(BM ve Çin/İnsan Hakları, NATO Genişlemesi, Türkiye-İsrail, Düzensiz Göçler)
*KARDEŞ AZERBAYCAN’IN
28 MAYIS BAĞIMSIZLIK GÜNÜ KUTLU OLSUN*
Dış politika mola vermez, hele hele tatil asla sözkonusu değildir. Bu alana ilgi duyan, faaliyet gösterenler de bunu bilir, sadece çalışma vakitlerini değil yaşam tarzlarını da bu gerçeğe göre düzenlerler. Zaman ve mekan kavramlarının olmadığı, en umulmadık bölge ve zamanlarda öngörülemeyen sınamaların ortaya çıkabileceği ender alanlardan biridir dış politika. Yine bu anlayış içinde hiçbir ülke veya konunu da diğerlerinden daha az veya daha fazla önem taşımaz. Başka bir deyişle her yer, her an bir sınama, bir mücadele alanıdır. Bu sınamalara gerekli tepkiler zamanlıca, stratejik bir yaklaşımla ve usulünce verilemediği takdirde ise ödenecek faturanın ağırlığı her geçen gün artar, gelecek nesillere kalır.
İşte içinden geçmekte bulunduğumuz bugünler de benzeri sınamaların bölgesel/ küresel ölçekte yaşandığı dönemlerden birini teşkil ediyor. Bu durum sadece Türkiye bakımından değil genel anlamda bütün uluslararası sistem için de aynı ölçüde geçerli.
*Bu dönemde sıkça gündeme gelen göçmenler genel dünya nüfusunun yaklaşık % 3.2-3.5 kadarını oluşturuyor ve bu sayı sürekli artıyor. Göçmenler içinde 80-90 milyona yakın bir bölümü de mülteciler teşkil ediyor. Göçmenlerin diğer başka kategorileri de var ve bunlar göçmenlerin hukuki statülerini belirliyor. Göçmenler, mülteciler öylesine önemli bir konu ki, daha 1960’ların başında BM’nin Dünya Mülteciler Yılı ilan ettiğini görmekteyiz. Küresel eşitsizlikler, çatışmalar, savaşlar, adaletsizlikler, yaşam koşullarının ağırlığı, iklim, çevre sorunları, doğal afetler vb. başta olmakla göçü teşvik edici çeşitli faktörler yine küresel işbirliğiyle ortadan kalıcı şekilde kaldırılamadığı takdirde bu göç eğilimleri artarak devam edecektir. Nitekim göçmen nüfusu sadece son 60 yılda 3 katına çıkmış durumda. Bu konular ülkemiz bakımından da özel önem taşıyor. Düzensiz göçlerle veya şartlı mülteci statüsüyle ülkemize gelen, kesin sayıları bilinemese bile 6/7+ milyon olarak tahmin edilen bu nüfusun durumuyla ilgili tartışma ve spekülasyonlar uzun günler boyunca iç politika malzemesine dönüştürüldü. Aslında yüzyıllardır küresel bir sorun olan düzensiz göçmenler konusunda ülkelerin gerek kendi iç düzenlemeleri gerek taraf oldukları uluslararası sözleşmeler bakımından önemli yükümlülükleri bulunuyor. Türkiye için de durum böyle. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunumuz (6458/2013 1951 Mülteciler Sözleşmesi, AİHS, Uluslararası Göç Örgütü, BM, Küresel Göç Mutabakatı ve diğer çeşitli düzenlemeler bunların bazıları. Öte yandan, her ne kadar bütün dünyanın takdirini kazanmış olsa da, bu kadar büyük bir nüfusa evsahipliği yapıyor olmanın Türkiye’ye beraberinde getirdiği önemli sorunlar, güvenlik/ demografi sıkıntıları bulunuyor. Milletimizin olanca fedakarlığına rağmen bu sorunların aşılmasında başarılı olamadığını gördüğümüz ülkemiz politikaları gelecek nesilleri mağdur da etmeyecek çözümleri mutlaka geliştirmek, bu amaçla bölgesel ve uluslararası kuruluşlarla işbirliğini güçlendirmek ve yaratıcı politikalar geliştirmek zorunda. Bu yönde yapılması gereken en önemli ve ilk adımlar arasında “değerli yalnızlık” söylemlerini bir tarafa bırakarak ikili/bölgesel ve uluslararası düzeyde süratle gerçekçi ve sağduyulu yeni bir dış politika restorasyonuna yönelinmesi gerekiyor.
