Ey altı asır dünyaya muhtarlık yapmış, Nizam-ı Âlem ülküsünün kahramanlarının torunları ne oldu bize böyle? Rüyalarımıza, hülyalarımıza ne oldu? Yoksa rüya görmez mi olduk? İrademizin dışında, nefsimizin ise hiç karışamadığı rüyalarımıza ne oldu? Rüyalarımızda bile stres yaşıyoruz. Hayallerimiz ise yerle yeksan oldu. Hayallerimiz derken günlük siyasetten, paradan puldan söz etmiyorum. İnsanlıktan söz ediyorum. Fetvadan değil, takvadan söz ediyorum. Yaşanan ve yaşanabilinecek bir masaldan söz ediyorum.
Ne oldu o destan başörtüsü mücadelemize. Başörtüsü bir fetva değil takvamızdı. Üniversite kapılarında başörtüsü çıkarılan kızlarımız gözyaşlarına boğuluyorlardı. Şimdilerde ise başörtülerini kendileri çıkarıyorlar. Allah aşkına söyleyin ne oldu? Biz bunu mu hayal etmiştik? Allah aşkımız kalmadı mı yoksa? Neden? Neden? Neden? Başörtüsünü bir süs eşyası yapanlar kimler? Hangi zihniyet? İktidarda olalım da ne olursa olsun, herkesin kendi suçu mu diyorsunuz? Bir zamanlar başını örtenler suçlanıyordu. Şimdi de başını açanları mı suçlayacağız? Bizim hiç mi suçumuz yok?
Yıllarca antrenman yaparak maçı kazanmıştık. Ligde şampiyon olmuştuk. Artık mesele maç kazanmak değildi. Kazandığımız maçı kaybetmemekti. Çünkü takımımız yorulmuştu. Hatalar yapmaya başlamıştı. Hem de yapılmaması gereken hatalar. Hakemi suçlamak, kabahati antrenörde bulmak veya oyunculara kızmak maçı kazanmaya değil kaybetmeye yarayacaktı. Suçu karşı tarafta bulmak ise en büyük gafletti. Antrenör kabahatini düzeltmek için oyuncuları değiştirmek istese de asıl oyuncuları takımdan çıkarıp yerine yedek kulübesinde bekleyenlerle kazanmak bir hayaldi. Takım yöneticileri çareler aradılar. Acaba formaları ipekten mi yaptırsalardı. Maçlara oyuncuları otobüs yerine lüks limuzinlerle mi götürselerdi acaba? Arabası bile olmayan, ailesinin nafakasından keserek maç bileti alan taraftarlarına bunu nasıl anlatacaklardı. Neyse bir dahaki sefere diyemezlerdi. Bize güvenin. Bugüne kadar kazandık, yine kazanırız sözleri taraftarı tatmih edebilir miydi? Taraftarlar öylesine özveriyle takımlarına bağlıydılar ki yenilgiye asla tahammül edemezler isyan edebilirlerdi. Bir çaresini bulmak zorundaydılar. Taraftara bundan böyle rakip takımı tutun diyemezlerdi. Gerçekten taraftar bunlara kızarak karşı takım için tezahürat yapmaya başlarsa ne olacaktı? Haksız da sayılmazlardı. Onca yıl liderliği başkalarına vermeyen takımın sahada birbirlerine bile pas veremeyen, boş kaleye gol atamayan konumuna düşmek nasıl bir şeydi?
Futbol taraftarının taraf değiştirmesi görülmüş şey değildi. Tamam ama kendi takımı da hatalarını görmeli ve düzeltmeliydi. Düzeltecek gibi de görünmüyor. Düzeltemezlerse karşı tarafa geçmese de maça gitmeyi bırakabilirdi.
Tabii bir de yeni takım tutacak olan gençler vardı. Yenilen ve başarısız bir takımı tutmazlardı. Yıllardır biz liderdik sözleri onları ikna etmeye yetmezdi. Gençler şu an gördüklerine bakıyorlardı.
Bu kadar dünya ile uğraşmaktan bıkmıştım. Çünkü çözüm bulamıyordum. Zaten futbola hiç ilgi duymadım. Bir kere hariç hiç maça gitmedim.
