Selim Gürbüzer


BİR BÜYÜK MEDENİYETLE BULUŞMAK

Teknolojik gelişmeler eşliğinde dünya adeta küçük bir köye dönüşmüştür. Şüphesiz teknolojinin bu noktaya gelmesinde insanlık büyük bir uğraşı vermiştir.


Teknolojik gelişmeler eşliğinde dünya adeta küçük bir köye dönüşmüştür. Şüphesiz teknolojinin bu noktaya gelmesinde insanlık büyük bir uğraşı vermiştir. Belli ki insanlık önce kültürle yüzleşiyor, sonra kültürün olgunlaşmasıyla da medeniyet olunuyor. Kelimenin tam anlamıyla kültür belli bir kıvama ulaştığında ancak medeniyet gerçekleşebiliyor.

Anlaşılan tabiatı işleyerek kültüre ulaşan insanoğlu, sadece bununla kalmayıp kendisini bir anda medeniyet hamlesi içerisinde bulabiliyor. Şu da bir gerçek; medeniyetlerin oluşumu sadece bir milletin değerleriyle yükselmiyor, birçok milletin birbirlerinden aldıkları kültür alışverişlerin neticesi olarak ortaya koyduğu ortak değerlerin yoğrulmasıyla da vücut buluyor. Zaten tek tip medeniyet oluşumu eşyanın tabiatına aykırıdır. Dolayısıyla kültür alışverişlerini hafife almamak gerekir. Unutmayalım ki Osmanlı, Roma ve Bizans'tan sonra İslam’la buluşmanın neticesi olarak kendinden önce devr aldığı değerleri İslam’ın potasında yoğuran üçüncü Roma medeniyetidir. Bakınız Allah Teâlâ; “İnsanların bir erkekle bir dişiden yaratıldığını daha sonra birbirleriyle tanışıp münasebetler kursunlar diye kabilelere (şubelere) ayırdık ” beyanıyla bir anlamda kültür tanışıklığının medeniyet hamlesine kapı aralayacağının ilk işaretini veriyor.

Elbette ki insanlığın iç içe daireler halinde evrilmesi birbirini inkâr veya düşman ilan etmek manasına değil, birbirlerinin tecrübelerinden yararlanıp medeniyet olmak içindir. Her ne kadar Batı ve Doğu ayırımı yapsak bile aslında her iki kutup beynin iki yarım küresi gibidirler. Batı’da daha çok mekanizm ağırlıkta obje bir değer, Doğu da ise maneviyat baskın soyut bir değerdir. İnsanlığın geldiği noktada bir an bu iki baskın unsurun bir araya getirildiğini düşünün, hiç şüphe yoktur ki ikisinin bileşiminden büyük bir aksiyon doğacağı muhakkak. Ki, bunun insanlığa getiri katkı payı çok büyük olacaktır. Dahası ruh ve bedenin kaynaşması bir durum ortaya çıkacaktır.

Nasıl ki İslamiyet’in bir güneş misali doğmasıyla birlikte çöl insanı hayat bulup bedevi hayattan medeniyete geçiş yapmışsa, pekâlâ bugünde batının tekniği doğunun sevgisi bir araya geldiğinde erdemli bir medeniyetin doğması pekâlâ mümkün. Görüyorsunuz maddeci Batının maneviyattan yoksun medeniyet hamlesine girişmesi kan, gözyaşı ve sosyal huzursuzluk doğurmuştur. Şuan dünyanın dörtte üçü uygarlık kılıfı altında kirletilmiştir. İşte bu noktada doğunun sevgi hamuruna ihtiyaç vardır. Tabii doğunun da teknolojik donanıma ihtiyacı var. Her ne kadar Müminler “İlim Müslümanın yitik malıdır, onu nerede bulursanız alın” ilahi hükmün bilincinde olsalar da bu noktada maalesef bugün olmuş halen teknolojik bir hamle başlatmış değillerdir. Gerçekten de ilim yitik malımızdır. Üstelik tarihi süreçte bir zamanlar medeniyet nedir, ilim nedir tüm insanlığa öğretmişiz de, ama gel gör ki şimdilerde ise o ilimden artık eser yoktur, kayıp durumdayız. Zaten Batı dünyası bugün gelinen noktada teknolojinin keyfini çıkarıyorsa bunu büyük ölçüde İslam medeniyetine borçludur. Yani İslam medeniyetinden aldığı aşılar sayesinde bugünkü konuma gelmişlerdir. Ancak bu demek değildir ki doğu yeniden medeniyet olamaz. Biz biliyoruz ki Allah nurunu tamamlayacaktır. Zira Allah vaadinde hulf etmez.