*Bu dönemde gündemde bulunan ve merakla izlenen konuların biri olan BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri (BM İHYK) Bachelet’in uzun zamandır gündemde bulunan ancak çeşitli nedenlerle bugünlere kadar bir türlü gerçekleştirilemeyen Çin ziyareti nihayet bugünlerde yapılıyor. 23-29 Mayıs 2022 arasındaki bu ziyaretin yapılması kararı zorluklarla alınabildi ve BM ile Çin tarafı arasında yoğun ve sıkıntılı temaslar sonrasında başarılabildi. Çin’in konuya nasıl yaklaştığı önemli bir sorudur. Pekin yönetimi, özetle ülkesinde, hele hele D.Türkistan’da herhangi bir insan hakları ihlali durumunun yaşanmadığını, hiçbir makamın da bölgeyi teftiş edercesine Çin’e gelişini kabul etmediğini söyleyegelmiştir. Öte yandan BMİHYK’liği ise bu ziyaret gerçekleşmediği takdirde elde mevcut verilerle D.Türkistan İnsan Hakları Raporu’nu açıklayacağını geçtiğimiz yıl çeşitli vesilelerle gündeme getirmiş, bir anlamda Çin’e tehdit sopasını da göstermekten çekinmemişti. Sonuçta da taraflar ziyaretin mahiyeti konusunda bir uzlaşıya varabilmişlerdi. Dolayısıyla, Yüksek Komiser Bachelet’in ziyareti sonrasında Çin’i radikal şekilde rahatsız edecek değerlendirmelerden kaçınılacağı yönünde beklentiler de bulunuyor ve bu beklentiler bilhassa D.Türkistan diyasporasını ilk günden beri rahatsız ediyor. İnsan hakları alanında Çin’i özel bir ilgi gösteren ABD tarafı da bu dönemde böyle bir ziyaretin bağımsız ve manipülasyondan uzak bir şekilde gerçekleştirilmesine Çin yönetiminin izin vermeyeceğini çeşitli vesilelerle dile getiriyor, özetle ziyaretin kontrollü geçeceğine, bağımsız ve şeffaf bir ziyaret olmayacağına işaret ediyor.
Bu vesileyle belirtilmesinde yarar bulunan bir husus daha var. Türkiye’nin D.Türkistan’a yıllardır resmi bir heyet göndermemiş olması. Konu sürekli gündemde, Çin tarafıyla hemen her görüşme sonrasında hatırlanıyor, ancak sonuçta atılan bir adım yok. Bu durum da D.Türkistan konusunda ülkemiz yönetiminin içinde bulunduğu derin suskunlukla birleştiğinde, kardeş D.Türkistan halklarına karşı sorumlulukları bakımından Türkiye’ye asla yakışmayan bir görünüm doğuyor. Bölgedeki duruma ve kardeş halkların trajedisine karşı özel ve tarihi sorumlulukları bulunsa da, bu kabul edilmez tutum sadece Türkiye’ye mahsus değil. Kuruluş amaçlarından biri dünyadaki Müslüman toplulukları da korumak ve sorunlarıyla ilgilenmek olan İİT’in de bu konuda maalesef hiç sesinin çıkmadığını görmekteyiz. Nitekim son olarak geçtiğimiz Mart ayında İslamabad’da yapılan Dışişleri Bakanları Toplantısı’na özel konuk sıfatıyla ÇHC Dişişleri Bakanı’nın katılması, bir konuşma yapması, öte yandan Toplantı’da hemen her konuda çok sayıda karar alınmasına rağmen DT’la ilgili tek bir cümlenin bile Kararlara, Bildirilere girmemiş olması tam anlamıyla ibretlik durum teşkil ediyor.
