Değişim gerek ülkelerin gerek toplumların gerekse bireylerin doğuşundan gelişmesine, gelişmesinden olgunlaşmasına, olgunlaşmasından gerilemesine, gerilemesinden çöküşüne bir dizi sosyal, ekonomik ve kültürel yönden geçireceği değişikliklerin tümünü kapsayan alın yazgısı olguların ta kendisidir. Değişim karşısında direnenler isteseler de istemeseler de er geç değişim gerçeği ile bir şekilde yüzleşebiliyor, bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Çünkü bizatihi değişimin tabiatında var olan unsurların olgunlaşmasıyla birlikte gün yüzüne çıkan bir gerçekliği söz konusudur. Bu demektir ki değişime yelken açan tüm unsurlar bir şekilde kendine akacak bir kanal bulup ülkelerin, toplumların ve bireylerin karşısına alın yazısı bir gerçeklik olarak çıkabiliyor. Yeter ki değişim sürecinde denge kaybına uğranılmasın bak o zaman yelkenler vira bismillah ötelere yol alırda.
Bakın, Cevdet Paşa değişim hususunda ne diyor: “Toplumlar için asıl büyük tehlike, geçiş dönemlerinde dengeyi kaybetmektir. Değişmemekte ve statik kalmakta direnen memleketler kadar dengeyi kaybedenler de tarihin harabelerine gömülmüşlerdir.” Hakeza İbn-i Haldun’da insanın ömrü boyunca çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık olarak geçireceği üç aşamalı hayat evrelerinin bir benzerini toplumlarında geçireceğini beyan etmişlerdir. Yani dünyaya gelen her bir insanın hayat boyu geçireceği çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık devrelerine benzer bir durumun milletlerin de tarih boyunca geçireceği doğuş, yükseliş ve çöküş evreleriyle birlikte ömrünü tamamlayacaktır. Aslında İbn-i Haldun’un toplumların başına gelebilecek bu alın yazısı evreleriyle ilgili tespitini Osmanlıda çok önceden biliyordu pekâlâ. Ama Osmanlı yine de sanki hiç yıkılmayacakmışçasına “Ebed müddet” ülküsünce hareket etmiştir hep. Hem nasıl öyle hareket etmesin ki, bikere her şeyden önce Peygamberimiz (s.a.v)’n beyan buyurduğu veçhiyle “kıyamet kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz” düsturunu ülkü edinmişlerdir. İşte böylesine bir anlayışla hareket eden Osmanlı ‘Devlet-i ebed müddet’ ülküsüyle tarihe yön vermesi gayet tabii bir durumdur. Şayet Osmanlı Devlet-i ebed müddet ülküsünün tam aksi istikamette hareket etseydi tarihte en uzun ömürlü ayakta kalabilen cihangir devlet olarak adından söz ettiremeyecekti. Ülkelerin şöyle imparatorluk dönemlerine baktığımızda bu uzun soluklu ülkünün gereğini ancak Osmanlı başarabilirdi ki, nitekim 600 yıl ayakta kalmayı başardı da.
Anlaşılan o ki; değişim hem insanların hem toplumların hem de devletlerin başına gelebilecek kaçınılmaz alın yazısıdır. Madem öyle, değişimin an be an yaşanabileceğinin farkındalığına varmak gerektir. Zira böylesi bir bilinç farkındalığıyla gelmiş geçmiş tüm vakıaları sebep netice çerçevesinde değerlendirmek çok kolay olacaktır. Dahası farkında olmak bir anlamda değişim rüzgârları karşısında nasıl bir tavır takınmamızı ve nasıl bir yol izlememiz gerektiğini de beraberinde getirecektir. Şayet değişimin farkındalığına varmaksızın bir yol takip ettiğimizde biliniz ki değişim rüzgârlarının hangi yönden estiğinin karşısında şaşa kalıp akıl tutulması bir hal yaşayacağımız muhakkak. Derken vakıaları objektif kriterler çerçevesinde değerlendirmek yerine hislerimizle hareket etmek suretiyle yanılgıya yol açacak değerlendirmelerde bulunacağız demektir. Hem kaldı ki, sırf duygu ve sezgilerle nereye varabiliriz ki. Neyse ki kadim coğrafyamızdan tarihi olaylara değişim gözlüğü açısından değerlendiren İbni Haldun, Cevdet Paşa, Abdülaziz’in veziri Ali Paşa, Said Halim Paşa ve Fuad Köprülü gibi bilge şahsiyetlerimiz var da bu sayede gelecek kuşaklarda artık vakıaları değişim yönünden değerlendirir hale geldi diyebiliriz.