Peki, Batı medeniyeti bizim yitik malımız derken, acaba batı bu gerçeğin farkında mı? Elbette ki bunu görmezden gelip inkâr edenler olduğu gibi hakkı teslim edenlerde var. Anlaşılan o ki hiçbir medeniyet kendinden önceki medeniyetten aşı almadan filizlenemiyor. Madem öyle, Batı neden bu denli İslam âlemine ön yargılı bir tutum sergiliyor, doğrusu bu durumu anlamış değiliz. Hadi bundan vazgeçtik diyelim, peki geçmişte kendi içinde bile medeniyet oluşumu için çırpınan insanlara karşı ön yargılı davranıp onları engizisyona mahkûm etmelerine ne demeli. Nitekim Sokrates ve Galile bunun en belirgin tipik misallerini teşkil ediyor zaten. Orta çağda skolâstik bataklığın içinde yüzen Batı dünyası, İslam âlemi üzerine düzenledikleri Haçlı seferleriyle dolaylı ya da dolaysız bir şekilde İslam medeniyetini tanıma fırsatı bulmuşlardır. Görünürde savaş yapıyor olsalar da gittikleri yerlerde bir şeyler görüp, bir şeyler aldıkları muhakkak. İşte bu görmüşlük veya alışverişler sonucu Batı da Rönesans doğmuştur. Şayet bu büyük tanışma olmasaydı Batı dünyası gelinen noktada yine karanlık çağını yaşıyor olacaktı.

Kaldı ki batıda sağduyulu aydınlar batı medeniyetine katkımızı dile getiriyorlar da. Ancak örtbas edenlerde var. Gerçeği örtbas etme daha çok elinde bulundurdukları güçlü propaganda araçları sayesindedir. Öyle ki bu menfi propagandalar etkisini gösterip yerli işbirlikçileri vasıtasıyla İslam âleminde aşağılık duygusu oluşturmuştur. Yine de gelecekte sağduyunun galip geleceğine inancımız tamdır. Hiç kuşkusuz bize ait her ne ışık kaynağımız varsa birçok yerli ve yabancı ilim adamlarının çalışmalarıyla bir gün er veya geç gün ışığına çıkacaktır elbet.