Herhalukarda bölgeye önemli bir ziyaret gerçekleştirmekte bulunan Yüksek Komiser Bachelet’in ziyaretinin ilk ayağı olan Guanzhou’da öğrencilere yaptığı konuşmada; BM’nin 3 temel sütunu olarak Barış/Güvenlik, Kalkınma ve İnsan Hakları olarak tanımladığını görüyoruz. Bachelet’in insan hakları alanındaki yorum ve görüşleri daha ilk günden itibaren basında spekülasyon ve tartışma konusu olmaya başladı. Enformasyon savaşı da devam ediyor. Ancak bu önemli ziyaretin en kritik bölümü şüphesiz DT olacak. Bu bakımdan BM İHYK Bachelet’in devam eden ziyaretinin sonuçlarını ilgiyle bekliyor olacağız.
*Türkiye-İsrail ilişkilerinin, Türkiye’nin farklı nedenlerle de olsa, diğer Orta Doğu ülkeleriyle olduğu gibi, son yıllarda giderek kötüleştiği, ciddi sarsıntılar geçirdiği biliniyor. Ankara’nın ilişkileri toparlama yönünde son dönemdeki bazı girişimlerinin nasıl sonuçlanacağının ise ancak önümüzdeki dönemlerde görülebilecektir. Dışişleri Bakanı’nın geçtiğimiz haftaki İsrail ziyareti de bu çabalardan sonuncusunu teşkil ediyor. Bu tür bir normalleşme, belki her iki tarafa da bazı kazanımlar sağlayabilecek olmakla birlikte asıl arzulu tarafın Türkiye olduğu ise rahatlıkla izlenebiliyor. Bu girişimler sadece bugünlere mahsus değil ve tabiatiyle bir altyapısı da var. Bu arka planın en önemli adımlarından biri Cb. Herzog’un geçtiğimiz aylarda Ankara’yı ziyareti oldu. Üst düzey mesajlar, telefon görüşmeleri de bu çabalarda yeraldı. İlginç bir şekilde, Türkiye’nin Vaşington BE’si de kaleme aldığı, “bölgedeki kötü aktörlere (Bunlar kimler acaba!) karşı işbirliği çağrısı yapan, iki ülke işbirliğinin geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında istikrar bozucu gelişmelere karşı etkili olacağını, bunun ötesinde Kafkasya, Orta Asya ve Sahra-Altı Afrika’da da yararlı sonuçlar verebileceğini, terörizmle mücadelenin bir diğer önemli işbirliği alanı olabileceğini, dikkat çekici şekilde bu işbirliğinin ABD tarafından da desteklenmesi gerektiğini” belirten bir makaleyle koroya katıldı.
Böylesine bir ortamda gerçekleştirilen Dışişleri Bakanı ziyaretinin yeni dönemde henüz ilk adımlardan birini teşkil ettiği, İsrail tarafının pek de aceleci olmadığını, temkinli davrandığını, ilk aşamada ilişkilerde büyük sıçramalar yerine tedrici bir normalleşme sürecini tercih ettiğini, bu nedenlerle enerji gibi özel alanlarda işbirliğinin pek yakın gözükmediğini İsrail kamuoyu ve basınının tepkilerinden görebilmek mümkün oluyor. Yine İsrail kamuoyunda, üst düzey Türk liderlerin İsrail’den hoşlanmadığı, şartlar farklı gelişirse Türkiye’nin birkez daha İsrail karşıtı cepheye katılabileceği gibi görüşlere de rastlanıyor. İsrail tarafı Türkiye’nin Orta Doğu’da devre dışında kaldığı dönemde başta Yunanistan, Mısır ve GKRY olmakla çeşitli ülkelerle önemli işbirliği forumları oluşturmuş durumda ve bunlardan birisi de 3+1 olarak tanımlanan ABD, Yunanistan, GKRY ve İsrail Dörtlüsü. Bu çerçevede İsrail’in Türkiye ile yeni dönem arayışlarının mevcut ittifaklarını olumsuz etkilemeyeceği yönündeki mesajlarını zaman zaman açıklamayı ihmal etmediğini de görmekteyiz.
