafın içişlerine karışmaktan imtina etmeleri ve sadece dostluk temelinde ilişkileri ve işbirliğini geliştirmeye çalışmaları gerekir. (Md.3, 41)
b.Kavala dosyasıyla ilgili eleştirilerin çeşitli başkentlerde dile getirildiğini, Avrupa Konseyi’nde ise Türkiye’yi zora sokabilecek bir sürecin yaşandığını, bunun önemli riskler içerdiğini, geçtiğimiz hafta da Kavala konusuna Avrupa Komisyonu’nun 2021 Türkiye Ülke Raporu’nda yer verildiğini biliyoruz. Bununla birlikte, sözkonusu Büyükelçiler bulundukları ülkenin siyasi şartlarını, izledikleri yöntemin sonuçlarını (şayet bilemediğimiz başka motivasyonları yoksa) öngörememişlerdir. İzledikleri yöntem, ev sahibi tarafından içişlerine müdahale olarak tanımlanabilecek bir yaklaşımdır. (VS Madde; 9) Özellikle de bu tutumlarını kollektif olarak sosyal medya üzerinden ortaya koymaları diplomasi ile izah edilemez. Ülkelerinin konuyla ilgili tutumlarının tercihen kendi başkentlerinde veya illa Türkiye’de olmasını istemekteyseler başta dışişleri bakanlığı olmakla ilgili muhatapları nezdinde masa başında dile getirmeleri diplomasi gelenekleri ile çok daha uyumlu olurdu.
Buna mukabil kritik ve sağduyulu yöntemlerle aşılması gereken kriz sürecinin populizme alet edilmesi ise ayrı bir vahamettir. Bir ülkenin cumhurbaşkanı düzeyinde müdahil olduğu ve tepki verdiği bir sorunlu bir krizden kolaylıkla çıkabilmesi zordur ve çeşitli güç olacaktır. Özetle, mesele yanlış düzlemde de ele alınmıştır.
c.Dışişleri Bakanlığı görevini yapmış, büyükelçileri Bakanlığa davetle tepkisini aktarmıştır. Krizle ilgili görüşlerinin en üst makamlara aktarıldığına da inanıyor, inanmak istiyoruz. Ancak Bakanlığın üzerindeki siyasi baskının işlerin usulünce yürütülmesini engellediği de güçlü bir ihtimal olarak durmaktadır.
d. Bazı AİHM kararlarına 10 Büyükelçinin geldiği ülkelerden bazılarının ve birtakım AB ülkelerinin de uymadığı doğrudur. Bu anlamda, AİHM kararları hilafına insan hakları ihlallerinin en ağırlarının, yine bir AB ve NATO ülkesi olan Yunanistan’da Türklere, Makedonlara vb. karşı uygulanmakta olduğu da bilinmektedir. Bununla birlikte, iktidara yakın bazı çevrelerce zaman zaman işaret edilen bu durumun uluslararası şartlar da dikkate alındığında, Türkiye’nin elini güçlendirebilecek veya Kavala dosyası bakımından AİHM nezdinde bir haklılık zemini kazandırabilecek argümanlar olmadığı herhalde anlaşılabilecektir.
Gelişmeler, bu aşamada bile artık ciddi olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bu olumsuzlukların ileride bahsekonu ülkelerle ilişkilere yansıyacağı da muhakkaktır. Kriz kontrol altına alınamadığı ve gerilim arttığı takdirde ise çok daha vahim sonuçları görülebilecektir. Bazılarına kısaca işaret edelim.
a.Krizin parçası ülkelerin çoğu NATO üyesidir. Türkiye ve karşısında 7 NATO ülkesi. Türkiye’nin diğer 3 NATO dışı ülkeyle ilişkilerinin önemi de göz ardı edilmemelidir. Kriz derinleştiği takdirde, Türkiye’nin NATO içindeki sıkıntılı konumu daha da ciddi bir mahiyet kazanabilecektir. Geçtiğimiz haziran ayında NATO Zirvesi’nde kabul edilen Zirve Bildirisi ile NATO 2030;Yeni Bir Çağ için Birliktelik Belgesi’nin ittifak üyeleri arasında işbirliği ve dayanışmanın güçlendirilmesi çağrısı yaptığı ve bilhassa Rusya ve Çin’le ilişkiler bağlamında (muhtemelen Türkiye’ye de işaretle) üyelerini uyardığı dikkate alındığında bugünkü gidişatın hayra alamet olmayacağı bellidir. Kaldı ki Türkiye’nin başta ABD, Fransa, Yunanistan başta olmakla bazı NATO üyeleriyle ikili ilişkilerinin de derin sorunlarla yüzyüze olduğu zaten malumdur. Son seçimlerde Yeşillerin iktidar ortağı olarak çıktığı da hatırlandığında bu listeye önümüzdeki dönemde Almanya’nın bile eklenmesi sözkonusu olabilecektir.
