Selim Gürbüzer


MIKROBIK ÂLEM


Topraktan yaratildik deriz ya hep, ama her nedense topraktaki çok sayida ve çesitli mikroorganizmalarin varligini ya unutur ya da görmezden geliriz. Oysa mikroorganizmalarin en önemli faaliyeti toksin ve toksik madde üretmenin yani sira çürüme ve kokusma denen hadisede mikroorganizmalarca üretilir. Iste bu üretim hadisesi aslinda bize bir noktada Kur’an tefsirlerinde geçen toprak ve çamurun süzülmüs öz (sülale) üretiminden sonra ki organik gida maddeleri temsilen kokusan et manasina gelen salsalin üretimini ve salsaldan da hamei mesnunun üretimine delalet teskil eden canli hücrenin yaratilisini hatirlatir. Tabi burada biz müminler olarak üretim ibaresini Yüce Allah’in yaratma fiiline araci unsur olarak da telakki edebiliriz. Nitekim mikrobik âlemin canli cansiz her varlikla dogrudan araci olma veya vesile olan bir iliskisi söz konusudur. Öyle ya, mademki çürüme ve kokusma mikroorganizmalarca üretilmekte, o halde bu durum canlilar dünyasinda ilk evvela mikroorganizmalarin yaratilmis olabilecegini akla düsürmektedir. Zira mikroorganizmalarin pek çogunda kendine özgü DNA’sinin olmasi akla düsen bu düsünceyi teyit eder niteliktedir. Bilindigi üzere deoksiribo nükleik asit distan basit çift sarmal halkadan olusan bir yapi gibi görünse de, daha derinlemesine incelendiginde DNA halkasinin her iki ucunda konumlanan nükleotid dizilimlerinin içine daldigimizda adina “adenin (adenilik asit), guanin (guanilik asit), timin (timidilikasit) ve sitozin (sitidilik asit)” denilen dört çesit nükleotid baz dünyasiyla yüzlesmis oluruz. Iste yüzlestigimiz böylesi mikroskobik dünyanin dirlik sütunlarina baktigimizda dört basi mamur diyebilecegimiz türden dörtlü kolonlarinda konumlanmis nükleotidlerin kendi aralarinda eslesmesiyle birlikte ait olduklari organizmalara hayat verdiklerini görürüz. Böylece hayatin temelinde pürin ve pirimidin moleküllerinin kendi aralarinda kurduklari bag iliskisinin neticesinde dirlik kazandiran yapilar oldugunun varligini idrak etmis oluruz. Hele ki söz konusu bu dörtlü nükleotid molekülünü bir arada iri ve diri tutan karbon, oksijen, hidrojen, oksijen, azot, kükürt ve fosfor atomlarinin da yapisinda kodlanmis halde bulunmasi canlinin hayatina dogrudan dirlik kazandirdigini ortaya koymaktadir. Ki, amino asitlerin her biri dört veya bes temel elementin yani sira ayrica her bir elementten de belli sayida bir araya gelmis olan proton, nötron ve elektronlardan olusmasi bunu teyit ediyor zaten. Hatta havada ki azotu baglayan topragin bagrindaki toprak bakterileri amino asit imal etmedikçe bitki köklerinin derdine derman olamayacagi gibi dirlikte kazandiramaz. Zira azot bakterisi, hem azotu baglayan yönüyle hem de üretmesi yönüyle faal bir bakteri olarak dikkat çeken bir canli türüdür. Sayet ortada bir bakteri programi varsa, bu demektir ki konaklayacagi maddenin yapisinda ki karbon atomuyla da irtibati olacak demektir. Hatta karbon maddesi yeri geldiginde (+) 4, yeri geldiginde (-) 4 deger iyon kazanabiliyor. Fakat karbonun (-) 4 degere indirgenmesi için enerjiye ihtiyaç vardir. Yani ortada dirlik kazandiracak enerji olmali ki; en azindan glikoz üretimi gerçeklesebilsin. Anlasilan her sey durup dururken olmuyor. Mutlaka (-) 4 yüklü bir karbon programinin da devreye girmesi gerekir ki organik karbon dönüsümü gerçeklesebilsin. Gerçekten de (-) 4) degerli bir karbon döngüsü sayesinde beraberinde hem eksi (-) degerli azotla birlesmis bir bag kurulumu hem de amino asidin hidrojeniyle bag kurulumu gerçeklesmis olur. Böylece dirlik tohumu topragin bagrinda mikroorganizma konakçisi üzerinden karbon ve azotun eksi (-) degerine bagli DNA molekülü olusumuyla birlikte anlam kazanmis olur.