Statükoculuk
Malumunuz değişimin zıddı kavram statükoculuktur. Değişim gerçeğini fark edemeyen birtakım aklı evveller statükoculukta direnseler de sonuçta değişim akıntısının tersine bir yol kat edemeyeceklerdir. Nasıl ki İslam’ın çöle inen nuru bedevi toplumunun üzerine bir güneş gibi doğup kızını diri diri toprağa gömecek kadar merhametten yoksun bedevi Arap toplumunu nasıl değişime yelken açtırmışsa, aynen günümüz dünyasında da mazlumların ahu figanlarına duyarsız kalan ve insanlıktan nasibini almamış tüm beşeri sistemlerin de elbet bir zaman diliminde “Allah nuru tamamlayacaktır” (Saff, 61/8) ayetin sırrınca değişime uğramaları pekâlâ mümkün. Öyle ya, zulüm hiçbir devirde payidar kalamayacağına göre tüm beşeri sistemlerde bir noktada Yüce Allah’ın vaad ettiği nuru tecelli ettiğinde kendilerine çeki düzen verip değişmeye mecbur kalacaklardır, bu kaçınılmazdır. Bikere statik kalmak eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur, Allah ve Resulünün hakikatleri dışında hangi beşeri sistem olursa olsun değişime ayak uydurmak zorundadırlar. Nitekim zaman zaman devletin en üst tepesinde bile sıkça duyduğumuz “sistem tıkandı, bu sistemle artık yol alınamaz” babında ifade edilen cümleler aslında değişim gerçeğinin artık devlet erkânınca bile dile getirildiğinin bir itirafname delili sayılır. Ancak bu tür söylemler şimdilik itirafname ekseninde seyretmekte. Zira devletin içinde sistem değişikliğine direnen statükocu zihniyette ki bir takım siyasi ve bürokratik kadrolar bu hususlarda takoz olmaktalar. Baksanıza Yeni Yüzyıl Türkiye’sine yakışır yeni bir Anayasa ile gidilmesi noktasında daha şimdiden statükocu kesimlerin huzursuz oldukları her hallerinden kendini belli ediyor da.
Evet, öyle anlaşılıyor ki tarihi süreç içerisinde bedeviyetten (kabileci) hadariyete (yerleşikliğe geçiş) geçişte yaşanan bir takım kanlı olayları analiz ettiğimizde değişimin hiçte öyle kolay bir şekilde vuku bulamayacağını görürüz. Ama şu da var ki sonuçta her devrin statüko düzeni bir şekilde pılını pırtısını toplayıp tarih sahnesinden çekilebiliyor. Nitekim dün Hıristiyanlığı yaymak isteyen ilk Hıristiyanlar Roma İmparatorluğu’nun şiddetiyle karşı karşıya kalıp aslanpençelerine parçalattırılmış olsalar da sonuçta kazanan yine değişim olmuştur. Böylece Roma'nın hevesi kursağında kalıp değişime teslim olmak zorunda kalmıştır. Keza Fransız jakobenizmi, Rus Bolşevizm’i ve Alman Nazizm’i de tarihe ihtilallerle damgasını vurmuşlardı. Damgasına vurdular da ne oldu değişime yelken açılmayınca Jakobenizm, Nazizm ve Komünizm gibi beşeri sistemler içinde çöküş kaçınılmaz bir akıbet olur.