Maalesef yürürlükte olan eğitim sistemimiz yüzünden batı medeniyetine ilham olan asıl kaynağın İslam olduğu gerçeği gizlenmiş ve genç nesillere her şeyin batıya ait olduğu ezberletilmiştir. Tabii tarihi gerçekler genç kuşaklara böyle tanıtılınca haliyle yönümüzü batıya çevirmişiz, hatta tavaf eder olduk. Bu da yetmezmiş gibi kültürel değerlerimizin patentini batıya endeksleyecek noktaya gelmişiz. Üstelik Batı üstünlüğü psikolojisi genç nesillere mutlak hakikatmiş gibi sunuldu hep. Aslında bütün bu olanlara şaşmamak gerek, bikere her şeyden önce pozitivizmin sunduğu bilgiler batıya mal edilmiş durumda, sanki dönüşü olmayan bir yola girmiş gibiyiz de. Biz eziklik içerisinde yüze duralım, bakın dünyaca ünlü yazar Emanuel Shavar hem bir Türkolog, hem de Yunus Emre ve Mevlana’nın düşüncelerine hayran biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Hem nasıl hayran olmasın ki? Baksanıza Mevlana on üçüncü asırda atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronlardan bahsetmiş, hatta bunla da yetinmemiş güneş etrafında pervane olmuş dokuz gezegeni dile getirmiştir. İşte bu ve buna benzer örnekler ilmin o devirlerde ne büyük aşama kaydettiğini gözler önüne sermeye yeter artar da. Şimdi gel de Mevlana'ya hayran olma, ya da hayran olmamak elde mi. Düşünsenize daha birkaç asır öncesi yedi gezegenden bahsedilirken Mevlana Selçuklu döneminde dokuz gezegeni konu etmiştir. Gerçekten bu onun ne büyük bir deruni mutasavvıf düşünür olduğunu gösterir.

Madem öyle, üzerimizde ki ölü toprağı atıp uyanışa geçmemiz gerekiyor. Yeniden diriliş için ruh kökümüze dönmemiz gerekir. Şayet köksüz gelecek istemiyorsak buna mecburuz da. Sırf Greko-latin mayasıyla çağ atlayacağımızı sanıyorsak aldanırız. Mutlaka Kur’an ışığında ilim bizim rehberimiz olmalıdır.

Malum olduğu üzere 476 yılında Batı Roma imparatorluğunun yıkılmasıyla yerine Doğu Roma imparatorluğu (Bizans) geçer geçmesine ama batı 1453’e kadar bile orta çağ karanlığı içinde yüzüyordu. Dahası orta çağ döneminin iki hâkim unsurundan biri asiller diğeri papazlardı. Yani o günün egemen gücü asillerden oluşan derebeylik ve kilise sultasıdır. Dahası böyle bir sistemde köylü ve işçi, asillerin insafına bırakılmış ilim teknik ise hak getire papazların insaf tekeline terk edilmiştir. Elbette ki böyle bir sistemden medeniyet oluşumu çıkmaz. Çıkmayınca da etrafta olan bitenden habersiz bir hayat modelinin doğması kaçınılmazdır. Nitekim Abbasi halifesi Harun Reşid Şarlman’a çalar saat göndermiş, saati gören Frank imparatoru şaşa kalmış, hatta kilise zihniyetinin etkisiyle şeytan icadı deyip saati parçalamış da. İşte bu gerçekler ışığında Kopernik dünyanın hem kendi ekseni hem de güneş etrafında döndüğünü kilise sultalarından korktuğu için gizlemek zorunda kalmıştır. Hatta bu konuyla ilgili yazdığı kitap XVIII. asra dek yasak kitaplar listesine alınmışta. Hakeza Galile’de dünya dönüyor dediği için başına gelmeyen kalmamış ve ölene kadar bir eve hapsedilmiştir. İşte görüyorsunuz Orta çağ Avrupa’sı budur.