Bilindigi üzere DNA sarmal bir zincir görünümünde ve spiral merdiven basamakli mükemmel bir minaredir. Bu sarmal zincirin basamaklarini ise dört çesit baz, deoksiriboz sekeri ve fosfat bilesikleri olusturmaktadir. Iyi ki de böylesi muhtesem sarmal merdivenimsin minare genomu var, bu sayede genetik materyalin DNA biçiminde depolanmasi bitki, hayvan ve insan gen kaynaklarinin muhafaza edilmesine yeni imkânlar sundugu gibi canli hücre içerisinde islevlik kazanip bu söz konusu islevsellik nesilden nesile kopyalanarak sürdürülür de. Elbette ki bu is için DNA gibi kendi kendini kopyalayabilir durumda özel bir donanima sahip olmasi gerekir ki DNA zincirini olusturan bilesikler sarmal merdivenimsin etrafinda halka olup canliligin devami süründürülebilsin. Nitekim bu noktada hücre içerisinde konuslanmis olan Endoplazmik retikulum bulunmaz bir nimet olarak kendini gsterip, bünyesinde tasidigi viskozitesi yüksek siviyla birlikte adeta iyon dedektör sistemi olarak vazife görmektedir. Öyle ki bu iyon dedektör sistemi sayesinde hem kendi enerjisini diri tutar hem de DNA kopyalanmasini sürdürebilirligini saglamak açisindan bir sonraki kusak hücreye enerji saglamis olur. Tabii tüm bunlari yaparken de yapa yalniz degildir, emrine amade diyebilecegimiz diger 5 ila 6 arasi bir sayida diyebilecegimiz organeller de bu is için vardir. Örnek mi? Iste mitokondri ve ribozomun herhangi bir maddeyi geregi yapilmak üzere ilgili yerlere ulastirmalari bunun bariz örnegini teskil eder zaten.

Mikroorganizmalar mikron seviyelerde çok küçücük canlilar olmasina ragmen adeta korkulu rüyamiz da olabiliyor. Neyse ki yüz binlerce mikroptan sadece yaklasik yüz tanesi hastalik yapabiliyor. O halde zaman zaman kendi kendimize; “Ey nefis gururlanma! Allah’in yarattigi bir mikroba karsi bile güç yetiremiyorsun” demekte fayda var. Halk tabiriyle mikroplar insanoglunun yillar boyunca mücadele ettikleri mikroskobik canlilardir çünkü. Tabiî bu arada belirtmekte yarar var; mikroskobik âlemde zararli olanlarin yani sira hiç kuskusuz faydali olan bakterilerde var elbet. Örnek mi? Iste yogurdun faydali mikroplarin faaliyetleri sonucu elde edilen iyi bir besin kaynagimiz olmasi bunun en tipik örnegini teskil edip ayrica yogurtta zararli mikroba karsi enzimlerin varligi da söz konusudur. Dolayisiyla yogurt; deyip es geçmemek gerekir, düsünsenize karacigerde bile üretilmesi zor, ancak insan için hayati öneme haiz birtakim ferment ve enzimleri içeren en önemli gida ürünümüzdür. Küflenmis peynirlerde keza öyledir. Yani küflü peynirin penicillium içermesi peynire antibiyotik özellik katmakta olup, bu sayede mikroplara karsi dirençli kilmamizi saglar. Hatta Yüce Allah (c.c), yogurdun disinda vücudumuzda faydali mikroplarda yaratmistir. Nitekim bagirsagimizda birbirini dengelemis yüzlerce faydali bakteriler vardir. Bunlarin kimi sindirim sistemine katkida bulunaraktan yedigimiz bitkilerin selülozunu sindirmekte, kimi vitamin yapiminda, kimi vücudun yapamayacagi folik asit gibi maddeleri üretmekte, kimi ise artik maddelerin içerisindeki zehirli maddeleri ayristirmakla görevlidirler. Hatta vücutta zehirli maddelerin gazlarini giderme islemleri içinde seferber olurlar. Özellikle bagirsaklarimiza konaklamis olan Escherichia coli bakterisi vücudumuz için faydali olan B vitamini üretmekte vazifeli oldugu bilinen bir gerçekliktir. Dolayisiyla hastalandigimizda rasgele antibiyotik almamali, aksi halde vücudumuz için faydali olan bakterileri yok yere ziyan etmis oluruz. Bu arada lenfositlerin de hakkini yememek gerekir. Çünkü onlar da zararli mikroplarin amansiz düsmanidirlar. Aslinda bahsettigimiz her iki hususta ilahi programin geregini yapiyor. Bir baska açidan degerlendirdigimizde ise mikroplar sayesinde lenfositlerin devamli uyanik tutulmasinin saglandigi belirlenmistir. Bu demektir ki mikroplar olmasaydi vücudumuz hastaliklara karsi uyanik kilinmayacakti. Iste vücudun direnç kazanmasi bu ikilinin mücadelelerinde gizlidir dersek yeridir.

