Batı her şeyden önce neydik edip Papa’nın üstüne vazife olmayan siyasi çağrılarına kapılaraktan Türkiye’nin AB'ye girmesi yolunda kırk dereden kırk su getirecek çifte standart uygulamalarından vazgeçmeli. Aksi halde Avrupa’yla olan ilişkilerimiz her an kökten kopması an mesele diyebiliriz. Biz yinede her şeye rağmen eskiden olduğu gibi bu günde ilişkilerimiz devam edecekmiş gibisine her daim görüşmelere açık olmamızda fayda vardır. Bakınız Angela Merkel, Batı Almanya’da doğmuş Lutheryan mezhebine mensup bir papaz kızıdır. Ancak kilisenin babasını Doğu Almanya’da bir mahalle kilisesine tayin etmesi üzerine komünist blokta büyüyüp yetişecektir. Düşünsenize kendisi bir Lutheryan papaz kızı olmasına rağmen geçmişten geleceğe yönelik ileri ufuklu bir siyasetçi olduğunu 17 Mart 2007 tarihi itibariyle şu demeciyle kendini gösterecektir: “Size bütün söyleyebileceğim, 50 yıl içinde ilişkilerimizin daha yakın olacağıdır.”
İşte Angela Merkel’in verdiği bu demeçten de anlaşıldığı üzere uluslararası ilişkilerde yakınlaşmaya hem Batının ihtiyacı var hem de Doğunun. Zira bizim açımızdan ise bundan tam üç asır öncesi ortaya koyduğumuz İstanbul kriterlerimiz bunu gerektirmekte zaten. Gerçektende İstanbul bir zamanlar dünyanın örnek aldığı model bir kentti. Örnek modelimizi unutsak bile tarih bir şekilde örnekliğimizi hatırlatıyor bize. Nitekim hatırladığımızda bu modelin Kopenhag kriterlerinin çok üstünde bir kriter zenginliğe sahip olduğunun idrakine varacağımız muhakkak. Bu noktada yok Kopenhag kriterleriymiş, yok Avrupa normlarıymış, yok şuymuş, yok buymuş bize hafif gelir de. Dolayısıyla hiç kimse kalkıp da bize medeniyet dersi vermeye kalkışmasın, hiç kimse durduk yere şu kritermiş, bu kritermiş diyerekten pişmiş aşa su katmasın. Bizi yarım asrı aşkındır AB koridorlarının bekleme salonunda oyalamak aslında düpedüz oyunbozanlıktan başka bir şey değildir elbet.
Maalesef tarihte adalet kılıcımızı barbarlık olarak yaftalayanlar, kendi oyunbozanlıklarının asıl barbarlık olduğunu görmezlikten geliyorlar. Oysa Avrupa’da sağduyulu aydınlarında dile getirdikleri gibi barbarlık olarak yaftaladıkları o kılıç, âleme nizam vermek için parıldayan adalet kılıcıydı. Delil mi? İşte Osmanlı fethettiği topraklarda yaşayan toplulukların ne kültürüne müdahale etmiş, ne kültürlerini kurutmuş, ne arındırmaya kalkışmış, ne de milliyetlerine dokunmuş, bilakis adalet güneşiyle şemsiyesi altında bağrına basıp hayatlarını yeşertmesi bunun en bariz örnek delillerini teşkil eder. Hakeza Türkler olarak tarihte hiçbir topluluğa ne bir Vietnam cehennemi ne de Irak ve Suriye bataklığına benzer elim manzaralar yaşattık. Dini, rengi, ırkı ne olursa olsun sarayımızda devşirme sistemiyle vezirlik görevi bile vermişiz. Yetmedi fethettiğimiz topraklara Mevlana’nın, Yunus’un, Hacı Bektaşi Veli’nin, Hacı Bayram-ı Veli’nin nefesini de taşımışız. Ki; o nefesin taşınması demek insanlığın huzur bulması demekti.
