Önceki yazı da, Türk Aklı’nın Şiî ve Sünnî fikri ve siyasi modeller oluşumuna olan katkılarına giriş yapmıştık. Tuğrul Bey ile Sünnî (Hanefi-Şafii); Şah İsmail ile Türk Şiî (İmâmiyye) Müslümanlık tasavvurununun tarihsel temellerini anlamak için Abbâsîler döneminde Bermeki-Büveyhî oğullarından bahsetmek gerekir.
Hanefi Tuğrul Bey’in niçin medreselerde Nizamülmük üzerinden Şafi ağırlıklı eğitim verdiğini anlamak için Şiî öğretinin yanı sıra Bağdat’ta Sünnî yorumlar içinde mezhep gerilimlerinin artması etkili olmuş olabilir. Çünkü Abbâsî Halifesinin Hanbeliliğe ağırlık vererek, Bağdat’ta Şafii-Hanbeli çatışmasını körüklüyordu. Dolayısıyla Tuğrul Bey’in veziri Nizamülmülk üzerinden Şafiiliğe destek vermesi; Azamiye medreselerinde Hanefi, Nizamiye medreselerinde Hanefi-Şafi hocaların ders vermeleri bu açıdan önemlidir.
Öyle gözüküyor ki, birden fazla mezhebi eğilimin varlık bulduğu yerlerde siyasî toritelerin bir mezhebi diğer mezheplere karşı tercihte belirleyici faktörün bizzat mezhep doktrini ile değil, daha çok ilgili devletin mezhep siyaseti ile ilişkili olduğu görülmektedir. Nitekim Selçuklu vezirlerinden Kündürî’nin Horasan’da Hanefîleri, Nizâmülmülk’ün ise Irak’ta Şâfiîleri desteklemesi bu bağlamda da okunabilir.
Aslında bu bakış açısı İslam coğrafyasında hep olmuştur ve dönemi açısından oldukça da rasyonel olduğu söylenebilir. Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi devlet hânedanın ortak mülkü sayan Eyyûbîler’de Selçuklular tarafından Suriye’de açılmaya başlanan medreselere benzer okulları Nûreddin Mahmud Zengî açmaya başlamıştı. Eyyûbîler’le Mısır’a, Hicaz’a ve Yemen’e giren medreselerde Şâfiî, Hanefî, Hanbelî fıkhı okutuluyordu. Bazı medreseler iki mezhebe göre öğretim yapardı. Eyyûbîler’in sonlarında ise Sünnî dört mezhep üzere öğretim yapan medreseler açıldı. Medreselerin yanı sıra dârülhadis ve dârülkur’ânlar da vardı.
-
Sünnî Mezhepler Birliği (mi?)
Memlûkler de nispeten baskın durumda olan Şafiliği diğer Sünnî mezhepleri de eşit statüye getirdiler.Sultanı ez-Zahir Baybars’ın böylece Sünnî mezhepler birliği kurmaya çalıştığı da iddia edilir. Bölgede Fâtimîlerin İsmâiliyye ve İmâmiyye mezheplerinden atanan kadıların yanı sıra Mâlikî ve Şâfiî kadılar da tayin edilmesi örneği de bulunmasına da dikkat etmek gerekir. Nitekim Osmanlı’da benzer uygulama yapmış, geniş coğrafyasının merkezi bölgelerini oluşturan Anadolu ve Rumeli’de Hanefî mezhebi egemen resmî mezhep olmasına rağmen, diğer mezheplere mensubiyetin söz konusu olduğu bölgelerde hem kazâ ve fetvâ alanında ve hem de eğitimde bir özerkliğin tanındığı görülmektedir.
Bu noktada Moğol hakimiyetine Anadolu’da önemli direnişler gösteren Timur’un ölümünün üzerinden üç yıl geçmeden Azerbaycan’da hâkim olmak suretiyle Timurlular için bir rakip haline gelen yine Oğuz Devletleri olan Karakoyunlar ve Akkoyunlu devletlerinin dinî tasavvurlarından kısaca da olsa bilgilenirsek Safevî-Osmanlı çatışması ve günümüz Türkiye’sinin dinî ve toplumsal yapılarına olası etkilerini daha iyi anlayabiliriz. Çünkü Şiîlik, Alevilik, Kızılbaşlık tasavvurları Karakoyunlu-Akkkoyunlu devletleri mücadelesi, Şeyh Cüneyd ve Oğlu ve sonra Şah olan İsmail’in Safevî tarikatındaki Sünnî (Şafii)likten Şiîliğe evrilme sürecini bilmek gerek. Şeyh Safiyyüddin yerine oğlu Sadreddin, onun yerine de Hace Ali’nin geçmesiyle tarikat geleniğine ters bir şekilde babadan oğula aktarımın başlaması, etkisi günümüze kadar süren siyasal alanda etkili kullanımlarının ilk örneklerindendir.