Sonuçta mikroplar bir hücre hiyerarsisini temsil eden canlilardir. Zira mikrobun olmadigi bir yer hemen hemen yok gibidir. Hatta yeryüzünden on bin metre yüksekliklerde bile bakteri ve mantarin olabilecegi artik bir sir degil. Öyle ya, madem biyosfer âlem (canli küre), atmosfere kadar uzanmakta, o halde yeryüzü ile atmosfer arasinda attigimiz her adim, yiyip içtigimiz ve nefes alip vererek soluklandigimiz her ortam bizim için ayni zamanda mikroorganizma alani demektir. Su bir gerçek, sayet bulundugumuz ortamlarda hayvansal veya bitkisel kaynakli protein içeren kati ya da yari kati sivi gidalar sindirim sistemi bünyesinde parçalanip ayristirilmaksizin dogrudan kana karistirilmis olsaydi biyosfer küre içerisinde yasadigimiz hayat bize zindan olurdu. Malumunuz vücut için faydali proteinler L-aminoasit grubu içerisinde yer alirken, bakteri zarini olusturan proteinler ise D-amino asit grubu içerisinde yer alir. Ancak su da bir gerçek sindirim sistemi içerisinde yer alan bir takim enzimler adeta etten duvar örmüs halde kapsül içeren proteinleri parçalayamadiklari için vücudumuzun savunma mekanizmalari mikroorganizmalar karsisinda direnç kaybina ugrayabiliyorlar. Hatta bakterinin kendi zar yapisi da protein kilifi ile çepeçevre kusatildigindan icabinda dost düsman ayirt edilmesi noktasinda güçlükler yasanabiliyor. Iste bu tür karisikliklara mahal vermemek için, belli ki Yüce Yaradan mikroplardan korunmak adina bitkisel ve hayvansal kaynakli protein, yag ve karbonhidratlarin dogrudan alinip sindirilmesine yerine uzun ve mesakkatli diyebilecegimiz bir sindirim sistemi halk eylemistir. Düsünsenize dünyada en kolay is yemek yeme isi, o da çignemeden geçmemekte, Iyi ki de yedigimiz gidalari bir çirpi da sindiremiyoruz, bunun nedeni besbelli, bikere mideye gönderilecek gidalar degisik asamalardan geçmesi gerekir ki sindirim sistemimiz çöküvermesin. Düsünsenize öyle bir sindirim sistemimizin varligi söz konusudur ki yediklerimizi agzimizda ilk karsilayan tükürük bezlerinin içerisinde bulunan pityalin maddesi ve lizozim enzimi sayesinde mikroorganizmalar parçalanip bertaraf edilebiliyor. Sayet mikroorganizmalar lizozim enziminden paçayi kurtarabildiyse ne ala, kurtaramadiysa bu kez derhal mide asitleri bariyerine takilip eritilerekten sindirilip hevesleri kursaklarinda birakilabiliyor. Oldu ya mikroorganizmalar mide asitleri bariyerine karsi mukavemet gösterip siyriliverdi, bu kez bagirsak hücresi villuslarinca emilerekten kana karisip üstesinden gelinmeye çalisilacaktir. Hadi diyelim ki burada da alt edilip haklarindan gelinemedi, bu kez vücudun kimya fabrikasi diyebilecegimiz karaciger devreye girip mikroorganizmalarin saldiklari toksinleri etkisiz hale getirmek için çaba sarf edecektir. Oldu ya, karaciger de bu isin üstesinden gelemedi, bu durumda ister istemez toksinlerin vücuda yayilmasi kaçinilmaz bir hal alsa da en nihayetinde vücudun savunma mekanizmalari topyekûn olarak alarm verip son kozlarini oynayacaklardir. Derken topyekûn savunma hatti devreye girmesiyle birlikte hepten de vücudumuzun korunmasiz olmadigini idrak etmis oluruz. Ama bu demek degildir ki, ne de olsa vücudumuzun savunma bloku var diye her seyi oluruna birakilsin. Tam aksine tedbiri elden birakmaksizin düzenli bir beslenme, düzenli spor, düzenli bir sosyal hayatimizda olmasi gerekir ki asil saglikli hayat neymis o zaman savunma hattimiz anlam kazanmis olacaktir. Aksi halde her seyi oluruna birakirsak kurda kusa yem olmak an meselesidir diyebiliriz.