Avrupa yolunda az gittik, uz gittik, dere tepe düz gitmiş olsak bile yarım asrı aşkındır bekleme odasında kalmakla artık bu iş kabak tadı verdi noktasına geldi diyebiliriz pekâlâ. Hatırlarsanız daha müzakerelerin ilk başlangıcının zor geçmesi, Avusturya’nın son anda tutumundan vazgeçmesiyle kıl payı çerçeve belgesi üzerinde anlaşacak noktaya gelinmesi, belli ki Avrupa yolunda daha çok mesafe kat etmemiz gerektiğinin işaretlerini vermişlerdi bize. Öyle ki 3 Ekim 2005 müzakerelerinin öncesinde Türkiye’nin Ermeni soykırımını tanıması gerektiğinin dillendirmelerinin ardından Türkiye’ye illallah dedirttirecek türden masadan kalkmasına yönelik girişimlere yeltenmeleri artık sinir uçlarımıza dokunan bir durum oluşturmuştu. Neyse ki, hükümetin soğukkanlılığı onların oyununu bozmaya yetmişti. Hiç boşa heveslenip yırtınmasınlar, şunu iyi bilsinler ki korkunun ecele faydası yoktur, her şeye rağmen Türkiye gayet soğukkanlılığını koruyarak sinirlerine hâkim vaziyette masadan kalkmaksızın tarihten gelen engin birikim tecrübesiyle müzakereleri başlatma tarihini koparmasını bilmiştir. Üstelik o günkü şartlarda hem AB içindeki Truva atlarının hem de AB karşıtlarının hevesini kursağında bırakacak bir şekilde oyunlarını bozucu diplomatik atak ortaya koyar da. Hatta Türkiye bunla da kalmaz, tarihler Haziran 2006’yı gösterdiğinde Rumların Kıbrıs meselesini bahane ederekten ortaya koyduğu veto tehdidine de eyvallah etmeyip soğukkanlı bir şekilde kurguladığı oyunu da boşa çıkartıp savmasını bilir.
İşte böylesi masada dikleşmeden dik durabilmek dediğimiz vakur ve kararlı adımlar atıldığı sürece şu iyi bilinsin ki kazanan taraf hep biz olurken kaybedense işi gücü kumpas kurmaya alışık klikler olacaktır. Avrupa yolculuğumuzun başından bugüne her ne kadar içte ve dışta yuvalanmış birtakım zinde mihraklar takoz rol üstlenseler de Avrupa kartını koz olarak kullanmanın işe yaradığı da artık bir sır değil elbet. Nasıl mı? Malumunuz vesayetin kol gezdiği eski Türkiye dönemlerinde insanımızın kendi öz yurdunda özgürce yaşaması için gereken normlar Brüksel’in koridorlarında ancak elde edilebiliyordu. Gerçekten de Türkiye’nin önünü tıkayan vesayet odaklarının cirit attığı dönemlerde daha çiçeği burnunda yeni iktidara gelen Tayyip Erdoğan’ın ilk aşamada AB kartını çok ustalıkla akıllıca kullanması sayesinde hor görülen insanımız bir nebze olsun soluk alabilmiştir. Düşünsenize tarihte tüm dünyaya insanca yaşamayı öğretici durumda iken bir bakıyorsun Cumhuriyetin milli şef döneminden itibaren vesayet odaklarına kaptırdığımız yıllarda bu kez insan hakları hususunda öğrenen konuma düşüveren biz olmuşuz. Hele bilhassa Cumhuriyetin son çeyreğinde türeyen 28 Şubat zihniyetinin ve buna bağlı bir takım derin içyapıların Avrupa norm kriterlerini insanımıza çok görmeleri gözlerden kaçmaz da. İşte bu noktada AB’ye üye olmak için gereken siyasi ve ekonomik kriterler ile AB müktesebatına uyum için gereken üç kriterin yerine getirilmesine yönelik kendi iç kanunlarımızda yapacağımız değişikliklerle bu söz konusu 28 Şubat zihniyetçi klik yapılara karşı bizim açımızdan AB kartını koz olarak kullanma fırsatı doğmuştur. Nitekim 2002 sonrası hükümetin Kopenhag kriterlerini ileri sürerekten pek çok kanunları değiştirmek suretiyle vesayet odaklarının canına adeta ot tıkamıştır. Derken Türkiye’nin üzerindeki baskı alanları bir bir ortadan kalktıkça artık Avrupa’ya göbekten bağlılığa pek ihtiyaç kalmayıp Kopenhag kriterleri yerine bu kez Ankara kriterleri devreye girecektir. Böylece gelinen noktada bizim Avrupa Birliğinin akıl hocalığına ihtiyacımız kalmadığı gibi şimdi tam aksine biz onlara artık akıl hocalığı yapan konumda “Yükselen Yeni Yüzyıl Türkiye” olarak adımızdan söz ettirmekteyiz habire. Baksanıza icabında onları uluslararası görüşmelerde ajandamıza bile almıyoruz. Dedik ya, artık kabak tadı veriyorlar, kriter miriter hak getire, terör örgütlerine destek vermekle ajandamıza almayı bile zül addediyoruz. Nasıl zül addetmeyelim ki, dünyanın neresinde bir terör örgütü varsa kaçtıklarında sığınacak liman Avrupa olmakta.
Evet, uzun ince bir yoldayız, oldu ya Avrupa yolunda mücadelemiz fiyaskoyla neticelense bile insanımızın insanca yaşama standardının aracı olan AB normları Ankara kriterlerine dönüştürme hamlelerimizle gün be gün Yeni Türkiye Yüzyılı hedefine ilerlemekteyiz de.
Velhasıl-ı kelam; Gün ola harman ola, bakalım daha neler göreceğiz.
Vesselam.