Değişim Öncüsü
Şu bir gerçek değişim bir anda gün yüzüne çıkmıyor nice bedeli ağır olaylar yaşandıktan sonra ancak gün yüzüne çıkabiliyor. Hatta bir önceki statik düzeni ortadan kaldırmakla da hemen değişim vuku bulmaz, illa ki bir geçiş sancısı da yaşanması gerekir ki değişim vuku bulsun. Malum değişim vuku bulduğunda bir yenisi start almış olur. Örnek mi? İşte en son Peygamberimiz (s.a.v)’in âlemlere rahmet olarak gelmesiyle birlikte cehaletin yerini ilim, insanların kendi elleriyle yaptığı puta tapınmanın yerini Allah inancı, falcılığın yerini mutlak hakikat almıştır. Böylece Allah Resulü (s.a.v) hiç şüphe yoktur ki tüm insanlığın da değişim öncüsü olmuştur. Ki, insanlık Onun gelişiyle birlikte insanlığını hatırlayıp O’nun rahmetiyle sahte mabutlara meydan okuyabilmesini öğrenmiştir. Hakeza Peygamberimiz (s.a.v) “Allah’tan başka tapınılacak ilah yoktur” fermanıyla kula kul olunamayacağını, eşyanın esareti altına girilemeyeceğini tüm beşeriyete ilanını duyuran tek değişim öncüsüdür. İşte bu çağrı sayesinde maddenin, eşyanın ve makam mevkilerin geçici olduğunu, baki olanın ise Allah olduğunu idrak etmiş olduk. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v); “Bedeviliği bırakın medeni olun” diye beyan buyurmakla hem değişimin ilk fitilini ateşlemiş hem de ümmetinin tarihi süreç içerisinde İslam medeniyetinin oluşumuna katkı sunan devletlerin tarih sahnesinde yer almasını sağlamıştır. Öyle ki Avrupai devletler orta çağ karanlığında debelenib dururken, Peygamberimiz (s.a.v)’in ümmeti olarak bizler ise Allah Resulünün beyan buyurduğu “Bedeviliği (göçebeliği) bırakın medeni olun” buyruğu sayesinde medeniyetlerden medeniyetlere koşan devletler kuraraktan altın çağlarımızı yaşayıverdik.
Malumunuz ortaçağ karanlığı deyince bilimi giyotine veren kilise papazları aklımıza gelir. Bilimi giyotine verdilerde ne oldu, skolâstik orta çağ dünyasının karanlık hâkim güç unsuru kiliseye karşı verilen mücadelede Galile, Bruno ve Kepler gibi nice bilim adamları bugün olmuş halen adından söz ettirmekteler. Bu yüzden bu bilge adamlar hakkında tüm insanlığa bilim bakımdan rehber olmuş değişim öncüleridir dersek yeridir. Hakeza sanayi ve endüstriyel çağı diye bilinen sosyal adaletsizliklerin diz boyu yaşandığı 18. ve 19. Asırlarda kapitalist burjuva şeflerine karşı hak talep edip grev yapan işçiler de değişim öncüsüdürler. Milletler arası sömürünün had safhaya ulaştığı dönemlerde sömürülen ülkelerin emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vermeleri de bir tür değişim hareketidir. Bu arada Türk milletinin yedi düvele karşı gerçekleştirdiği Milli kurtuluş destanı da bir tür değişim hareketidir. Bu yüzden Milli mücadeleyi, sadece askeri planda değerlendirmeyiz, aynı zamanda sosyal, siyasi ve ekonomik emperyalizme karşı Kuvayı milliye ruhunun şahlanış başkaldırışı hareketi olarak görürüz hep. Nitekim Türk’ün yedi düvele karşı bu şahlanış ruhu Ortadoğu’ya hatta Kara Afrika kıtasına rehber olup bu yönde değişim öncüsü olmuşuz da. İşte yukarıda bu ve buna benzer sıraladığımız tüm örnekler değişim gerçeğinin hemen her devirde vuku bulduğunu, yaşadığımız çağda ve gelecek çağlarda da vuku bulacağının gösteriyor bize.
Değişim Süreci
Tarihe kök salmış millet olarak çadırdan ev ve saraya, kopuzdan ney ve uda, otağ şölenlerinden imar inşasına daha nice dönüşüm ve değişim süreçlerimiz olduğu gibi şahıs bazında da Oğuz Kağan’dan Kanuni’ye, Tanyukuk’tan Ebussuud Efendiye, Lütfi Paşaya ve Baki’ye uzanan değişim zincirlerimiz söz konusudur. Hakeza unvan yönünden değişim ise, tarihte Kağan veya Bey’in yerini Padişah alırken, günümüz Türkiye’sinde de Başbakan ve Cumhurbaşkanı ismiyle değişim yaşanmıştır. Bu arada yeri gelmişken sormadan edemiyoruz, unvan bazında değişimler yaşanır da sosyolojik bakımdan değişim yaşanmaz mı? Elbette ki yaşanır. Şöyle ki; eski göçebe kültür hayatımızda “Baş kesip kan dökmek yiğitliktir” veciz sözü Türk kağanlarının pusatında kuru cihangirlik davası şeklinde tezahür ederken, yerleşik kültür hayata geçtiğimizde hakanlarımızın o misyonu Fatih’in elinde Peygamber gülü koklayaraktan kendini resmettirmek suretiyle İla’yı kelimetullah için Nizam-ı âlem davası şeklinde tezahür edip dönüştüğünü görürüz. Öyle ya, adına ister yaylak kışlak hayat denilsin, ister göçebelik hayatı denilsin hiç fark etmez, sonuçta her toplumda olduğu gibi bizimde göçebelik, yerleşik ve devletleşme süreci safhalarımız olmuştur. Derken çadırdan ev ve saraya uzanan bu süreçte hem fonksiyon yönünden hem de içerik yönünden bir değişim süreci yaşamışız. Kültür hayatımızda ise sertliğin ve kabalığın yerini zarafet ve incelik almıştır. Kelimenin tam anlamıyla birincisinde o çetin göçebe şartlarının oluşturduğu mücadelenin yansıması diyebileceğimiz kabalık ve cevvalliğin egemen olduğu hayat biçimi söz konusu iken ikincisinde ise bizatihi yerleşikliğin ve müesseseleşmenin getirdiği incelik ve zarafetin egemen olduğu hayat biçimi söz konusudur. İşte bu gerçeklerden hareketle tarihi süreci değişim evreleri yönünden incelemek analitik düşüncenin doğmasına vesile olabileceği gibi tarihe objektif bakmamızı da sağlayacaktır.