Hiç kuskusuz mikroorganizma deyince daha çok bakteriler akla gelmekte. Ancak bakteriler de kendi aralarinda sinif siniftirlar. Nasil mi? Mesela bakterileri sekillerine göre siniflandirildiginda basillus (çomak), vibrio (virgül), sprullum (spral, kivrimli), coccus (yuvarlak) vs. isimlerle siniflandirildigini görürüz. Hakeza ayni tür içinde bir gram bakterinin siniflandirilmasi yapildiginda ise gram negatif bakteri ve gram pozitif bakteri olarak adlandirilirlar. Her ikisi arasindaki fark ise su sekilde kategorize edilir:

-Gram negatif bakterilerin çeperleri daha kalin ve daha bir karmasik yapidadir,

-Gram pozitif bakterilerde murein madde daha kalinca bir tabaka görünümündedir.

Iste bakterilerin kendi aralarinda ki buna benzer ince ayirimlar ve siniflandirmalar bize gösteriyor ki; kâinatta yaratilan canli cansiz her bir canli varligin kendi içinde bile çesitliligi söz konusudur. Dolayisiyla bakterilerin, virüslerin, mantarlarin ve daha pek çok mikroorganizma türlerinin kendi içinde çesit çesit olmasina sasmamak gerekir, tam aksine bu durumu mikroorganizma dünyasinin zenginligine isaret bir gösterge olarak telakki etmemiz gerekir. En basitinde mesela Escherichia coli basilini çesitlilik yönünden mikrobiyoloji laboratuvar analiz çalismalarina tabii tutuldugunda dikkat çeken ilginç verilerle karsilasabiliyoruz. Örnek mi? Sayet Escherichia coli basilinin bir cinsi olan bakteriye radyoaktif azot enjekte edilirse, bu söz konusu bakteri kendisine verilen radyoaktif maddeyi kendi genetik karti için degil bizatihi radyoaktif madde tasiyan bir baska molekülün teshisi için kullanmasi bunun tipik bir örnegini teskil eder. Iste bu noktada radyoaktif maddeyi adeta kimyasal reaksiyon yöntemleriyle teshis edebilme özelliginden dolayi bakteriye ne kadar tesekkür etsek azdir. Hem nasil tesekkür etmeyelim ki, baksaniza mikrobun kendi kodlarinda teshis yapabilecek bir donanimin varligi söz konusudur, yeter ki bu donanimdan istifade edilebilsin bak o zaman zararli gördügümüz pek çok mikroorganizma bir anda isimize yarar veri kaynagi ve ise yarar biyolojik materyal kaynagi olabiliyor. Hatta bundan daha da ilginç özelliklere haiz öyle bakteri türleri de vardir ki; radyobiyoloji olarak altini saflastirma özelliginden dolayi ise yarar biyolojik materyal olarak kullanilabiliyor. Böylece bu tür özelliklere haiz bakteriler kuyumcularin en gözde bebegi olur da. Zira kimya fabrikalari dahi altini saflastirmada %99.99’in ötesine geçememektedir, dolayisiyla saflastirma islemini %100 basaracak sir sadece bu türden mikroorganizmalarin genetik kodlarinda gizlidir. Kaldi ki teshis islemlerinde iptidai gözle bakilan birçok tek hücreli mikro organizmalarin yapisinda bile envai türden kimyasal maddeleri birbirinden ayiracak donanima sahip yapida olduklari tespit edilmistir. Öyle ki gerek oksijen, gerek azot, gerek albümin bilesikleri, gerekse amonyak içeren maddeleri seçebiliyorlar. Bu nedenle oksijene duyarli bakterilerin hangi üstün teçhizatla oksijeni arayip bulduklari bilim adamlarinin dikkatini çeken bir hadisedir. Iyi ki de dikkate sayan olmus, bu sayede herhangi bir kapali ortamda minimum düzeylerde bile oksijenin varligini tespit için aerobik bakterilerinden istifade yoluna gidilebilmistir.