Yıllardır yürüyen bu zalim düzenden kurtulacak ve çocuklarımıza yaşayabilecekleri bir dünya bırakacaktık. Sahnelerde ve radyoda onlara masal gibi menkıbeler anlatmıştım. Menkıbelerdeki kerametler değil, ahlâki erdemlerle kuşanacaktık. Şimdilerde ise menkıbelerin hiçbir işe yaramadığı konuşuluyor. Hatta safsata diye kimse dinlemiyor, dinlemek istemiyor. Mesnevide okuduğum “Fakirlik neredeyse küfür olayazdı.” sözü ne kadar da doğruydu. Bir yanda bir avuç azınlık, safahat içinde yüzerken diğer yanda evine ekmek götürmekte zorlanan yığınlar. Bir evde ağıtlar, yan evde şen şakrak kahkahalar. Bir evde köfte kebap, yan evde soğan ekmek. O zamanlar bu uçurumu anlatıp müssebbibi bu hain ve zalim düzendir diyerek İslam’ın güzelliğini dile getiriyordum. Arabalarımızın arka camlarını “Kurtuluş İslam’da” yazıları ile donatıyorduk. Ya şimdi? Bir yanda küçücük vergi borcu yüzünden banka hesaplarına bloke konduğu için iş hayatları sönenler, diğer yanda milyarlarca vergi borçları silinen holdingler!
Bu durumda ne yapmalıydım? Kenara çekilip kendimi kurtarmak mı? Ya çocuklarım? Bir zamanlar ülkemde Müslümanları ve inançlarımı hor görüp ezenlere karşı verdiğim savaşı, şimdi kime karşı verecektim? Yoksa cennette Adem ile Havva’yı yasak ağaca yönelten şeytan mı kazandı?
TV ekranında Kur’an Kursunda yaşanan taciz olayı tartışılırken İslami kimliğini her zaman açıkca söyleyen bir tartışmacı “Dine saldırmak için birkaç kişinin yaptığı hatayı tüm Müslümanlara, hatta dinimize saldırı olarak kullanan ağızları lağıma dönmüş insanları kınıyorum.” dediğini hayretle işittim. Onlardan önce bu tacizi gerçekleştirenleri lağım olmakla suçlasana! Ne demek birkaç kişinin yaptığı hata! Bu 15 Temmuzdaki Fetöcülerin vahşetinden daha büyük bir vahşet. Müslümanların ayaklanması gereken bir vahşet. Biz susarsak tabii olarak dini karalamak için fırsat kollayanlar saldıracaklar. Onlara fırsat tanımadan neden biz harekete geçmiyoruz. Fetöcüler için o günlerde “Hainler Mezarlığı” yapılmıştı. Bu tacizciler için de böyle olmalı değil mi? Biz sustukça üzerini kapatmakla suçlanacağız. Neredesiniz ey milletin namusunu emanet ettiği Müslüman yetkililer? Neredesiniz ey cemaatler, tarikatlar, vakıflar? Neredesiniz Müslüman medya? Neredesin Diyanet? Bir zamanlar Kur’ân Kurslarına karşı çıkanları lanetlerken şimdi bu olanları nasıl izah edeceğiz? Kurs binasında çıkan yangında ölen tazecik çocuklarımızın yüzüne mahşerde nasıl bakacağız? Bu tip insanlara bu vatan, yaşanmaz hâle getirilmeli ki bir daha kimse cesaret bile edemesin. Sustukça yenilerini duyuyoruz.
Gözyaşı Geceleri’ni neden yapmıyorsunuz diyorlar. Allah aşkına söyleyin sahnelere çıkıp neyi anlatayım? Beni kim dinleyecek. Sahnelerde “Biz böyle hayal etmemiştik” diye haykırırsam beni kim anlayacak? Biliyorum gerçekler acı da olsa söylemek lazım.
Neyse…
Hayallerimizi tarumar edenlere yazıklar olsun. Artık yeter. Gençlerimizi kaybediyoruz. “Vatanı korumak için herşeye razı olmalısınız” diyorlar. Peki “Gençliğimizi kaybedersek ne olacak?” sorumuza bu insanlar ne cevap verebilirler acaba?