Mehmet Çavul


‘21. Yüzyıl İçin Tanrı’ -1

‘21. Yüzyıl İçin Tanrı’ -1


Bu yazı dizisinde “Tanrı” olgusu/algısı birkaç eser/kitap merkeze alınarak tartışılacaktır.

Bize hep evrendeki en temel, en belirleyici güç ve ilke olarak “Tanrı” gösterildi.

Bu belirleyici ilke ve güç hep aynı mı kaldı, insana paralel bir süreç yaşamadı mı, bir tarihi yok muydu?

Tanrı’nın tarihi insanın tanrı algısının tarihi değil midir aynı zamanda?

Biz bunun böyle olduğunu, Dünyaya yüzlerce belki binlerce yıl hükmeden o kudretli tanrıların bir süre sonra tanrılar mezarlığına defnedildiğini gördüğümüzde fark ederiz. Dünyaya/evrene hükmettiğine inanılan Mısır’ın Ra’sı, İran’ın Hürmüz’ü, Yunan’ın Zeus’u, Sümer’in İnanna’sı, Babil’in İştar’ı ve diğer kudretli tanrılar artık emekliye ayrıldı. Odin, Sila, Manitu, Mitra, Afrodit, İsis, Anat ve ismi bilinmeyen nice tanrılar ise daha yerel bir saltanat sürüp kaybolmuşlardı. “Tanrı’nın Tarihi” bunun örnekleriyle doluydu.

Muhtemelen ilk insanların tanrıları, birlikte yaşadıkları ve kendilerinde olağanüstü yetenekler vehmettikleri güçlü kimselerdi. Tanrısal sıfatları onlara yakıştırıyor olmalılardı. Zamanla bu kişiler mitleştirildi ve ölümlerinden on yıllar sonra da kutsandı, tanrılaştırıldı. Çok tanrılı bir süreçten tek tanrılı zamanlara gelindi. Politeist karmaşadan monoteist düzene ulaşıldı. Hatta Budizm, Konfüçyanizm gibi bazı dinler bu düzenin(iyi-doğru-güzel) tanrısız bile gerçekleştirilebileceğini düşündü. Kısmen başardı da.

 

Varlığın kronolojisine ister human-sentrik bir bakışla isterse teo-sentrik bir bakışla bakın görünen en koyu hat “değişim”e ait olacaktır. Hayatın akışını, düzenini değişmez yasaya dayama gayretiyle birlikte var olan tanrılar/dinler dahi günün sonunda değişim karşısında çaresiz kalabilmektedir. İnsanlığın üç yüz bin yıllık uzun tarihi bunun kanıtıdır adeta.

Sözü burada, bu konuların ilmi bir düzlemde tartışıldığı “21. Yüzyıl İçin Tanrı” kitabına getirmek istiyorum. İngiliz Fizik Profesörü Russell Stannard editörlüğünde hazırlanmış ve elliye yakın düşünür, akademisyen ve yazara ait makalelerin yer aldığı kitap Profesör Dr. Şaban Ali Düzgün tarafından tercüme edilmiş. Makale yazarları Hıristiyan, Yahudi, Müslüman ve Hindu gelenekten gelen sekiz ülkeden seçilmiş çoğu meslek erbabı bilim insanı.

2000 yılında basılan kitap Türkçe’ye Mart 2022’de kazandırılmış ve 11 bölümden oluşmakta. Kökenler, Evren, Evrimsel Biyoloji, Yaşam, Genetik Mühendisliği, İnanç ve Tıp, Zihin, Kişilik ve Ruh, Kuantum Fiziği, Bilimin Sınırlılığı, Bilim-Din Diyalogu gibi bölüm başlıklarına sahip olan kitap elliye yakın araştırmacı- bilim insanının yazılarıyla “Tanrı” üzerine düşünmeyi hedeflemiş.

Bu yazıda, 11 bölümlük kitabın ilk üç bölümünün geniş özetini okuyacaksınız. Diğer bölümlerin özetini bir sonraki yazıda ele alacağım. Son bölümde ise kitabı değerlendirmeye çalışacağım.

Londra Fen Fakültesi eski Dekanı ve aynı zamanda İlahiyat diplomalı Fizik Profesörü Ted Burge’nin modernize edilmiş “Yaratılış Kıssası” ile başlayayım.