b. Türkiye’nin büyükelçilere karşı atabileceği her adım mütekabil adımları beraberinde getirecektir. Karşı tarafın Türk Büyükelçilerini PnG ilanları gibi. Şimdiden bazı ülkelerden ve Avrupa Parlamentosu gibi kuruluşlardan tepkiler gelmeye başlamıştır. ABD basını şimdiden Türkiye ABD büyükelçisini sınır dışı etmiş gibi davranmaktadır. İlişkilerin gerginleşmesini bu ülkelerdeki çeşitli lobilerin büyük bir zevk ve heyecanla izlediği ve istismara hazırlandıkları da görülmektedir. (Bu arada Biden’in 24 nisan 2021 kararı bir kez daha hatırlanmalıdır) Tepkiler Büyükelçilerin PnG ilanı gibi bir durmda çok daha ileri düzeylere taşınacaktır. Aralarında stratejik müttefiklerinin (!) de bulunduğu 10 ülke başkentinde Türkiye’nin diplomatik temsilsiz kalmasının faturası, karşı tarafların zararına nisbeten, daha ağır olabilecektir.
c.Türkiye’nin sözkonusu ülkelerle ile ilişkileri, siyasi boyutun dışında askeri, ekonomi başta olmakla birçok başka alan bakımından da önem taşımaktadır. Bu ülkelerle toplam ticaret hacmi 90 milyar doları aşmaktadır. Türkiye bu ülkelerin dış ticaretlerinde de önplanda olan devletlerden biridir. Cb. Erdoğan’ın 76. BMGK vesilesiyle son ABD ziyaretinde İş Konseyi toplantısında ortaya koyduğu 100 milyar dolarlık iddialı ticaret hacmi ve daha güçlü işbirliği hedeflerinin bu süreçten olumsuz etkilenmemesi mümkün olmayacaktır. Yine bu ülkelerle askeri ilişkilerin olumsuz etkilenme potansiyeli de bu konuda nihai bir karar alınırken herhalde göz önünde bulundurulacaktır. En başta D.Akdeniz gelişmeleri itibariyle Türkiye’nin bilhassa NATO ülkeleriyle işbirliğinin önemi hatırlandığında bu tür krizlerin sonuçları hassasiyetle değerlendirilmelidir.
d.ABD Başkanı Biden küresel insan hakları/demokrasi konusunu ABD yönetimi bakımından öncelikli dosyaları arasında görmektedir. 2021 ve 2022’de bu konularda Zirve toplantıları da yapacaktır. Avrupa Birliği de benzer şekilde bu alanlardaki faaliyetlerini yoğunlaştırmaktadır. Nitekim geçmiş Avrupa Konseyi Liderler Zirvesi’nde küresel ölçekte izleyeceği İnsan Hakları Yönetmeliğini kabul etmiştir. ABD ve AB önümüzdeki dönemde bu alanlardaki işbirliklerini geliştirme kararlılığındadırlar. 10 Büyükelçi Krizi, bu ikilinin Türkiye üzerindeki baskılarını insan hakları alanında da artırmasının önünü açmaktadır.
5. Bu aşamada ne yapılması gerekir sorusuna cevap arayışları ayrı bir önem kazanmaktadır. Gelinen aşamada iktidarın en azından bazı sağduyulu kesimlerinin durumun vahameti bildiklerini düşünmekteyiz. Bunların değerlendirmelerine ne ölçüde kulak verildiği ayrı bir konu olmakla birlikte nihai kararlar alınırken bunların dikkate alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Herhalukarda meselenin geldiği aşama itibariyle Türkiye ile 10 ülke arasındaki ilişkiler zarar görmüştür. Telafisi maalesef zaman alacaktır. İlk aşamada populizmin dış politikaya araç kılınmasına hemen son verilmeli, krizin daha ileri gerginlik düzeylerine yönelmesinin önüne geçilmelidir. Zamana yayılarak bir anlamda üzerinin örtülmesi cihetine gidilmesi de düşünülebilir. İlişkilerin gördüğü zararın etkileri etkileri önümüzdeki dönemde de hissedilecektir. Bu aşamada hedef faturanın maliyetini olabildiğince azaltmak olmalıdır.
Türkiye ve milletimiz uluslararası düzeyde bu tür durumlarla yüz yüze kalmayı hakketmemektedir. Bütün alanlarda olduğu gibi artık dış politika’da da topyekun bir yenilenmeye büyük ve acil ihtiyaç bulunduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Türkiye güçlü bir bölgesel, hatta küresel bir aktör olması için her türlü potansiyele sahiptir. Vizyoner, liyakatlı, stratejik düşünce ufkuna sahip kadroların elinde bu hedeflerine de ulaşacaktır.