Mikroplarin vücut içerisinde izledikleri yollar genellikle agiz, sindirim, solunum ve sinir agi yolu ile kan damarlari ve lenf kanallari kanaliyla da gerçeklesmekte. Sayet bir bakteri türü bir insanin vücuduna çesitli yollarla girip vücudun savunma mekanizmasini bertaraf etmisse bu demektir ki o insan hastalanmasi an meselesidir diyebiliriz. Dolayisiyla bu durumda tez elden hastaligin teshisi için mikrobiyolojik analizler yapilmali ki bakterinin cinsine belirlenip hastaligin teshisi konulabilsin. Aksi halde hastalik tedavi edilemeyecektir.

Bir zamanlar insanda var olan timus bezi, epifiz bezi, bademcik ve kuyruk sokumu kemigi gibi organlar ise yaramaz ve körermis organ olarak biyoloji derslerinde anlatilirdi hep. Oysaki gelinen noktada timus bezi ve bademciklerin mikroplara karsi savunma görevi yaptiklari anlasilmistir. Timus bezi ayni zamanda kemik iligi hücreleri tarafindan imal edilen lenfositlerin egitim gördügü bir karargâhtir. Bu karargâh gögüs kemiginin hemen altinda bulunup, özellikle lenfositin canli ve dinamik kalmasini saglar. Yani lenfosit kemik iligi hücresine konuk olmadan önce inaktif olup, konuk olduktan sonra yaklasik 30 bine yakin sifre yüklenmekte ve yüklendigi misyon geregi hücre dolasimina geçip kontrol disi her ne kadar yabanci hücre varsa hepsini yok etmektedir. Degim yerindeyse timus bezi hoca pozisyonunda, lenfosit ise talebe konumundadir. Zira bu hoca talebe iliskisi lenfositlerin diplomasini alip hayata atilacagi ana kadar devam etmektedir. Öyle ki; lenfositler kendisine ögretilen sifrelere uymayanlari aninda imha edebilecek düzeye gelecek sekilde yetistirilirler. Her kim sisteme uyumlu bu noktadaysa o zaman problem yok demektir, her kim de uymazsa sistem disi edilmeye mahkûmdur. Bu yüzden lenfositlere kontrol amirlerimiz gözüyle bakmakta fayda vardir.