İlahi dinlerdeki yaratılış kıssaları aşağı yukarı aynı merkezde toplanır. Big Bang’ı merkeze alan modern bilimsel görüş ilahi dinlerin yaratılış kıssasını iptal mi ediyor? Ted Burge, modern kozmoloji anlayışımıza da uyacak tarzda ilahi dinlerin yaratılış kıssalarının iptal olmadığını savunuyor. Burge, ilahi dinlerdeki yaratılış kıssalarıyla modern bilimin Big Bang sonrası süreçlerini yedi safhada örtüştüren bir hikaye üretiyor. İnancın modernize edilmesine iyi bir katkı sunuyor. Burge’nin, homo sapiensin son kırk bin yıldaki değişiminin fiziksel değil bilişsel olduğunu ve Hz İsa’nın yaratılışının bu süreci tamamlayan bir son İlahi dokunuş olduğunu ifade etmesini ilginç bir not olarak buraya alayım.

Bilim insanlarının, Büyük Patlama’dan bu yana milyarlarca yıl boyunca işleyen tüm süreçlerin, düşünebilen bir homo sapiensin ortaya çıkmasını nasıl sağladığına dair sorusuna yine İngiliz radyo astronomi profesörü Rod Davis cevap vermeye çalışıyor. Davis, özetle, evrenin ortalama yoğunluğunun varlığın sonunu tayin edeceği üzerinde durarak soruya cevap üretiyor.

“Tanrı’nın Zihni” kitabının yazarı, teorik fizik profesörü Paul Davies ise makalesinde St. Augustinus’tan ödünç aldığı “zamansız Tanrı” düşüncesini Big Bang ile uzlaştırma çabasında. Davies, Tanrının kozmik sihirbaz konumuna indirgenmesinin zor soruları beraberinde getirdiğini ifade ederek bu sorulara Einstein’in “Görelilik Teorisi”yle cevap vermeye çalışıyor.

Davies, Büyük Patlamadan önce ne vardı gibi sorular sormak yerine –ki bunu Stephan Hawking’in Kuzey Kutbu’nun kuzeyinde ne vardır türünden anlamsız sorusuyla özdeşleştirmiştir- evreni yasa temelinde ele almanın bilim ve teoloji arasındaki diyalogdan azami verim almayı sağlayacağını ifade ederek yazısını bitiriyor.

İkinci bölümde konunun uzmanlarına ait makalelerde, evrenin insan yaşamına uygun bir hal alış süreci işlenmekte. Bu süreçte ince bir işçiliğin olduğu, bunun da yaratılışın amaçlılığına işaret ettiği üzerinde duruluyor.

Burada verilen, “her biri en azından yüz milyar yıldıza sahip yüz milyar galaksili bir evrende insan başına iki milyar yıldız düşüyor” bilgisi, zenginliğimizi ortaya koyarken insanı mutlu ediyor, gülümsetiyor.

Michael Poople, başlangıçta çok sıcak olan ama artık karanlık ve soğuk olan 70 bin milyar mil çapındaki bu evrenin bugüne kadarki 12 milyarlık oluşum süreçlerinde pek de “tesadüf”e yer olmadığını örneklerle ortaya koymaya çalışıyor. Fiziksel sabitelere de dikkat çeken yazar, tüm bunların dahi “Tasarımcı Tanrı” fikrini ispata yetmeyeceğini ama bu evrenin tanrı inancıyla uyumlu olabileceğini ortaya koyduğu fikrine sahip.

Amerikalı astronomi ve bilim tarihi profesörü Owen Gıngerıch makalesinde, evrenin ilk oluşumundan canlıların/insanın oluşumuna kadar geçen değişimleri inceliyor ve “süper bir zeka”nın işbaşında olduğunu söylüyor. Özellikle evrenin ilk oluşumunda bol miktarda bulunan hidrojen ve helyum elementinin canlı oluşumuna imkân vermeyecek oluşunu, bunun için karbon ve oksijene gereksinim olduğunu, evrenin bu eksiği gidermek için çok hızlı genişlediğini ifade etmesi dikkat çekici. Canlı varlığı için şart olan karbon ve oksijenin oluşum sürecindeki rezonans seviyesi rakamları akıllı tasarım teorilerine güç vermektedir. Bu yaklaşım bilim insanlarını “antropik ilke” dedikleri bir sonuca ulaştırmaktadır. Çoklu evren üzerinden teist-ateist görüşlere kısaca işaret eden yazı, “bazı kozmologlar özel hayatlarında teist, bazıları ise ateisttir ama hepsi kâinâtın azamet ve ihtişamına hayrandırlar” cümlesiyle son bulur.

Kitap, Müslüman Fransız astrofizikçi Bruno Guıderdonı’nin bir incelemesiyle devam ediyor.