Besbelli ki değişim olgusu kişilerden toplumlara, göçebelikten hadariyete, tarımdan sanayileşmeye, sanayileşmeden dijital bilgi çağına ve ötesine bir dizi yüklü değişiklikleri içeriyor. Türk’ün Ergenekon’dan çıkışına rehber olan Bozkurttan tutunda Yunus’un şiirine konu olan koyuna, oradan da bilgisayara evrilmek aslında bizim için tarihi süreç içerisinde bir dizi alet edevat yönünden de değişime uğradığımızın göstergesi bariz simgelerimizdir. Keza Dedekorkut hikâyelerinde geçen göçebeliğin ürettiği kahramanlık öğeleri ile Mevlâna’nın Mesnevi’sinde geçen yerleşikliğin ürettiği zanaat, zembil vs. gibi öğeler birbirinden çok farklı değişim simgeleri örnekleridir. Zaten Mevlâna’nın göçebeliği bırakın uyarıları tam da zamanın ruhuna uygun değişim yönünden vurgulama örneğidir. Hakeza Yunus’un şiirine konu olan ağır başlı koyun da zamanın ruhuna uygun yerleşikliğe geçildiğini gösteren bir değişim örneğidir. Dolayısıyla tüm bu sosyolojik değişimleri göz önünde bulundurduğumuzda günümüz dünyasında teknolojik değişimlerin hızlı bir şekilde ilerlemesiyle birlikte bilgi ağlarının küresel boyut kazanması bir başka değişime yelken açmanın göstergeleri olarak bizlere örnek teşkil etmekte.
İşte tarihi süreç içerisinde bizim değişim hikâyemizin başlangıcı itibariyle nasıl ki ‘Bozkurt’ bozkır kültürümüze has destanlaşmış değişim sembolümüz olmuşsa koyunda yerleşik hayata geçişimizin ifadesi bir başka değişim sembolümüz olarak kendini göstermiştir. Hakeza günümüz sanayileşmiş bilgi toplumunu temsil etme noktasında ise bilgisayarı değişim sembolü simgesi olarak görebiliriz pekâlâ. Semboller bizim aynı zamanda nereden nereye geldiğimizin göstergeleri de. Bu yüzden sembolleri kendi çağının şartlarında değerlendirmek gerekir. Başlangıç hikâyemizde yer alan sırf “Bozkurt” sembolünün içeriği ile çağımıza yön verilemeyeceği bir sosyolojik gerçekliktir. Elbette ki göçebe aksiyonu tarihte büyük bir misyon yüklenmişliğine itirazımız olamaz, ancak aynı misyonu sanayileşmiş bilgi toplumu sürecinde uygulamaya kalkışmak abesle iştigal olacaktır. Doğru olan ise dünyanın geldiği noktada toplumumuzu çağlar üzerinden sanayileşmiş bilgi çağı ötesine kanatlandıracak bir misyonu hayatın her alanına yaymaktır. Değişimden gayede sosyolojik süreçte değişim halkasında nerede durduğumuzu gözden geçirip çağın geldiği noktada dosdoğru pozisyon almaktır. Tabii ki değişimden maksadımız laf olsun beri gelsin kabilinden öylesine moda tabirle ifade edilen değişimden dem vurmak değil, bilakis kökü mazide olan atiyiz şeklinde tezahür edecek olan değişimdir elbet.