Birde bakterilerden daha da küçücük canlilar vardir ki, bu canlilar hepimizin bildigi virüslerden baskasi degildir elbet. Malum virüsler mikroskopla degil ancak elektron mikroskobuyla görülebilmekteler. Nitekim herhangi bir virüsü elektron mikroskobunda incelendiginde dis kismini koruyan bir çeper, merkezinde de çekirdek olusumunun varligi gözlemlenmis olur. Öyle ki virüsün dis kismini saran çeper protein içerirken, çekirdek kismi nükleik asit içerir. Mesela nükleik asit içerigini analiz ettigimizde bu bölümün iki ayri proteinden meydana geldigi görülecektir. Ki; bunlardan bir tanesinin yaklasik 5 milyon molekül agirliginda, hastalik olusturmayan ve nükleik asit içeren protein bir yapi da olup, digeri ise yaklasik 3 milyon molekül agirliginda, hastalik olusturan ve nükleik asit içermeyen bir protein yapi oldugu belirlenmistir. Iste görüyorsunuz sadece basit diyebilecegimiz nükleik asit donanimla mikroorganizma dünyasinda yerini alan virüsler, bir bakiyorsun kendisinden çok daha karmasik yapida bir donanima sahip canlilara adeta kök söktürüp gerektiginde dize getirebiliyor da. Örnek mi? Iste yaklasik 2 yil bir süreyle tüm dünyayi kasip kavuran Korona virüs bunun en tipik örnegini teskil eder. Baksaniza, neredeyse 2023 yilina geldigimiz noktada bile halen bu virüsle sürekli mücadele içerisindeyiz. Üstelik viral hastaliklari etkisiz hale getirecek tam dört dörtlük diyebilecegimiz ortada üretilmis bir ilaçta yoktur. Neyse ki genellikle virüsler cansiz ortamlarda inaktif haldedirler. Ta ki bir sekilde canli bir türün doku veya organlarina sirayet eder, iste o zaman ancak aktif hale gelip tehlike teskil edebiliyor. Derken konuk oldugu konuma göre hastaligin türü de belirlenmis olur. Mesela Hepatit B virüsü karacigere sirayet ettiginde hastalik olusturabiliyor. Ki; bu hastaliga neden olan bu virüs etkisiz hale getirilemedigi müddetçe ömür boyu tasiyici olarak vücut içerisinde kalabiliyor. Derken her an siroz ya da kansere riski olusturabiliyor. Ne diyelim, iste sizde görüyorsunuz ya, adindan da anlasildigi üzere virüsün ne zaman, nerde sirayet eder bilinmez ama firsatini yakaladiginda su bir gerçek ister cinsel yoldan, ister kan yoluyla, isterse solunum yoldan bulasmis olsun, sonuçta insan sagligini tehdit eden sinsi viral düsman olarak karsimiza çikmasi an meseledir diyebiliriz. Madem öyle, sakin ola ki virüsün tüm mikroorganizmalardan milimikron seviyelerde küçücük yapida olduguna bakip da hafife almayalim, aksi halde o hafife aldigimiz o küçücük yaratik tedbirsizlikten bizi alt edip sagligimizdan ve canimizdan olabiliriz.