Yaratma ve kozmolojiyi dini perspektiften ele alan çalışmalarıyla tanınan Amerikalı fizikçi Howard Van Tıll yazısında bilimin, evrende işleyen sistemin “nasıllığı”nı açıklamaya çalıştığını fakat “niçinliği” üzerinde söyleyebilecek pek bir sözünün olmadığını işliyor. Bilimin uğraş alanı dışında kalan “evren bu hayrete düşüren karakterini nereden almaktadır? sorusunu soruyor.

Carl Feit’in yazısında bir veri dikkat çekici. Bilim insanlarının %40’ının bir tanrıya inandığını söylüyor. Dipnotta ise 2009’da PEV Araştırma Merkezi’nin aynı konulu araştırmasının sonucu paylaşılmış. Buna göre bilim insanlarının %33’ü teist, %18’i de deist imiş. Yani %51’i bir tanrıya inanıyormuş.

Evrim konusunun işlendiği üçüncü bölüm İngiliz genetik profesörü Sam Berry’nin yaratılış ile evrimin bir birinin alternatifi olmadığını, tamamlayıcısı olduğunu savunan bir yazısı ile başlıyor. Berry’in yazısı “modern araştırmaların, gen yapımız itibariyle maymunla aramızda %2’den az fark olduğunu ortaya koyması da göstermektedir ki Tanrının yaratması evrim şeklinde gerçekleşmiştir” cümlesiyle özetlenebilir.

Evrim bölümündeki ilginç yazılardan birisi de Oxford’da biyolog olan Arthur Peacocke’ye ait. “Darwinizm ve Teoloji” başlıklı yazı, Darvin teorisinin ilk duyulduğu zamanlarda teologlardan çok biyolog ve jeologların itirazıyla karşılaştığına değinerek başlıyor. “Hıristiyan teologlardan bazıları Darwin Teorisini bir tartışma alanı olmaktan çok Tanrı’nın evrene müdahalesini açıklayan bir imkan olduğu görüşündeydi” diyor. Teorinin “tesadüf”ü öne çıkaran yaklaşımını da, “biz bugün teorik biyoloji ve fiziksel biyokimyadaki önemli gelişmeler sayesinde, tesadüfün ve yasanın etkileşiminin, evrenin maddesinin yeni organizasyon formlarını kendi kendine var etmesini sağladığını biliyoruz” cümlesiyle izah etmeye çalışması dikkat çekici. Artur Peacocke, kozmik evrimi, özellikle biyolojik evrimi ve bu evrim süreçlerini inceleyen insanın yeni varlık tarzlarını, yeni aktiviteleri, yeni davranış biçimlerini hayranlıkla gözlediğini, karşılaştığı büyüleyici sistem karşısında O’na huşu ile yöneldiğini belirtiyor. Evrimin, “doğa, insan ve tanrı” konusunda insana yeni perspektifler sunduğunu ifade ediyor.

Teolog Wentzel Van Huyssteen, evrimi, Tanrıya dair bilginin anahtarı olarak görebileceğimizi ve dini inancımızı zenginleştirebilecek bir araç olarak kabul edebileceğimizi söylüyor. “Dini bilgimiz dahil bütün bilgilerimizin biyolojik kökenlerini açığa çıkaran evrimsel epistemoloji, din ve bilim arasında anlamlı bir disiplinlerarası diyalog arayan teologların elinde kullanışlı bir alete dönüşmüş durumdadır” diyor ki bu din ve daha özelde tanrı bilgisinin kökenine bir yolculuk imkanı sunuyor. Yazar ayrıca biyolojik evrimle birlikte kültürel evrime de işaret ediyor.

Evrim konusunun son yazısı bilim, teknoloji ve inanç konularında araştırmalar yapan, biyoloji ve kimya eğitimi almış, astronomi yüksek lisansına sahip Barbara Smıth’e ait. “Evrimsel Geçmiş ve Tanrı’nın Geleceği” başlıklı yazı, tanrının mı yoksa insanın mı önce geldiği sorusuyla başlıyor. Bunu açıklarken orkide-arı birlikteliği örneğini veriyor. Bir birine ihtiyaç duyan bu iki varlığın uzun zamanlar içinde bir birini değiştirip dönüştürdüğünü yani evrimleştirdiğini belirtiyor. Evrim süreçlerini doğal seçilimden çok iş birliklerinin belirlediğini ifade ediyor ki bu farklı bir yaklaşım. Buradan hareketle ilk insanların tanrı algısının da çok farklı ve belki de belli belirsiz olduğu üzerinde duruyor. Tanrının geleceği konusunu ise sadece spekülasyon üretebilecek bir konu olarak ifade ediyor.

Devam edeceğiz.