Kökü mazide olan atiyiz
Öyle anlaşılıyor ki, her devrin sosyolojik evresini kendi konjonktürel şartlarında veya değişim süreci içerisinde analiz etmekte fayda var. Geçmiş devrin şartlarını bugüne taşımak tarihin bir kesitine gömülmek olur. Bir başka ifadeyle tarihin bir kesitine takılıp kalmak, hem tarihe, hem bugüne, hem de yarınlarımıza karşı hürmetsizlik olacaktır. Dolayısıyla tarihin bir bölümüne takılı kalmayıp bütününü kucaklamak hem gelenekçi olmak hem de ati olmak şuuru kazanmamızı sağlayacaktır. Müsbet manada yeniliğe uyum sağlamak geçmişi inkâr değil, tam aksine bir ağaç misali kök salıp dallarıyla geleceğe uzanmak demektir. Malumunuz kök olmadan ağaç meyve vermez, illa ki kökleriyle birlikte dalı da yaprağı da meyvesi de bir arada olmalı ki kuru meşe odun ağaç olunmasın. İşte ağaç örneğinden hareketle şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki tarihi kodlarımızdan ve tarihi tecrübe birikimimizden istifade etmeksizin köklü geleceğimizi inşa etmek veya geleneklerimizle yoğrulmuş atimizi ihya etmekten söz etmek hayalden öte bir anlam ifade etmez. Madem öyle, değişimden söz edenler “Ne köksüz gelecek ne de geleceğe kapalı mazi” anlayışının tam aksine şairin ifadelerinde yer alan “Kökü mazide olan atiyim” dizelerini pratiğe yansıtmaları gerekir.
İyi ki de Türkler Alp’lik mizacını İslâm’ın nuru ’Erenlik’le taçlandırdı da bu sayede Türk-İslam medeniyetinin öncü alperenleri olmuşlardır. Şayet Alp’liğimiz Erenlikle buluşmasaydı tarihe medeniyet olarak damgamızı vurmak ne mümkündü, hiç kuşkusuz bizimde Cengiz, Hulagular ve Moğol kasırgasından hiç bir farklı yanımız kalmazdı. Öyle ya, kuru cihangirlik davası gütmekle yol alınsaydı bunda en çok Moğolların yol kat etmesi icab ederdi, ama gel gör ki tarihe şöyle bir bakınca onca ortalığı kasıp kavurup yakıp yıktılar da ne oldu, yüz yılı aşmayan bir hâkimiyet sürdürdüklerini görüyoruz. Gayri bizimde Alplik misyonumuzun galebe çaldığı devirlerde cengâverlik yönümüzün ağır bastığını inkâr edemeyiz elbet, ancak yine de konargöçerlik hayatının ağır şartlarını göz önünde bulundurduğumuzda öyle olması son derece gayet tabiidir. Ta ki özünde yerleşiklik ve Medinelik olan İslam’ın nuru üzerimize doğuverir, işte o zaman ancak göçer konar olmaktan çıkıp yerleşik hayata geçivermişiz. Dolayısıyla şu bir gerçek göçer konarlık cengâver olmayı gerektirirken yerleşik olmaksa medeniyet olmayı gerektirir. Nitekim Moğollar yerleşik olmaktan haz etmedikleri içindir yüzyılı aşmayan medeniyetten yoksun barbar bir hâkimiyetin ardından tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır. Şayet Türk’ün Alp’i de Alplik yönüyle kala kalsaydı Türklerin de Moğollardan hiçbir farkı kalmazdı. İyi ki de göçer konarlıktan yerleşik hayata geçmişiz de bu sayede at üzerinde yedi iklimde uzun süre medeniyet ve nizam taşıyıcıları olarak mührümüzü vurmuş olduk. Ne zaman ki at üzerinden bir türlü makinenin başına geçememişiz, işte o zaman bizim içinde tehlike çanları çalıp düşüş kaçınılmaz bir gerçeklik olarak vuku bulmuştur. İşte böylesi sosyolojik değişim ve dönüşüm gerçekliğin bilincinden hareketle adımlarımız atmak gerekir, bu bilinçten yoksun bir halde adımlarımızı sıklaştırırsak tabiat boşluk sevmez misali at üzerinden makinenin başına geçemeyiz, sürekli bir başkalarının güdümünde oluruz. O halde bu durumlara düşmemek için mutlaka ‘Kökü mazide olan atiyiz’ düşünce pratiğimizi sürekli olarak güncelleyip dünden bugüne, bugünden yarınlara bu pratiğimizi taşıyaraktan her daim değişim ve dönüşüme yelken açmak gerekir.
