Mevlüt Uyanık


Bir Nefes Felsefe 16

TEHÂFÜTÜ’L-FELÂSİFE: FİLOZOFLARIN TUTARSIZLIĞI MI; YOKSA GAZZÂLÎ’NİN YÖNLENDİRME VE YANILTMACASI MI?


Bu seri yazıları takip eden dikkatli bir okurun hatırlayacağı “Bir Nefes Felsefe 14” yazısında Gazzâlî’nin filozofları tekfir ettiği temel eseri üzerinde ayrıca duracağımızı belirtmiştik.  

Bilindiği üzere Tehâfütü’l-felâsife ile filozofların tutarsızlıklarının üç meselede tekfir diye nitelemesi temelde kozmolojik bir soru olan Evrenin ne zaman ve nasıl yaratıldığına dair açıklamaların önce itikâdî alana, sonra da fıkha taşınmasına bakınca, döneminde oldukça etkili ve hedefine ulaşmış bir ötekileştirme olduğu görülür. O kadar ki, günümüze kadar felsefe karşıtlığını beslemektedir. 

İbn Rüşd, Faslu’l-makâl fi-ma beyn-el-hikmeti ve'ş-şeriati min-el-ittisal, adlı hacmi küçük etkisi büyük olan risalesinde felsefe yapmanın hükmünü sormuş, dinen mübah mı, mahsurlu mu, emredilmiş olup olmadığını sorarak metne başlar.  Felsefe yapmanın zorunlu yani vacip ya da mendup yani uygun olduğu kanaatine varır. Buna dair ayetleri verir, ardından tevil kavramını ayrıntısıyla inceler ve Gazzâlî’nin filozofları tekfir ettiği hususlara gelir. Müspet ilimler tahsili de bulunan ve en büyük Aristo şarihlerinden olan İbn Rüşd, alemin ezelî veya sonradan olması konusunda Eş’arî kelamcılar ve filozoflar arasındaki farklılığın neredeyse bir isimlendirme farklılığı olduğunu belirtir. 

Bu görüşleri ayrıntılı olarak müzakere eder ve Gazzâlî’nin burhan kitaplarında yer alması gereken hususları şiîr-hatabî-cedelî yöntemlere halka yönelik kitaplarda yer vermesinin tutarlı olmadığını, hem dine hem de hikmete karşı hata yaptığını söyler. Zaten kendisi de mizaçları uyarmak bahanesiyle Eş’arîlerle Eş’arî, Sufîlerle Sufî, filozoflarla filozof olduğunu itiraf eder. Ona göre halkın geneline din açısından ehil olmayanlara tevili açıklayan kişi o şeriatı ifsat eden ve ondan alıkoyandır, dolayısıyla  İbn Rüşd, küfür ithamının aslında Gazzâlî’ye geri döndüğünü söyler. (İbn Rüşd, Fasl’ul-Makal ve takriru ma beyne’ş-şeriati ve’l-hikmeti bin’el-ittisal: Felsefe ve Din Arasındaki Uyum Hakkında Nihai söz, çev.M.Uyanık-Aygün Akyol, Ankara: Elis Yayınevi 2019,  53-66) 

Tehâfüt tartışmalarını oradaki argümanları “zihinsel çeldiriciler” olarak okumakla neyi kast ettiğimi önceki yazılara ilaveten biraz daha ayrıntılı görelim: İbn Rüşd’ün öncüleri olarak gördüğü Farâbî ve İbn Sinâ’yı eleştirdiği gibi onlara yönelik karşı eleştirilerin tutarsızlığını/çeldirici boyutuna dikkat çektiği için önemsiyorum. 

  • Tutarsızlık ve Çürütme mi; Yoksa Zihinsel Çeldirici ve Yanıltmaca mı?

Bana göre Gazzâlî’nin filozofların tutarsızlıkları olarak gördüklerini “zihinsel çeldirici” diye nitelenmesi gerekir. Çünkü kendisi doğrudan tahsil etmediği ilimlerin alanıyla ilgili özellikle metafizik konularda yanıltıcı fikirler ileri sürdüğünü söylüyoruz. O da filozofların sudur/feyz öğretisiyle Tanrı’nın yaratıcı olduğu ilk önermesinin değillenmediğinin farkındadır ama çeldirici bir şekilde Tanrı’nın özgür iradesine halel geldiğini söyleyerek tekfir eder. Nitekim Tehâfüt’teki tartışma bu öğretilerin doğrulu hakkında olmaktan çok filozofların bu görüşleri tanıtlamayla kanıtlayıp kanıtlamadığına dair olduğu, kanıtlanmamış öğretilerde doğru olabileceği üzerinde durduğu belirtilir. Bu reddiyesinde diğerinde olduğu gibi er-Red veya el-Fadail/Rezillik” gibi kavramlarını kullanmamasının gerekçesi bu olabilir. Aslında Gazzâlî, filozofları bu öğretilerin felsefeyle çıkarsanmadığını ama vahiyden veya sûfîlerin iç görülerinden alındığın kabul etmeye zorlamak amacın olduğu vurgulanır.   Mişkât ve bazı diğer eserlerinde eleştirdiği görüşleri daha sonra benimsemesinin ciddi kafa karışıklığına neden olduğu üzerinde durulur. 

