Erol Maraşlı


“TÜRKEŞLİ YILLARIMIZ”

“TÜRKEŞLİ YILLARIMIZ”


Tam tamına O’nunla beraber yürüdüğümüz 31 yıl; dile kolay 78 yıllık bir ömrün yarısı!
Yıl 1966, Kasım ayının ortası, askerlik dönüşü bir arkadaşımın ısrarı ile Ankara’da bulunan arkadaşımın evlerine misafir olmuştum. Akşam, arkadaşımın babası ile sohbet ederken fikir frekansımın eşleştiğini gördüm: ben de O’nun gibi milliyetçilikten öte Türkçüydüm. Arkadaşım ve babası ile geç vakitlere kadar sohbet ettik…27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanlardan Alpaslan Türkeş’in partisinde yöneticiymiş. Asker arkadaşımın, beni babasına anlattığı muhakkaktı ki; bana karşı sempatisini hissediyordum. Ertesi günü tren ile Manisa’ya dönecektim; ısrarla beni, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin/ CKMP’nin lideri olan Alparslan Türkeş’e götürmeyi çok arzuladığını, konuşmalarından anladım. Asker arkadaşım, babası ve ben partiden alınan randevu üzerine kalkıp gittik.
O gün; Kızılay’da bir apartman dairesinde tanıştık. İhtilalci arkadaşlarından Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ ve Numan Esin de yanlarındaydı.
27 Mayıs ihtilalinde mağdur olmuş bir ailenin çocuğu olarak bu ihtilali yapanlara karşı ilk başta bir sempatimin olduğunu söylemem zordur: bilakis yaşadığımız zorluklar ve baskılar bir noktada beni onlara “düşman” da yapmıştı.
Daha sonra ne oldu derseniz; talihin cilvesine bakın ki; bunlarla tanışıp bir arada bulunmak ve aynı siyasi hareketin içinde görev yapacağım söylenseydi; bekli de gülüp geçer ve koca bir “olmaz!.......” çekerdim.  
Alparslan Türkeş adını 1944 Turancılık davası ve 27 Mayıs ihtilali sırasında duymuştum.
İlk görüşmemizde anlattığı şeyler, özellikle “ülkeyi çağlar üstünden atlatıp, muassır/ asrın/ seviyesine ulaştırma ülküsü” bende büyük etki yapmıştı ama 27 Mayıs ihtilali sırasında ailece yaşadıklarımızdan dolayı da ihtilalcilere pek sıcak bakamıyordum. Bunu da o gün kendisine ve daha sonra onun kanalıyla tanıdığım ihtilalcilere de söyledim. Ama onlardaki çekim gücü ve idealizmleri beni onlarla bir arada bulunmaya itti.
Rahmetli Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer, Rifat Baykal, Ahmet Er ağabeyler ve en önemlisi bunların lideri konumundaki Alparslan Türkeş ile beraber siyasetin içinde çalışma şansı buldum.
Bunlar kimdi derseniz; Türkeş ve Ahmet Er hariç diğerleri ihtilalin genç ateşli radikâlleriydiler… Bazıları bunları “İttihat ve Terakki”nin genç subayları ile kıyaslamıştı… hatta Jön Türk hareketi ile benzeştirenler de oldu. Ama ben bunlarda o dokumaları göremedim: bunlar olsa olsa vatan ve milletin sorunlarına karşı kendilerini yetiştirmiş, hizmet aşkıyla yanan genç subaylardı…  Meslekleri askerlik olan bu genç subaylar birden bire kendilerini ihtilalin kudretli atmosferinde bulduklarında bile kendileri için bir şeyler beklemiyorlardı; için için yanışları, ülkeleri ve Türk millet içindi. Bunun için, 27 Mayıs ihtilaline katılmışlar /kendileri öyle söylüyorlar/dı. Jön Türkler gibi kendi devletine karşı yabancı devletlerle işbirliğine girmediler; bilakis onlarla işbirliğine “hayır!” demişlerdi.
Bunların da İttihat ve Terakki’nin genç subayları gibi para ve pul ile ilgileri olmadı /ihtilalin kaptan köşkünde iken/, toplumdaki yozlaşmaya neden olan getirilere karşı da hevesleri yoktu. Belki bu noktada benzeşebilirler…
