Hüseyin Acarlar


Yiyin Efendiler Yiyin, Bu Han-ı İştiha Sizin

Yiyin Efendiler Yiyin, Bu Han-ı İştiha Sizin


Dini bütün geçinen bir dostu Neyzen Tevfik’e sorar:

“Beni tanırsın. Cennetin anahtarı sende olsa beni oraya almaz mıydın?” Neyzen, karşısındakini baştan aşağı şöyle bir süzdükten sonra gülümser: “Bende cennetin değil de cehennemin anahtarı olsaydı senin için daha hayırlı olurdu. Belki seni oradan çıkarırdım…”

Neyzen’in bu ifadelerinin geçtiği dönem olan 1908 II. Meşrutiyet sonrası yıllarda İttihatçılar, Nişantaşı’ndaki alafranga apartmanlara taşınmakla meşgullerdi. Devlet imkânları servet birikiminin yegâne yoluydu. Aynı yıllarda (1912) Tevfik Fikret,  ‘Han-ı Yağma’yı yazıyordu:

“Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını

Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini

Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.

Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”

 

Öncesinde, Defterdar Sarı Mehmet Paşa 18. yüzyıl Osmanlı toplumuna yönelik gözlemlerinde, İstanbul’un dışına çıkmamışlar için, şefaat ve rica ile sırf ulufe alma uğruna asker zümresine dâhil edildiklerini söyler.

Söz konusu dönemlerde kalemiyye de yükselme,  ya da bir Paşa’nın patronajı, liyakatten daha fazla rol oynamaya başlar. 1856 Tanzimat’ın ilanında bu durumun düzeltilmesi üzerine söylemler gelişirken, durumun pratikte farklı olduğunu Cevdet Paşa’nın “Tezakir”inden öğreniyoruz. Tezakir eserinde Ahmet Cevdet Paşa:

 “Bu devrin ricali güzel ömür geçirdiler, hoş geçindiler ve pek çok irad ve akar edindiler. Haklarını inkâr etmeyelim. Dulab-ı Devleti güzelce idare ettiler. Muvazene-i maliyeyi dahi gözettiler. Fakat haricen şan ve i’tibar kazanmayıp, umur-u politikanın hüsn-ı tesviyesinde racil kaldılar ve dâhilen dahi beyne’n nas irtikab-u irtişa ile müttehim oldular…” diyerek arzu edilenin pek de gerçekleştirilemediğine işaret eder.

Neticede Fransızlardan bize miras bir deyim  “aussiricheque le pacha-( Paşa gibi zengin)” ifadesi ile halen kullandığımız “sanki paşa çocuğu” ifadesi, o günlerden kalma.

Bürokrasiden elde edilen bu tür kazançlar Osmanlı’da Müslüman ahalinin memuriyeti tercihinde rol oynamış mıdır? Bilinmez. Fakat sonraki yıllarda zenginliğin kaynaklarının başka alanlara kaymasından mütevellit, A. Mithat Efendi yazılarıyla, ahalinin memuriyete meftunluğunu değiştirmeye çalışır. Rum bakkalın akılcı yatırımlarla bir kuşak içinde nasıl zenginleştiğinden bahisle, Müslüman ahalinin memurluğu hedefleyip nasıl da fakir kaldığını, Müslümanları ticarete, rasyonaliteye teşvik eder. Fakat Ahmet Mithat Efendi’nin bu arzusu da gerçekleşmez.

Siyaset ve Devlet sonraki yıllarda da zengin(liğ)in mayasında önemli rol oynamaya devam etti. Öyle ki Fransız devriminin” Liberte (Özgürlük), “egalite ( Eşitlik), “fraternite ( Kardeşlik)'  teslis sloganlarından mülhem “hürriyet (özgürlük)”, “müsavat (eşitlik)”, “adalet” çığırtkanlığıyla iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Parti geleneğinde baskın unsur sermaye olur. Bugünkü siyasetin arka bahçesi bu ittihatçı günlerin sermaye -siyaset mudarabasının (commenda) tevarüs etmiş hali.

Bozuk siyasal figürlerin çokluğunu II. Abdülhamid’in kızı, babasının hatıratını ihtiva eden kitabında söz konusu eder. Babasının:

 “Bu milletin uğradığı en büyük sıkıntı kâht-ı rical (adam kıtlığı) meselesidir.”  dediğini nakleder. İsabetli bir sermaye siyaset mudarabası olarak görünmese de bir sorunun varlığına işaret etmesi bakımından kıymetli bir tespit. Birçok devirde karşımıza çıkan Avrupa’nın “erudit” veya “savant” dediği “kâht-ı rical” gerçeği, gerçekten adam kıtlığından mı, yoksa başka sebeplerden mi neşet etmiştir?

