“Herkes benim düşünceme katılırsa, yanılmış olmaktan korkarım.” Oscar Wilde’ın bu sözü, farklı fikirlerin varlığını ve tartışma kültürünü ifade eden çok sevdiğim bir cümle. Ancak, Türkiye’nin yakın siyasi tarihine bakıldığında, farklı fikirlerin çoğu zaman bir tehdit gibi algılandığı, kutuplaşmanın derinleştiği bir tabloyla karşılaşıyoruz. Ekopolitik Düşünce Merkezi tarafından geçtiğimiz günlerde İstanbul Dedeman Otel’de düzenlenen “Ayrışmadan Uzlaşmaya: Demokrasiyi Yaşatmak ve Güçlendirmek” Sempozyumu, bu tabloyu değiştirmek ve demokrasi anlayışımızı güçlendirmek adına önemli bir platform sundu.
Benim de dinleyici olarak bulunduğum sempozyumda üç ana tema ele alındı: Türkiye’nin demokrasi serüveni, demokratik yenilenmenin ekonomik ve sosyal boyutları ve kurumsal reformların önemi. Panelistler, Türkiye’nin demokratik krizlerine dair çarpıcı tespitlerde bulunurken, somut çözüm önerileriyle bir uzlaşma kültürünün nasıl inşa edileceğine dair yol haritası sundu. Bu yazımda, sempozyum boyunca tuttuğum notları paylaşmaya çalışacağım.
Panelin ilk bölümünde, Türkiye’nin siyasi tarihindeki kritik kırılma noktaları masaya yatırıldı. Tarık Çelenk, Bekir Ağırdır, İpek Çalışlar, Taha Akyol ve Mithat Sancar’ın katıldığı bu oturum, Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda yaşadığı zorlukları anlamak ve çözüm yollarını tartışmak için geniş bir çerçeve sundu.
İlk panelist olan ve aynı zamanda Ekopolitik Genel Koordinatörü Tarık Çelenk, Gezi Parkı olaylarından başlayarak çözüm sürecinin başarısızlıkla sonuçlanmasına uzanan bir analiz sundu. Çelenk, Gezi olaylarının toplumsal bir uzlaşı arayışı olduğunu ancak devletin bu talebe güvenlik odaklı bir yanıt vermesiyle uzlaşma fırsatının kaçırıldığını ifade etti. Burada tam olarak neyi kastettiğini ilk fırsata kendisine soracağım. “2002’de sağlanan muhafazakâr-laik uzlaşısı, 2013 sonrası derin yaralar aldı” diyen Çelenk, Kürt toplumundaki aidiyet sorunlarının, demokratik güvence sağlanmadıkça çözülemeyeceğini belirtti.
Bekir Ağırdır, toplumsal kutuplaşmanın duygusal temellerine odaklandı. Ağırdır, siyasete olan güvenin neredeyse tamamen yitirilmiş olduğunu vurguladı: “Toplum, sorunları siyasi marifetle çözme inancını kaybetti. Güven ve umut yeniden inşa edilmeden demokrasi mümkün olamaz.” Değişen toplumsal ihtiyaçların siyasetin çözüm üretme kapasitesini aştığını ifade eden Ağırdır, Kürt meselesi gibi sorunların çözümünde önce güven duygusunun tesis edilmesi gerektiğini belirtti. Bekir Bey’in konuşması biraz karamsar geldi bana. Ben o kadar da pesimist değilim.
Yazar ve gazeteci İpek Çalışlar, Türkiye’nin geçmişteki hatalarını örneklerle ortaya koydu. “Hrant Dink cinayeti ve Dersim olayları gibi travmalar, Türkiye’nin demokrasi arayışını gölgeleyen kara lekeler olarak tarihe geçti” diyen Çalışlar, devletin toplumun ihtiyaçlarını anlamaktan uzak bir yapı sergilediğini ifade etti. Çalışlar’ın en dikkat çekici bulduğum ifadesi şuydu: “Devlet kutsal değildir; topluma hizmet etmesi gereken bir araçtır.” Haksız mı? Bence değil.
Deneyimli gazeteci Taha Akyol’u dinlemekten her zaman keyif almışımdır. Kendileri konuşmasında, demokrasi ve hukukun üstünlüğü arasındaki ilişkiye odaklandı. Akyol, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından bugüne kadar demokrasinin inişli çıkışlı gelişimini ele alırken şu tespiti yaptı: “Yetkinin tek elde toplanması, gücü bozar. Türkiye’nin kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı bir sisteme ihtiyacı var.” Akyol, demokratik bir toplum için hukukun üstünlüğü ve denetleme mekanizmalarının hayati olduğunu belirtti, vurguladı.
Panelin moderatörü Mithat Sancar, toplumlar arası barışın ancak diyalogla sağlanabileceğini belirtti. Sancar, çözüm sürecinin şeffaf bir şekilde yürütülmesi gerektiğini vurguladı: “Bu yolda yürümek için güvenceye ihtiyacımız var. Toplumun edilgen değil, aktif bir rol üstlenmesi gerekiyor.” Sancar’ın ‘ufuk’ ve ‘kabuk’ metaforları gerçekten değerliydi.
İkinci panel, demokratikleşmenin ekonomik ve sosyal boyutlarını ele aldı. Orhan Turan, Cansu Çamlıbel, Pierre Hazan, Uğur Özdemir ve Mustafa Cerić gibi isimler, demokrasinin ekonomik kalkınma ve toplumsal barış üzerindeki etkilerini tartıştı.
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan, ekonomik kalkınmanın ancak hukukun üstünlüğü ile mümkün olabileceğini vurguladı. “Hukukun üstünlüğü olmadan yatırım güvenliği sağlanamaz. Güçlü bir ekonomi için güçlü demokratik kurumlara ihtiyaç var” diyen Turan, kayyum uygulamalarını eleştirerek yerel yönetimlerin özerkliğinin önemine dikkat çekti.