İlhanlılar, Timur Erdebil tekkesine çok hürmet etmişti. Hace Ali ile Şiîlik öne çıkmaya başladı. Yerine Şah İbrahim, onun yerine Şeyh Cüneyd, onun yerinde Haydar geçti. On iki dilimli kırmızı başlıktan hareketle “kızılbaş” terimi bu dönemden itibaren kullanılmaya başlandı. Şah İsmail babası Haydar yerine Şeyh olarak geçti, iyi bir eğitim almıştı. İlhanlı, Akkoyunlu ve kadim İran devlet anlayışından hareketle bir sistem oluşturdu. Şah İsmâil’in dedesi, Şeyh İbrâhim Safî’nin oğlu Cüneyd-i Safevî’nin arzusuyla Uzun Hasan (1454-1478) tarafından Diyarbakır’da Şeyh Safâ Camii yaptırıldığını düşündüğümüz zaman, dönemindeki etkisi de ortaya çıkar. Safevilerin Orta Anadolu’da siyasal yapı kurma çabası Osmanlı lideri Yavuz Sultan selim tarafından engellendiğini zaten biliyorsunuz.
-
Mezhepler Gerilimleri ve Göç Hareketleri
Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel sürekliliği açısından bilimsel gelişmeler açısından son derece önemli olan bilim insanı ve devlet başkanı Uluğbey, oğlu Abdüllatif tarafından öldürülür. (1449) Uluğ Bey, oğlu Abdüllatif, Ebu Said Mirza, Özbek/Şeybani Hanlığı, Safeviler, Babürlüler arasındaki savaşlar bölgede bir kaos ortamı doğurmuştu. Neticesinde Şiî taraftarları Safevî topraklarına, Şiî idaresinde kalmak istemeyen Sünnîler ise, Mâverâünnehir ve Bâbür Han’ın hâkimiyeti altındaki Kuzey Hindistan bölgelerine kalabalık kafileler halinde hicret etmek zorunda kalmış, bu durum bölgenin etnik yapısının değişmesine yol açmıştı. Bu tarihsel gelişmelerin bölgemizdeki Şiî-Selefî/Sünnî çatışmalarla yol açtığı göç hareketlerini bir de bu bağlamda okumak gerekir.
Bunun tarihsel temellerini anlamak için Uluğ Beyin oğlu tarafından katli, sonra Abdüllatif’in kendisi de babasından altı ay sonra yani 1450’de (ulemanın fitnesiyle) öldürülmesi, Ebu Said Mirza Han ve Şeybaniler arasındaki ilişkilere bakmak gerekir. Öncelikle Abdüllatif devri (1449-1450) Uluğ Bey devriyle kıyaslanacak olursa din adamları için iyi, ahali ve asker için kötü bir devir olarak görüldüğünü belirtmek gerek.
Özbek (Şeybani) lideri Ebu’l-hayr Han’ın askeri desteğini alan Ebu Said Mirza Han, Yesi’den Taşkent’te Hocend şehrine ilerledi. Semerkant’a yürüdü ve Çağataylar’ı yenilgiye uğrattı, şehri ele geçirip tahta oturdu. (855/1451). Semerkant’ta Uluğ Bey’in kırk yılı bulan hâkimiyeti yerine Ebû Said’in Taşkent’ten davet ettiği Nakşibendî şeyhi Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın Mâverâünnehir’in siyasî ve iktisadî hayatında kırk yıl sürecek olan etkisi “mânevî hâkimiyet” adı altında sunuldu. Bu çerçevede Ahrâr, Ebülhayr’ın Timurlular’dan Uluğ Bey’in kızı Râbia Sultan Begüm ile evlenmesini sağladı.
Ebülhayr’ın torunu Şeybânî Han yılları arasında Mâverâünnehir, Hârizm ve Horasan’ın hemen hemen bütün şehirlerini ele geçirdi ve Şeybânîler (Özbekler) adıyla bilinen hânedanı sistematik hale getiren kişidir. (905/1500) Sünni-Şii gerilimi bağlamında Şeybânî Han, Cengiz soyundan olmayan Timurlular’ın elinden saltanat hakkını alarak hanlığı ve yasayı yeniden canlandırdığını, bölgede Sünnîliğin en güçlü temsilcisi konumuna gelerek Şiî Şah İsmâil ile mücadeleye giriştiğini biliyoruz. Nitekim Şeybânî Han’ın 916 (1510) yılında Şah İsmâil’le yaptığı savaşta yenildi. Onun Mâverâünnehir’e girmemesi için anlaşma yaparak, Ceyhun’un sol tarafındaki bütün yerleri Safevilere bıraktılar. Fakat Şah İsmâil, Bâbür’ü Mâverâünnehir üzerine sefere teşvik etti ve Semerkant’ı almasını sağladı (917/1511).