Kâht-ı rical’in başat sorun görüldüğü her dönemde aslında adam kıtlığı filan yoktur. Yanlış olan, dönemin siyasal duruşlarında mevzi kazanarak erk sahibi olmuşların merkeze çok yakın mahfillerde konuşlanmasıdır. MaxWeber,  “politikayla yaşayanların/geçinenlerin sayısının artması, siyasete ilginin en büyük sebeplerinden biridir “derken oldukça haklı görünüyor. Weber perspektifi,  Türk siyasalı için oldukça öğretici ipuçlarını veriyor…

Kemal Tahir’in Yedi Çınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959) ve Büyük Mal (1970) adlarıyla bilinen üç romanı, Tanzimat yıllarından 1937 yılına kadar süren geniş bir dönemi kapsar. Bu romanlar, ele aldıkları çevrelerin sosyal yaşayışının tarihi olarak da kabul edilebilir. İşledikleri dönemin siyasi, sosyal ve toplumsal meseleleri bakımından birbirinin devamı olan bu eserler, yakın tarihimizde siyaset-servet bürokrasi üçgeninin halkın gözünde yansımasıdır. Bu yönüyle eserler tarihsel bir kimlik ve sosyolojik bir belge niteliğini taşır. Bu romanlar, Osmanlı döneminden yakın zamana kadar toplumu çeşitli kesimleriyle yansıtan bir ayna gibidir. Yine mesela Mithat Cemal’in ‘Üç İstanbul’ romanı da bunlardan biridir.

Mithat Cemal’in ‘Üç İstanbul’ romanının da roman kahramanı Adnan’ın çalışma ofisi İttihatçıların politik kulis mekânıdır. İktidar İstanbul payitahtından Ankara meclisine dönünce, Adnan evinde Ankara’dan bir türlü gelmeyen çağrıyı bekleyip durur; içi içini yer. Artık politik esnaf için yeni umut, yeni ikbal kaynağı Ankara’dır. Gelin görün ki Ankara’dan ittihatçılara bu çağrı bir türlü gelmez. Lobiler, bekleşmeler... Paşa Hazretlerine yakın isimlerle kafa kol ilişkileri gırla gider…

Devir değişir, siyasetin servet birikimiyle ilişkisi değişmez.

Yakup Kadri’nin “Ankara” ve “Panorama” eserlerindeki dünyasında, Ankara bir Paris bir Londra gibi olacaktır. Yeni rejim Hoca Tahsin’in yıllar önce yazdığı:

“Paris’e git hey efendi akl-ü fikrin var ise

 Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e”

Dizeleri ile Fransız’a öykünmektedir.

Hayallerde Ankara Paris olması gereken şehirdir. Bu hal, hayalî olmadan öteye geçmez. Yakup Kadri’nin Ankara ve Panorama eserlerinde anlattıklarına göre bunun sebebi, 1930’lu yılların başında Ankara’yı kasıp kavuran ve siyasetten beslenen arsa spekülatörleridir. Ankara bu yüzden bir “Avrupa şehri” gibi olmaz. Köşe dönmecilere, arsa vurguncularına, rüşvet alan bürokratlara kurban edilir. “Yaban” romanında Yakup Kadri hor gördüğü Anadolu’nun tepelerini birer ura benzetir. Ama asıl urların coğrafyada değil, insanda olduğunu çok geçmeden tecrübe eder.

Niyazi Berkes’in ‘Unutulan Yıllar’ındaysa Ankara idealisttir. Değişim dönüşüm politikaları esastır. Bu yüzden Ankara; bir millet yaratmak(!), ideallere uymayanları da yok etmek ister. Yönetmek mümkün olmadığındaysa baskı altına alır. Misal; Müştemilatı tas tamam olan, gıcır gıcır Ankara Halkevi açılmıştır. Bir gün yanlışlıkla halktan, kılıksız biri halkevine girer. Bunu gören halkevi müdürü ortalığı velveleye verir. Halkevi çalışanlarına öncelikle adamı derhal dışarı atmalarını söyler. Bir daha avamı, kılığı kıyafeti düzgün olmayanları halkevine almamalarını tembihler.

Yeni rejimde kılık kıyafet son derece önemlidir. Kimlik göstergesidir. Kimlik Ankara’nın en temel kriteridir. Toplumun büyük kesimi kimliğinden ötürü dışlanırken, uygun olanların önde gidenleri kültürel, sosyal ve ekonomik sermayeyi paylaşmaya davet edilir.

Dün olduğu gibi bugün de siyaset yapmak Türkiye’de yaşayanlar için varoluşsal bir haldir. Kimliğine sahip çıkma ve özgürleşme arzusu gibi idealar yanında, kültürel, ekonomik ve siyasal sermaye edinme çabasının yolunun siyasetten geçtiğine inanan siyaset esnafının sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.