Uluslararası hukuk uzmanı Pierre Hazan, adaletin geçiş dönemi toplumlarındaki rolünü tartıştı. “Adalet, toplumsal barışın yeniden tesis edilmesinde kritik bir role sahiptir” dedi.
Uğur Özdemir, kimlik merkezli kutuplaşmanın duygusal boyutlarını analiz etti. Özdemir, toplumdaki kabul görme ihtiyacının demokratik barış üzerindeki etkilerini tartıştı: “Toplumun farklı kesimlerinin ihtiyaçlarını anlamadan kutuplaşmayı azaltmak mümkün değil.” dedi.
Bosna-Hersek’in eski Başmüftüsü Mustafa Cerić, tarihsel bir perspektifle adalet ve barışın önemine vurgu yaptı. “Barış yapmak, savaşmaktan daha kutsal bir eylemdir” diyen Cerić, demokratikleşme sürecinin ahlaki boyutunu gözler önüne serdi. Cerić’in bu manidar cümlesini başlık yapmamak için hiç bir sebep yoktu.
Üçüncü panelde, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde kurumsal reformların ve yeni bir anayasanın gerekliliği ele alındı. Erol Yarar, Osman Can, Ramazan Arıtürk, Sevtap Yokuş ve Zeynep Ardıç, çözüm önerilerini sundu.
MÜSİAD Kurucu Genel Başkanı Erol Yarar, tarihsel tecrübelerin bugünün dünyasını anlamada rehber olabileceğini belirtti. “Adalet, barışın temel taşıdır” diyen Yarar, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin tarihsel birikim üzerine inşa edilmesi gerektiğini vurguladı.
Anayasa hukuku uzmanı Sevtap Yokuş, Güney Afrika’nın anayasa yapımı sürecinden örnekler vererek, Türkiye’nin kutuplaşmayı aşmak için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini tartıştı: “Anayasa yapımı, toplumun tüm kesimlerini kapsayan bir uzlaşma sürecidir.” şeklinde konuştu.
Ekopolitik Düşünce Merkezi Başkanı Dr. Ramazan Arıtürk, Türkiye’nin anayasa geçmişini ele aldı. “Yeni bir anayasa, otoriter yaklaşımların önünü kapatmalı ve toplumsal barışı sağlamalıdır” diyen Arıtürk, kapsayıcı bir anayasa sürecinin önemine dikkat çekti.
Sempozyumun kapanış konuşmasını yapan TBMM eski Başkanı Bülent Arınç, demokratikleşme sürecine dair derin bir tarihsel değerlendirme sundu. Kendileri programın başından sonuna kadar salondaydı, takdir ettim doğrusu. “Cumhuriyet, demokrasiyle taçlandırılmadıkça eksik kalır” diyen Arınç, demokrasiye dair ortak bir anlayışın geliştirilmesi gerektiğini vurguladı. İfade özgürlüğünün demokrasi için temel bir unsur olduğunun da altını çizen Arınç, “Demokrasi sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir yaşam tarzıdır” diyerek demokrasinin toplumsal hayata nüfuz etmesi gerektiğine işaret etti.
Kürt meselesi bağlamında çözüm sürecindeki hatalara değinen Arınç, “Belki bizim de hatalarımız olmuştur, ama uzlaşı olmadan bu mesele çözülemez” ifadeleriyle geçmişten alınacak derslere dikkat çekti. Arınç’ın, “Demokrasi, toplumun her kesimini kapsayan bir ortak payda olmalıdır” sözleri, Türkiye’nin demokrasiye dönüş yolculuğunda uzlaşının merkezde olması gerektiğini bir kez daha ortaya koydu.
Sonuç: Ayrışmadan Uzlaşmaya
Bu sempozyumun, Türkiye’nin demokrasi krizinden çıkışı için gerekli olan uzlaşma kültürünü inşa etmek adına önemli bir adım olduğu kanaatindeyim. Panelistlerin ortak mesajı açıktı: Demokrasi bir lüks değil, bir zorunluluktur. Farklılıkları bir tehdit değil, bir zenginlik olarak gören bir anlayışla geleceğe yönelmek mümkün. Türkiye, geçmişten ders alarak, güçlü ve kapsayıcı bir demokrasi inşa edebilir. Ancak bunun için diyalog, güven ve ortak değerler etrafında birleşmek gerekiyor.
Bence bu programın en önemli tarafı, Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda yalnızca sorunların tartışıldığı değil, aynı zamanda çözüm yollarının somut olarak sunulduğu bir platform olarak öne çıkmış olmasıydı.
Konuşmacılar, Türkiye’nin demokrasiye dönüş sürecinde uzlaşmayı temel bir ilke olarak benimsemesi gerektiğini vurguladı. Bülent Arınç’ın “Demokrasi, yalnızca bugünün değil, geleceğin Türkiye’sini inşa etmenin de temel taşıdır” sözleri, bu sürecin yalnızca siyasi bir mesele olmadığını, toplumsal bir yaşam tarzı olarak benimsenmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koydu. Türkiye’nin geleceği, ayrışma yerine uzlaşmayı, kutuplaşma yerine diyalogu, otoriterlik yerine hukuk ve özgürlüğü tercih etmekle şekillenecek.
Bugün atılacak cesur adımlar, yarının daha güçlü, kapsayıcı ve adil bir demokrasisini inşa edecektir. Türkiye’nin demokratikleşme yolunda geçmişten ders alarak ve geleceği ortak akılla inşa ederek ilerlemesi, sadece ulusal değil, aynı zamanda küresel bir örnek teşkil edebilir.