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde yeni sayfa açma girişimlerinin ardındaki nedenlerden birisi de, İsrail’in son derece kötü dönemlerinden birini geçirmekte olan Türkiye-ABD ilişkilerinin toparlanmasına katkı sağlayabilecek olması. Gerçekten de, seçilmesinden bugüne Başkan Biden döneminde bu ikili ilişkilerde hiçbir toparlanma olmadığı gibi, daha da kötüleşen bir süreçten geçildiğini söylemek bile mümkün. Türkiye aleyhtarı lobiler son olarak bazı Hint grupları da içine almış olarak genişlemiş bir şekilde çalışıyorlar. Siyasi, iktisadi, askeri (F35 projesine geri dönüş, F16 alımları ve modernizasyonu) konular başta olmakla sorunlu alanlarda herhangi bir olumlu gelişmeden bahsetmek mümkün gözükmüyor.
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini yoluna koyma arayışları sürerken en başta (Hamas dahil) Filistin tarafıyla nasıl bir dengeleme içinde bulunacağı yeni dönemin en kritik yönlerinden birisi ve bu gelişmeler Arap ülkeleri ve İran’da da yakinen izleniyor.
*Türkiye’nin İsrail ile arasını yumuşatabildiği takdirde bunun ABD’yle sorunlu ilişkilerini de olumlu etkileyebileceği görüşlerine güç kazandıran gelişmelerin sonuncusu da muhtemelen Yunanistan Başbakanı Mitsotakis’in büyük ses getiren ABD ziyareti oldu. Gerçi dünyadaki bütün ülkelerin Türkiye’yi kıskandığı söylemleri herkesin malumu (!) ama herhangi bir Türk liderin de böylesine el üstünde tutulacağı bir ABD (veya bir başka ülke) ziyareti, siyasi bakış farklılıkları ne olursa olsun, herhalde arzu edilir bir durum olurdu. Ankara’nın Biden’la görüşme arzusuyla yanıp kavrulduğu, ancak sonuç alamadığı mevcut ortamda, Mitsotakis’in ABD ziyaretinin, tanınmış gazeteci D.Ignatus’un (Meşhur One Minute toplantısının moderatörü) ülkedeki basın özgürlükleri konusundaki sorusunun doğurduğu gerginlik dışında (Yunanistan bu alanda dünyanın en kötülerinden birisi ve her yıl daha alt sıralara kayıyor. AB içinde ise birinciliği kimseye bırakmıyor) oldukça verimli geçtiği yorumlarına sıkça rastlanıyor.
Yunanistan’la dostluğu nedeniyle “Bidenakis” diye adlandırdığı Başkan Biden’la görüşmesinde ve birçok kez alkışlandığı, yanında K.Harris ve N.Pelosi’nin bulunduğu Kongre ortak oturumunda Mitsotakis’in; Yunanistan’ın çoğu Türkiye’yle ilgili tezlerini dile getirmesi, (Hellenizmin büyük acısı olarak tanımladığı) Kıbrıs, Ege adaları gibi konuları anlatması, Yunanistan’ın (Türkiye’nin bir zamanlar ortağı olduğu, ancak sonradan ihraç edildiği projeyle üretilen) F35’lerden almak istediğini açıklaması, ABD’nin silah satışlarının D.Akdeniz’de istikrarı bozmaması gerektiği yönünde Kongre’ye telkinlerde bulunması ve bu mesajların en azından dışarıdan görülebildiği kadarıyla Yunanistan lehine bir sempati oluşturması herhalde Ankara üzerinde bir kez daha uyarıcı etki doğurmuş olmalıdır diye düşünülebilir.