Buna ilaveten Gazzâlî’nin bir “sözde çürütme”yi sahaya sürdüğünü belirtenler de var. Çünkü Gazzâlî  filozofların öğretilerinin nerede yanıldığını ve neden yanlış olduğunu kanıtlama gereği duymaz, aslında ona göre bunların mutlak yanlış olmaları da gerekmez, kanıtlanmamış olmaları yeterlidir. Filozofların bazı öğretilerinin doğruluğun çürütmeye giriştiğinde bile onların yanlış olduğunu göstermeye gerek duymamış, yalnızca söz konusu öğretilerin kanıtlanmamış ve vahyin zahiri beyanına aykırı olduklarını gösterme gereği duymuştur. Böylece filozofların otoritesini tesis edemeyeceklerini, had bilmez kibirlerini boşa çıkaracağını, onların bazı takipçilerin dine karşı takındığı küçümseyici tutumu ve felsefenin vahiyden bağımsız olduğunu dillendirenlerin görüşlerini çürüteceğini düşünür. Müzakere ettiği yirmi meselede belirli delillerin ve açıklamaların mantıksal durumuna dair tartışmalar yürütmesi bu nedenle olsa gerektir. (Frank Griffel, “Gazzâlî ’nin Tehâfütü’l-Felasaife’si İslam Felsefesi: Filozoflar ve Eserleri, edit:Khaled el-Rouayheb-Sabine Schmidtke, çev. Mustafa Yalçınkaya, İstanbul:Litera Yayıncılık 2021:289-291)

Sufî yöntemi tercih ederken kelâmî, felsefî ve ta’limi öğretileri eleştiren ve reddeden Gazzâlî, son tahlilde, zahir ve batını iç içe gören, maddî ve manevî yaptırımlarıyla fıkhı işlevsel kılan, yolların en doğrusu olan mutasavvıfların tutumu daha tutarlıdır, der. Çünkü bu söylemde, şer’î ve aklî ilimleri derinlemesine kavrayıp, bunlarla  amel ettikten sonra mükaşefe aşamasına geçilir. Bunun sonucunda herhangi bir şekilde Allah ile hulul, ittihad ve vusul ettiğini söylemesinin hiçbir değeri yoktur ve yanlıştır der.  Tamam, böyle diyebilir de ama aynı Gazzâlî, Mişkât adlı eserinde tamamen farklı bir portre çizdiğini hatırladığınız değil mi? Birinin halk/avama, diğerinin seçkin/havas’a yönelik yazdığını söylemek de durumu kurtarır mı bilemem, çünkü burada Munkız’da olduğu gibi herhangi bir ötekileştirme ve tekfir etme yoktur. 

Gazzâlî, Allah’ın semaların ve arzın nuru olduğunu ifade eden âyete dayanarak (en-Nûr 24/35) daha sonra Sühreverdî’nin ortaya koyduğu İşrâkıyye felsefesine benzeyen teosofik ve hermetik bir ilâhiyyât geliştirdiği belirtilir. Ona göre Allah en yüce ve hakiki nurdur, diğer bütün nurların da kaynağı O’dur. Ruhanî-cismanî, mânevî-maddî bütün varlıklar aslında o nurun yansımalarıdır derken sudur kavramının yerini tecellî, akıl kavramının yerini nur almıştır. 

Öyle gözüküyor ki, ittihat ve hulul iddiasında olanlardan uzak durduğunu söylediği Munkız’da görüşleri ile tamamen bir nur metafiziği yaptığı Mişkâtü’l-Envar risalelerini mukayeseli okuyarak incelemek uygun olur. Çünkü -Munkız’da ise aklın basiretine bir sınır çizerek, aşkın problemler karşısında son sözü söyleyemeyeceğini belirtirken, Mişkât’da a düşüncenin sezgi ve akıl yönünü inceleyerek, sezgiyi üstün tutar; İhya’da ise bu ikisini eşit kıldığı görülür.  

Sonuç yerine sorular: Bu durumda hangi kitabındaki Gazzâlî öncelenecek? Kitaplarının bazılarını halka/avama, bazılarını seçkin sınıfa/havasa, bazılarını da seçkinlerin seçkinlerine (havassü’l-havas) yazıldığını söylemek, tekfir kültürünün ve felsefe karşıtının yaygınlaşmasına olan katkısını giderecek mi?

Ya da kendi ifadesiyle “Şimdiye kadar uğraştığın ilim ve yaptığın amellerin tamamı riya ve gösterişten ibarettir; şimdi ahirete hazırlanmazsan ne zaman hazırlanacaksın? 

Bu alakalarını şimdi kesmezsen ne zaman keseceksin?” (Munkız.prg.97/112) deyip şimdiye kadar devam eden ve oldukça önemli katkı sağladığı tekfir söylemine kurban giden alimlerin ahiretteki hesabından kurtulmuş olacak mı? 

İyi ki ahiret var ve Rabbim, özellikle kul (bireysel hak ve özgürlüğü ihlal edilmiş insanların) haklarının hesabını soracak, bundan eminiz. 

Gazzâlî okumalarını onun bir sistem düşünürü olup olmadığı meselesiyle önümüzdeki hafta müzakeresini yaparak bitirelim nasipse.