Burada Şiî-Sünnî çatışması ve iktidar mücadelelerinde ilginç olan bir nokta ortaya çıktı, Sünnî olan Buhara ve Semerkant halkı Şiîler’le iş birliği yaptı. Bâbür yenildi. Şeybânîler’in bu başarısı Şah İsmâil’i karşı atağa yönlendirdi. Bâbür kumandasındaki bu ordu Karşi’yi zaptederek halkı kılıçtan geçirdi ama daha sonra Şeybânîler’in âni baskınına uğrayıp mağlûp oldu (918/1512). Bu olayın ardından Bâbür Mâverâünnehir’den vazgeçti. Böylece başta Buhara ve Semerkant olmak üzere bütün Mâverâünnehir tekrar Şeybânîler’in eline geçti. Daha sonra Şeybani Hanı II. Abdullah, Safevîler’e karşı Osmanlı Sultanı III. Murad ve Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah’a yaklaştığını söylersek, dinî/mezhebi tasavvurların bölge iktidar mücadelelerindeki yerini ve sürekliliğini de görmüş oluruz.
Günümüz açısından da benzer Şiî-Sünnî daha doğrusu Şiî-Selefî çatışmalarıyla bölgemizdeki göç hareketliliklerini düşündüğümüzde iktidar mücadelelerinde dinî /mezhebi farklılıkların nasıl aykırlığa dönüşmeye devam ettirildiği de ortaya çıkar. Nitekim “Medeniyetler arası çatışma” tezinin”Medeniyet içi çatışma” ya (Sünnî-Şiî) dönüştürülmek istendiğini bu açıdan mezhepçiliğin sürekli geçerliliği test edilen bir tuzak olduğu açıktır. Bu durumda “Dinî Anlama ve Yaşama Tarzları Olan Mezhepler” “Riyaset ve Din Tacirliği Olarak Mezhepcilik” olarak ortaya çıkmaya devam etmektedir. Modern Türkiye’nin laiklik vurgusunun önemi ve çevresindeki mezhepler üzerinden yapılan vekalet savaşlarına dikkat çekme çabamızın Beşar Esed ile birlikte fotografımın yayınladığı bir dergi ile hedef gösterilmesi ülkemizdeki durumun vehematini göstermesi açısından önemlidir. (Hüküm Dergisi, yıl 6, sayı 64/2018, 6-10)
Tarihsiz okumaların talihsizliğinden kaçınmak için Safevî devletinin Şiîlik üzerinden Anadolu politikaları, bunlara karşı olarak da Sünnî Kürt aşiretlerin Osmanlı’dan destek istemesi ayrıntılı incelenmelidir. Özellikle Akkoyunlu hükümdarı Yakub’un (Uzun Hasan’ın oğlu) mahiyetinde görev yapmış, önemli bir tarihçi ve usta bir diplomat olan İdris-i Bitlisi üzerinden Şiî-Sünnî, Alevi-Bektaşi gerilimlerinde Kürt aşiretlerinin işlevi önemlidir. Çünkü Akkoyunlu ve Safevîler, Kürt aşiretlerinin ailelerin gücünü kırmaya yönelik bir politika sürdürürken Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim tam destek olmuştu.
Bu bilgilerden hareketle, Arap Aklının 7.asrın ortalarına kadar İslamiyet’in yayılma çağına kadar Doğu’yu yönettiğini söyleyebiliriz. 1050 yılına kadar bu temel sağlamlaştırıldı, ardından diğer kültür ve geleneklerle yüzleşme, etkileme ve etkileşim başladı. Bu süreçte Doğu’da Farsların önemli oranda hâkimiyeti sağladığı görülür. İslam öncesi tarihsel birikimleriyle uyum içinde olan bir İslam tasavvuru oluşturdular. O kadar ki Andre Miquel, “Farslar, İslamiyet’in itikadî esaslarına, dilini ve kültürüne karşı direniyordu” der. Samanoğlular dönemine İran Rönesans’ı mührünü vurmuştu bile denilebilir. 11. Asırdan itibaren de (1050) Türklerin dönemi ve “Türk Rönesansı” başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed’in Sultan-ı İklim-i Rum ve Halifey-i Ruy-i Zemin sıfatlarıyla Türk (İslam) Rönesans’ını bütün dünyaya ilan edilmesi ise İstanbul’un fethiyle gerçekleşmiştir.