Gelişmecilik
Gelişme heyecanının değişim üzerinde çok büyük tetikleyici etkisinin olduğu bilinen bir gerçek. Bu yüzden gelişme heyecanını ‘sübjektif motivasyon’ olarak tanımlarız. Öyle ya, bu tanımdan hareketle önce sübjektif motivasyon bir ruha sahip olmalı ki, sonrasında gelişmecilik denen hadise ivme kazanmış olsun. Zaten Peygamberimiz (s.a.v)’in “İki günü eşit olan zarardadır” diye beyan buyurmakla bizlerin sürekli ileriye doğru çağlar üzerinden sıçramamızı gerektirir. Zira değişim ve gelişim geriye doğru ilerleme kaydetmez, illa ki yönü hep ileriye doğrudur. Bir an göçebe bir toplumunun yaşanılan çağımızda da varlığını sürdürdüğünü düşünelim, ne mümkün ki böylesi bir topluma bu çağın bilgisayar ve teknolojik zihni disiplinini kabul ettirilebilsin. Belli ki böylesi mantaliteye sahip bir topluma çağın zihni disiplinini iç dünyalarına sindirmeleri çok zor gözüküyor. Yine de zor gözükse bile sonuçta dünyanın geldiği noktada gelişim ivmesinin geriye doğru işlemeyeceği bilinen sosyolojik bir gerçekliktir. Gerçektende öyle değil midir, bu güne kadar tarihin akış yönünün ters istikamete doğru aktığını, ya da bir sihirli formül bulmuş bir babayiğidin ortaya çıktığı hiç görülmüş müdür, görülmez de. İşte bu gerçeklerden hareketle yeni ufuklara doğru yönelmeyi gelişmecilik olarak addederiz. Tabii ki gelişmeciliğe bu gözle bakmamızda bizim üzerimizde etkisi olduğunu düşündüğümüz İbn-i Haldun, Cevdet Paşa ve Said Halim Paşa gibi değişim öncüsü aydınların hakkını teslim etmek gerekir. Yoksa biz kim gelişim kavramından söz etmek kim. Ki, bugün değişim, dönüşüm, gelişim gibi kavramlar üzerine fikir yürütebiliyorsak böylesi engin bilge dehalarımızın dile getirdikleri fikirler sayesinde yürütebilmekteyiz. Kelimenin tam anlamıyla bu kavramların mana ve ruhuna onların sayesinde vakıf olduk dersek yeridir.
Şurası muhakkak, toplumların tarihi süreç içerisinde basitten karmaşıklığa, karmaşıklıktan mükemmele doğru bir gelişme ivmesi kaydettiğini gösteriyor. Burada önemli olan yeni gelişmeler karşısında yeni neslin zihni karışıklığa uğramasına meydan vermeksizin zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmesi çok mühimdir. Hele ki teknolojik gelişmelerin tavan yaptığı bu süreçte zihniyet değişimini ve zihni disiplinini zaruri kılmakta. Hele bu noktada genç nesilleri tarihin belli bir kesitine hapsetmeksizin ‘kökü mazide atiyiz’ bilincinden hareketle geleceğe yönlendirmek elzem de. Düşünsenize bir zamanlar at üzerinde kılıç sallamak üstünlük sebebiydi, amma velâkin aynı kılıç kaleme ve makineye dönüşemediği için o üstünlük elimizden uçuverdi. Dolayısıyla gençlerimizi kökleriyle bağını koparmadan çağın teknolojik donanımıyla donatmak gerekir ki, gelişmecilik ruhumuz daim olsun. Zaten sanayileşmiş bilgi çağı ötesi bir değişikliği gerçekleştirecek bir Türk İslam medeniyeti ülkümüz bunu gerektirir. Geçmişe takılıp kalmak değil ileri bir hamleyle medeniyete talip olmak en doğrusu, makul olanda budur. İşte bizi ayağa kaldıracak hamle bu ruhta kodludur. Maalesef o çok özlediğimiz ve hayaliyle yanıp tutuştuğumuz Türk İslam medeniyet hamlemiz dünyanın göçebelikten yerleşikliğe geçtiği dönemlerde çağın en önde medeniyet hamlesi olmasına rağmen sanayi çağına adım atıldığı dönemlere girildiğinde o dönüşümü gerçekleştirememiştir. Tabii dönüşüm gelişim olmayınca da çöküş kaçınılmaz olmuştur. Neyse ki Milli mücadele ruhumuz devreye girmesiyle birlikte emperyalist milletlere yem olmadık. Öyle ki batı sömürgeciliğine kök söktürüp yedi düvele karşı doğunun yeniden dirilişe geçtiğinin meydan okuması olarak adından söz ettiren bir mücadeledir bu. Dahası bu tür hamleyle yarınlarına ümitsiz bakan mazlum milletlerin geleceğe umutla bakmaları noktasında rehber olmuşuz da.