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini geliştirme arzusunun ABD’yle olan ilişkilerinin tamirine de herhangi bir katkısının olup olmayacağı zaman içinde görülebilecek. Ancak bu yönde epeyce gayret sarfedilmesi gerekeceğinden en küçük bir kuşku da duyulmamalı.
*Ukrayna’yı işgali sonrasındaki gelişmeler çerçevesinde Rusya’nın uluslararası sistemden dışlanması süreci bütün hızıyla devam ediyor. Siyasi, iktisadi, kültür, sanat, spor dahil bütün alanlar. Bu konulara geçtiğimiz dönemlerdeki yazılarımızda da geniş şekilde yer vermiştik. (https://www.enpolitik.com/yazar/umit-yardim/ukrayna-gelismeleri-uzerine-ii-kievden-bakis-5541-kose-yazisi) Rusya BM tarihinde bir Güvenlik Konseyi üyesinin içine düştüğü en vahim günleri de yaşıyor. BM’de veto gücünün arkasına sığınmış durumda ve bu yetkisi bile artık tartışılır hale geldi. (Veto yetkisini kullanan herhangi bir BMGK üyesinin veto nedenlerini en geç 10 gün içinde Genel Kurul’a açıklama mecburiyeti)
Diplomasi masası da henüz kurulamadı ve arabuluculuk girişimleri keza sonuç getirmedi. Anlaşıldığı kadarıyla son olarak İtalya devreye girmeye çalışıyor ve bazı önerilerini de halihazırda Moskova’ya iletmiş durumda. Savaşın gidişatı hangi yöne evrilirse evrilsin (muhtemelen Ukrayna’nın bir kısmı üzerinde Rusya’nın dolaylı etki ve kontrolünün bir formül esasında korunmasını da içeren) işgalin doğurduğu en önemli sonuçlardan birisi de NATO’nun yeni bir genişleme dalgasının önünü açmış olmasıdır.
*NATO’nun genişleme dalgaları geçmişte birkaç kez yaşandı ve Türkiye de 1952 yılında ittifaka dahil oldu. (Bu süreçte Baltık ülkelerinden Norveç’in üyeliğimize itirazını hatırlamak yararlı olacaktır) Yeni adaylar İsveç ve Finlandiya’nın ülke içi ve dışında yoğun istişareler akabinde resmi adaylık başvurusunda bulunmaları Türkiye ile karşısındaki geniş bir cephe arasında ciddi bir gerginliğin doğmasına da neden oldu. NATO’nun başka siyasi şartlarda genişlemesi sözkonusu olsaydı, leyhte/aleyhte her türlü farklı görüş dinlenebilecekken (zira geçmişte genişleme konusu sadece İsveç ve Finlandiya içinde değil, bizzat NATO içinde bile tartışma konusu olmuştur) Rus işgalinin sunduğu şartlar tarihi-kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak değerlendirilmiş ve daha adaylık öncesinde bile bu iki ülke adeta resmi üyeler gibi hüsnü kabul görmüştür. Daha önceleri de NATO ile aralarında çeşitli işbirliği zeminleri mevcut bulunan bu iki ülke Rus işgalinin sonrasında toplanan çeşitli NATO zirvelerine de davet edilmişler, öte yandan Kremlin bile adeta bu gerçeği kabul edercesine tehdit söylemlerini yumuşatmıştır. Önümüzdeki ay yapılacak Baltops 22 tatbikatının evsahibi İsveç olacak, her iki ülke keza ortak sıfatıyla bu tatbikatta katılacaklardır. NATO Gn.Sek. Stoltenberg de keza önceki gün Davos Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşmasında NATO genişlemelerinin tarihi başarı olduğunu ve Avrupa’da demokrasi ve özgürlüklerin yayılmasını sağladığını dile getirmiştir. Bu görünüm ışığında Haziran Madrid Zirvesi’nin ilgi merkezi de bu ülkeler olacaktır. Sonuçta, Türkiye’nin genel anlamda haklı olduğu, milli yarara uygun görüşleri, popülist ve “söyledim oldu” anlayışının kurbanı olarak etkisini yitirmiş, Türkiye yalnız kalmıştır. Diplomasi usul yanlışlıklarını asla kaldırmaz. Diplomasi başarıları miting meydanlarında, basın önünde değil, masa başında çoğu kez de kapalı kapılar arkasında kazanılır !