Yaptığımız sohbetlerde siyasal iktidarın yaptıkları yanlışlıklara ve geri kalmışlığımıza, ekonomik ve siyasal bağımlılığa karşı olan tepkilerinin onları ihtilal kadrosunun içinde yer almaya ittiğini gördüm.
27 Mayıs ihtilalinde gözaltına alınıp zannedersem kırk üç gün nezarette kalan babamın ve akrabalarımızdan bizi ayıran ihtilali, Rahmetli Menderes’in asılmasının müsebbibi olarak ihtilalcilerin partisinde olmamı içine sindiremeyen anamın muhalefetine rağmen ihtilalcilerin partisinin bir neferi gibiydim.
Bizim gibi 1960’ların nesli ömürlerini CKMP ve MHP saflarında geçirdiler: Bize ilk önce Türkeş ci diyorlardı, sonra Komando lakabını taktılar daha sonrada “idealizmden” dolayı “Ülkücü” dediler; çok hoşumuza gitti ve kabullendik.
Bizler/1060 kuşağı ve bizden sonra gelenler 1970 kuşağı/ Ülkücülerini ben “Fetih neslinden” de üstün görüyordum. Fetih nesli de tarihimizin altın bir nesliydi ama onların mücadele ettiği Hristiyan olsa da Allah’a inanan insanlardı. Bizim mücadele ettiklerimiz ise Son bağımsız Türk devletinin rejimini değiştirip, insanı makine adam kabul eden,  dine afyon diyen, insanlarını köle gibi çalıştırıp, Gulag Takımadaların da ve Sibirya’da ölüme gönderen bir rejimi getireceklerine inandığımız, biz Türk ve Müslüman değiliz diyenlerdi. Hristiyanlar fetih neslini öldürüyorlar ve esir alıyorlardı. Bizimle mücadele edenler ise esir alığını fakültede hava pompasıyla ciğerini patlatıp,  pencereden aşağı atıyordu… Bizlere,  komprador/varsıl, Amerikan uşağı diyorlardı ama öldürdükleri Ülkücünün cebinden 35 kuruş çıkıyordu. Onların fikir ve eylem yönünden beslendiği, güvendiği Rusya Çin, Arnavutluk, Yugoslavya ve Bulgaristan gibi ülkeler vardı. Bizim ise güvendiğimiz Türk milletiydi. Onlar; “tanklarıyla toplarıyla, coplarıyla gelseler bil, komünist olacak Türk’ün ülkesi…” diyorlardı. İşte o öldürdüğü ülkücüler ise “Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin her şey Türk’e göre Türklük için!” diyorlardı.
Türkeş bize; sorunsuz, dikensiz gül bahçesi vereceğini söylemedi: bilakis çıktığımız yolun üstünde dikenlerin, taşları, acıların, çilelerin, cezaevlerinde mahpusluğun olacağını söyledi. Bizler Türkeş’in söylediklerinin hepsini yaşadık.
Birileri; iki kesimin kavgasını “sağ sol kavgası” diye basite indirgediler. Mücadelemizi anlamadılar, belki de biz de anlatamamış olabiliriz.
Ama şunu söylemeliyim ki; milletimize ömrümüzü verdik, nice canlarımızı verdik, istikballer heder oldu… Yuvalar dağıldı: analar-babalar evlatlarını, amcalar-dayılar yeğenlerini, eşler kocalarını, sağ kalanlar Ülkücüler kardeşlerini kaybettiler… Cenaze kaldırmaktan başka şeye zaman bulamadılar…
Fakat sistem ne yaptı; tüm bunları seyredenleri besledi, büyüttü, eğitti ve onlara bizleri yönettirdi… Ülkücüler ve Solcular kaybederken seyredenler kazandı.
Türk milleti Ülkücülere ve bu davanın lideri Alparslan Türkeş’e çok şeyleri borçlular…
Alparslan Türkeş ile yürüdüğümüz otuz bir yıllık yolarda geçenleri, ülkemizin yaşadığı dönemleri; üç yıldır üzerinde çalıştığım “Türkeşli Yıllarımız” kitabımda anlatacağım, Allah ömür verirse.
Cennet mekânın olsun Albayım! Başbuğum! Genel Başkanım… Mezarında rahat uyu! Yetiştirdiğin altın nesil; “Anadolu’nun uç beyleri dediklerin”; verdiğin görevi birbirlerine devrediyorlar…