RNA’da meydana gelenler

Bilindigi üzere virüslerde ekseriyetle DNA molekülü yoktur, ama bu boslugu RNA doldurmakta. Dolayisiyla virüs deyince ilk etapta RNA proteinleri akla gelmektedir. Nitekim çocuk felci virüsü, grip virüsü, TMV virüsü (tütün mozaik virüsü) bunun tipik misallerini teskil eder. Özellikle TMV üzerinde yapilan çalismalar bize genetik yapisinin RNA üzerine kurulu oldugu gösterir zaten. Hele ki W.M Stanley 1935 yillarinda Rockfeller Tip Arastirma Enstitüsünde iken “Tütün mozaik virüsünün özelliklerine sahip olan kristal bir protein elde edilmesi” baslikli bir rapor yayinlamasiyla birlikte virüs konusu daha da agirlikli olarak bilim dünyasinin gündemine girmistir. O yillarda yayinlanan bu rapor her ne kadar baslangiçta elestirel tartismalara maruz kalsa da, sonunda hakli çikan Stanley olmustur. Nitekim 1946’da Nobel ödülü almasiyla birlikte haksiz elestiriler son bulmustur. Nitekim rapor dogrultusunda sonradan ortaya çikan gerçek suydu ki; meger bahse konu olan proteinler tütün bitkisi yapraklarina bulastirildiginda mozaik hastaligi olusturabiliyormus. Hele ki virolojik çalismalar hiz kazandikça da Stanley, bu kez TMV virüslerinin oto katalitik (kendi kendine çogalma) özellige sahip bir protein olarak düsünülmesi gerektigini ve bu proteinin çogalabilmesi içinse de illa ki canli bir ortama ihtiyaç olduguna dikkat çeker. Fraenkel, Conrat ve arkadaslari ise Stanley’in elde ettigi proteinleri analize tabii tuttuklarinda bunlarin basit bir protein olmayip ribo nükleoprotein olduklarini belirlemislerdir. Belirlenen ribo nükleoproteinlerin ortasinda iplik seklinde uzanan RNA ve etrafinda yer alan protein moleküllerinden meydana gelen mikro çubuk vari diyebilecegimiz kristal yapilarin varligi ortaya konulmustur. Böylece Fraenkel, Conrat ve arkadaslarinin yapmis oldugu deneylerle bir virüse ait genlerin sadece RNA veya protein mi içerdigi, yoksa her ikisinin olusumuyla mi meydana geldigi türünden kafalarda olusan bir takim soru isaretleri ortadan kalktigi gibi bu arada RNA ve proteinleri birbirinden adeta tereyaginda kil çekercesine ayirabileceklerini de gösterebilmislerdir. Hakeza ayni sekilde birde isi tersinden baslatip, yani ayristirilan biyolojik örnekleri birlestirdiklerinde baslangiçtaki virüs konumuna tekrardan dönüstürmeyi basarmislardir. Iyi ki de ayristirma ve birlestirme islemlerine girisivermisler, bu sayede mesela ayristirma islemlerinden elde edilen saf nükleik asitler (RNA’lar) bir tütün bitkisinin yapragina bulastirildiginda mozaik hastaligina yol açtigi gözlemlenmistir. Iste bu gözlemler esliginde hasta yapraklardan elde edilen virüslerin bünyesinde protein kiliflarin varligi da tespit edilmistir. Ki, belirlenen protein kiliflar nükleik asitlerin tâ kendisi kiliflardir. Derken ayristirma ve birlestirme islemlerinden elde edilen bu veriler isiginda tasiyici virüs tasidigi RNA’larin hem kendi replikasyonlarini hem de kendilerine uygun protein kiliflarinin yapimi için gerekli genetik bilgiyi bünyelerinde barindirdiklari belirlenmistir. Hatta Fraenkel, Conrat ve Singer iki farkli virüs soyunu deneysel çalismalara tabii tuttuklarinda bitki üzerinde ne gibi etkiler yaptigini gösterecek RNA analiz ve izolasyon çalismalarina da koyulmuslardir. Böylece önce bu iki virüs soyundan protein ve RNA’lari birbirinden ayirmislar, daha sonra çaprazlayarak melez virüsler elde etmislerdir. Hatta bunlarla da kalmayip elde ettikleri melez virüsleri tütün bitkilerine bulastiraraktan hasta yapraklardan elde edilen virüslerin sadece RNA’dan yapilmis oldugu kesin bir sekilde ispatlamis oldular.

Peki, tüm bu çalismalarin hepsi iyi hosta sadece bitki virüsü üzerinde mi hastalik etkeni unsurlar tespit edilmistir? Hiç kuskusuz bitkilerin yani sira birçok hayvan virüslerinden saf RNA elde edilmek suretiyle de bulasici etken unsurlarin varligi ortaya konmustur. Örnek mi? Iste çocuk felci virüsünün RNA’si doku kültüründe insan hücrelerine asilandiginda hizla hücrelerin ölümüne yol açmasi bunun bariz bir örnegini teskil eder. Nitekim bu ve buna benzer örnekleme çalismalar sayesinde gelinen noktada ölü hücrelerden hem RNA, hem de protein kapsayan normal çocuk felci virüsleri elde edilebiliyor artik. Derken bu arada asi çalismalariyla da virüs genlerinin sadece RNA’dan elde edilebilecegini fark etmis oluruz.

Anlasilan o ki, yasadigimiz hayat sadece görünen bir âlemden ibaret degildir. Artik elektron mikroskoplarin kesfiyle birlikte görünen âlemin ötesinde mikro düzeyde de olsa bu âlemi gözlemleyebiliyoruz. Hatta elektron ve teleskop cihazlarin bile aciz kaldigi daha bambaska görünmez âlemler daha vardir ki hiç kuskusuz bu söz konusu âlem metafizik âlem olup, bu âlemin boyutlarini gözlemleyecek ve ölçümleyebilecek bir cihaz ortaya çikmadi, çikmaz da. O âlemi gözlemleme ancak Allah’a yakinligi artmis kalp gözü açik veli kullar gözlemleyebilir. Bunun disinda ne mümkün ki gözlemlenebilsin. Bizim gibi aciz kullar ise ancak ve ancak sadece görünen âlemle ilgili verileri gözlemleyebilir.

Vesselam.