Peki ya, Milli mücadele sonrası? Malumunuz yeni Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş temellerinin akabinde tek partili döneme geçiş yapmış olduk. Milli Şef dönemini sonlandırmak da ancak çok partili döneme adım atmakla mümkün olabildi. Her ne kadar çok partili dönem on yılda bir tekrarlanan darbelerle sancılı geçmiş olsa da sonuçta gelinen noktada artık sivil inisiyatif, sivil katılım, sivil toplum gibi kavramların önem kazandığı halkın seçtiği Cumhurbaşkanlığı sistemi modeliyle yeni bir döneme girmiş olduk. Tabii ki bu modele geçişte Menderes, Özal ve bu çizgisinin devamı sayılan Tayyip Erdoğan hükümetlerinin de katkı payı çok büyüktür. Öyle ki çok partili hayata geçişle birlikte koalisyonlu ve vesayet odaklı hükümetler gördüğümüz gibi bunun tam aksine “Yeter artık söz Milletin” diyerek yola çıkıp milletin sesi olan hükümetlerde oldu. Hiç kuşkusuz milletin sesi olan hükümetler son tahlilde sivil inisiyatif, sivil katılım, sivil toplum öğelerle kalkınma hamlelerinde mimarisi oldular. Şayet yakaladığımız bu gelişim çizgisi böyle devam eder 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 15 Temmuz gibi darbe girişimleriyle bir daha gelişme trendimizin önüne sed çekilmezse biliniz ki 21. Yüzyıl Türkiye’nin şaha kalktığı yüzyıl olacaktır, bunda umut varız da. Nasıl ümit var olmayalım ki, vesayetin artık yerle yeksan olup tabanın sesiyle hareket eden kadroların iş başına geçerekten çağa damgamıza vurduğumuz bir döneme girmiş bulunmaktayız. Öyle anlaşılıyor ki halka tepeden bakıp halka koyun muamelesi yapan hükümetler dönemi artık gerilerde kaldı. Baksanıza şimdiye kadar iktidara gelemeyen tek parti zihniyeti bir takım partiler artık vesayetin sona ermesiyle birlikte halkı artık sadece seçimden seçime hatırlamayıp hemen her gün halkı ziyaret eder hale gelmişlerdir. Buna mecbur kaldılar da, zira sırtını dayadıkları de derin devlet ve vesayet mekanizmaları toz duman olunca şimdilerde kitlelerle hareket etmek zorunda kalmışlardır. Sonuçta gelinen noktada halka tepeden bakanlar değil, halkın feraseti ve halkın derin ufku kazanmıştır. Nitekim bu gün olmuş halkımız hale siyasilerin ufkunun önünde bir ufka sahiptir. Nitekim halkın 15 Temmuz Darbe girişimini ferasetiyle defetmesi bunun bariz delilidir. Hakeza halkımızın engin bir ufka sahip olduğu yine şundan besbellidir ki, gelinen noktada gerek ekonomik, gerek sosyal ve gerekse askeri mevzularda bile artık çok derin analizler yaptığını müşahede etmekteyiz. Hatta hemen her konuda analiz yaparken de geçmişten bugüne kronolojik bir gelişmenin seyrini rakamlarla ortaya koyaraktan analiz yapmaktalar. Madem hazır kronolojik gelişmeden söz etmişken bizde bu arada Cumhuriyetin ilanının akabinde tavandan tabana doğru yapılan inkılâp değişiklikleri hangi tarihlerde gerçekleştiğini sıralayaraktan genel hatlarıyla şöyle hatırlatmakta fayda vardır elbet. İşte o sözkonusu değişiklikler şunlardır:
“1924- hilafetin ilgası ve tevhidi tedrisat,
1925- Şapka Kanunu,
1926- İsviçre Medeni Kanununun Türk Medeni Kanunu şeklinde kabulü,
1928- Latin harfinin kabulü.”