Neler yapılabilirdi ? Öncelikle üst perdeden ve popülist söylemler yerine yukarıda özetlediğimiz tablo gerçekçi bir şekilde değerlendirilir, haklı söylemler diplomasi masalarında dile getirilir, mekik temaslarla Türkiye’nin tezleri anlatılır, NATO adayı üyelerin bir üye karşı (Türkiye) karşı tehdit oluşturamayacağı, bunun NATO’nun kuruluş amacına da aykırı olduğu muhataplara iletilebilirdi. Meseleye ikili düzlemden (Türkiye- İsveç/Finlandiya) daha çok ittifakın genel işbirliği ruhunu yansıtacak perspektiften yaklaşılması daha yararlı olabilirdi. Benzer şekilde, 9/11 saldırıları sonrasında terörle mücadeleye giderek artan şekilde daha özel önem veren ve bunu strateji belgelerine de yansıtan yeni NATO anlayışı çerçevesinde, Haziran Madrid Zirvesi’nde kabul edilecek Yeni Strateji Belgesi’ne daha güçlü ifadelerin dercedilmesiyle birlikte NATO üyelerinin terörle mücadelesinin altı daha kuvvetle çizilebilirdi. Bu şekilde ülkeleri içinde geniş bir ittifakla NATO üyeliği yönünde karar almış İsveç ve Finlandiya kamuoylarında Türkiye aleyhtarlığının yükselmesinin de önüne geçilebilir, hükümetler düzeyinde ise masada atılabilecek adımlar ele alınırdı. Maalesef, bu türden ve ağırlıklı olarak yöntem yanlışlığından kaynaklanan nedenlerle Türkiye, NATO’nun yeni genişlemesinde tarihi fırsat kabul edilen bir sürecin önünde engel gibi görülmeye başlanmıştır. Daha da kötüsü, artık NATO’dan ayrılmak istenmesi durumunda bir üyenin kendi tercihinin değil, İttifakın kararının (Avrupa Konseyi gibi) belirleyici olması gibi yorumlar da basında ve kamuoyunda yer bulmaya başlamıştır. (Madde 13’ün revizyonu) Yani, bir üyeyi (Türkiye gibi) NATO’dan ihraç edecek mekanizmalar kurulması gerektiği tarzında yorumlar. Tipik bir “Şüyuu vukuundan beterdir” durumu.
Bu zor durum bütün ilgili tarafların göstermesi gereken sağduyuyla en kısa zamanda aşılamadığı takdirde, sorun sadece bir genişleme meselesi olarak kalmayacak, Türkiye ile NATO ve AB arasındaki ilişkilerde de kendini mutlak surette gösterecektir. Aynı sorunlu durum Türkiye ile bu iki İttifaka üye ülkeler arasındaki ikili ilişkiler bakımından da geçerli olacak, örneğin, ABD, Fransa, Almanya gibi önemli ülkelerle ikili sorunları kabartacağı gibi, yine AB içindeki Türkiye karşıtlığını da güçlendirecektir. (Her iki ülke aynı zamanda AB üyesidir ve bugüne kadar Türkiye’ye karşı olumlu sayılabilecek çizgideki Finlandiya da AB içinde Türkiye karşıtı cepheye dahil olabilecektir)
*Sonuçta, doğrudan veya dolaylı, Türkiye’yi etkileyecek çeşitli dış politika gelişmelerinin yaşanacağı yeni bir sıcak dış politika dönemiyle karşı karşıyayız. Bütün bu sorunların ilk işaretleri de zaten çoktandır görülmektedir. Bu krizler popülizmden uzak, sağduyulu ve kısa/orta/uzun vadeli kapsamlı politikalarla aşılamadığı takdirde ağır sonuçlarının bugün ve yarınlarda yaşanacağından hiçbir şüphe duyulmamalıdır.