Peki ya İslam âlemi? Malum olduğu üzere Müslümanlar o günlerde en parlak devirlerini yaşıyordu. Bilhassa Osmanlı dönemiyle zirve yapmıştır. Hani yukarı sarılarda da ifade ettik ya Haçlı seferleri görünürde savaş gibi görünse de sonuçta batının uyanışına vesile olmuştur diyebiliriz. Nasıl vesile olmasın ki, bakın savaşların birinde Maricourtlu Peter Petrus mıknatıs ve pusulayı Müslümanlardan görür görmez kendi coğrafyasına (Fransa’ya) taşıyıp takdim etmişte. Her ne kadar bazı aklı evvel sözde aydınlar matbaanın bizim topraklara geç girişini dillerine dolasalar da ilk kâğıt üretiminin Yahya İbn-i Fadıl Bermeki tarafından gerçekleştirildiğini unutmuş gözüküyorlar. İşte o kâğıt üretimi öyle etkisini gösterir ki Harun Reşid dönemine renk katıp altın çağımız olarak kayda geçmiştir.. Hakeza Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u feth etmekle kalmamış, kurduğu medreseler (üniversiteler) sayesinde Ali Kuşçu gibi âlimlerin önderliğinde astronomi âlimlerin yetişmesini sağlamıştır. Kelimenin tam anlamıyla Batı orta çağda karanlıkta yüzerken bizse altın dönemlerimizi yaşamışız. Ama bir yere kadardır. Bir başka ifadeyle medeniyetlerde bir insan ömrü gibi doğar büyür ve ölür gerçeği kapımızı çaldığında medeniyet dönüşümü el değiştirecektir. İşte o el değişiminden bugüne ne dünya haritasını ilk çizen yeni Piri Reisler, ne de mikrobu keşfeden yeni Akşemseddinler çıkar oldu, sadece elimizde kala kala muhteşem mazimizin hatıraları kaldı. Zaten tek teselli kaynak olarak hatıralarımız var, o da olmasa hepten kuru meşe odunu robot olmaya mahkûm kalacaktık.

Batı dünyası bir şekilde bizim büyük medeniyet ışığımızla buluşmanın ötesinde birde buna ilaveten asiller ve kilise sultalarının hegemonyasından kurtulduğunda Rönesans’ı vuku bulmuştur. İşte daha düne kadar çalar saate şeytan icadı diyen zihniyet, Rönesans'la bu handikaptan kurtulurken, o arada bize ne haller oluyorsa bu sefer de onların düştüğü kuyuya biz düşüp her çıkan teknolojik icada gâvur icadı gözüyle bakar olduk. Neyse ki bir ara kendimize geldiğimizde bir baktık ki gâvur icadı demekle bir arpa boyu yol alınamıyor, ister istemez yönümüzü batıya çevirmek zorunda kalmışız. Elbette ki batının teknoloji birikimi için yönelmemiz gerekir, ama kimliğimizi yitirmeden yönelmek esas olmalıdır. Tarihimizi inkâr etmeksizin batıyla yüzleşmeli. Osmanlıyı karalamakla nereye varılır ki. Kaldı ki Osmanlı’nın tarım kökenli bir kültürü temsil ettiğini söyleyenler Mimar Sinan’ın şehir kültürü adına ortaya koyduğu cami, köprü, medrese gibi eserlerin görmezden geliyorlar. Bugün Mimar Sinan’ın yaptığı caminin önünden geçenler yaptığı çeşmelerden kana kana su içtikleri halde bütün bunları yok sayabiliyorlar. Besbelli ki ortaya konan eserler hem kentin tarihsel dokusunu hem de insani kimliğini belirlemede büyük bir öneme haiz. Üstelik bugün eğitim yapılan birçok binalar Osmanlıdan kalma ata mirasıdır. Yani hor gördükleri atalarımızın inşa ettiği binalardır. Geçmişimizin bize sunduğu mekân ve kültürel semboller geleceğimizin teminatıdır, ah bunu bir bilseler.

Osmanlı madem çok önemli kent kültürü oluşturmuş (asla kır’ı değil), hatta kent mantığı ile hareket etmiş, o halde bizde bilgi ötesi anlayışı ile çağlara ferman okuyabiliriz pekâlâ. Muhtaç olduğumuz medeniyet ruhu fazlasıyla genlerimizde mevcut zaten.

Velhasıl-ı kelam bir büyük medeniyetle buluşmak bugün değilse ne zaman? Zaman çabuk geçiyor, haremiler bize ait olan her şeyi çalmadan çabuk davranmakta fayda var. İnsanlığın yeniden bizim nefesimizle soluklanmasına ihtiyacını görür gibiyiz. O halde gün yeniden diriliş günü, titreyip kendimize dönme zamanıdır dersek yeridir

Vesselam.