Malumunuz tabandan kuvvet ve destek alarak yapılan reform niteliğinde değişiklikler hiç kuşkusuz Menderes, Özal ve Erdoğan dönemlerinde gerçekleşmiştir. İşte Türkiye çapında geçirdiğimiz değişim süreci kronolojisi üç aşağı beş yukarı böylesi bir mecrada bugünlere gelebilmiştir. Şayet ülke çapında değil de dünya genelinde değişimden söz edeceksek hiç kuşkusuz her ideolojik akım değişim sürecini kendi zaviyesinden kronolojik tasnif ortaya koyacaktır. Nasıl mı? Mesela Marksizm’in kronolojik tasniflemesine baktığımızda tarihi değişim evrelerini şu şekilde sıraladığını görürüz:
- Kominal toplum (ortak),
- Antik toplum (köleci),
- Feodal toplum (toprağa bağlı köle),
- Kapitalist toplum (burjuva),
-Sosyalist toplum (komünist toplum).
Nitekim ülkemizde birtakım sol tüfeklerde zaten Marks’ın çizdiği bu değişim evrelerini Türk tarihine uyarlamaya çalışarak kendi bakış açılarını ortaya koymuşlardır. Hâlbuki Marks’ın ileri sürdüğü tezler, daha çok batı toplumunun tarihi sosyolojik evreleriyle ilgili bir tasnifleme biçimidir. Bikere feodal yapılar ve kapitalistleşme eğilimleri bize yabancıdır, bu daha çok batı’nın içine düştüğü sancıları gösteren yapılardır. Kaldı ki Osmanlı’da “merkeziyetçi” yapının varlığı tâ baştan feodal oluşumlara geçit vermeyen bir yapıdır. Üstelik gelinen noktada Marks’ın ileri sürdüğü fikirleri, bu gün Batı dünyası onca sancılı süreçler geçirdikten sonra komünizmin insanlığın geleceği son aşama olacağı tezini asla kabul etmeyip bir hayalî tasnifleme olarak görüyorlar, haklılar da. Adamlar öyle görmeyip de ne yapsınlar baksanıza Marks, bir kehanette bulunup kapitalizmin son aşaması komünizmi doğuracağını söylemiş, tabii ki onlarda haklı olarak diyorlar ki dokuz doğuran kapitalizm değil, komünizmdir.
Toplumların sosyolojik değişim süreçleri aslında inanç ve manevi dayanışma üzerine kurulup sonrasında beşeri ilişkiler maddi iş bölümüne göre şekillenir. Ancak bunu Nuh deyip peygamber demeyen komünistlere pek anlatamazsınız. Çünkü inandıkları davanın kurucu babası Karl Marx sosyal değerleri alt birime, üretim ve ekonomiyi üst birime oturtmuştur. Hatta Marks alt birim üst birim demekle yetinmez, hızını alamayıp dinin burjuvazi tarafından yutturulmuş afyon olarak ilan etmiştir. Oysa tarihi süreç bize gösteriyor ki; bütün medeniyetler dine dayanarak tarih sahnesinde yer almışlardır. Nitekim Greko-latin medeniyeti Hıristiyanlık temelleri üzerine inşa olmuştur. Keza Türk-İslam medeniyeti de İslâm temelleri üzerine yükselmiştir. Anlaşılan Karl Marx ileri sürdüğü din karşıtı tezleriyle insanlığı afyonlamayı düşünmüştür, böylece tüm dünyada totaliter zihniyetlerin türemesine babalık etmiştir.
Kültürel Bütünlük ve Kültürel Birlik
Değişime analitik tarih açısından baktığımızda tarihin ilk dönemlerinde kabilemsi yapılar görülür ki, tarihin bu evrelerinde sosyal dayanışma üst seviyededir. Öyle ki; aralarında ki birbirleriyle olan ilişkilerde kan bağı, din bağı, dayanışma bağı gibi bağlar çok güçlüdür. Ve bu birbirinden kuvvet alarak ortaya konan bu güçlü bağlara ‘tesanüd’ denmektedir. Tarihin ilk sayfalarını çevirdikçe tesanüdün kültürel bütünlük ve kültürel birliğe dönüştüğünü görürüz. Ancak bu kültürel bütünlük uygarlığa yerini bıraktığında kültürel birliktelik ruhunda yozlaşmaların baş gösterdiğine de şahit oluruz. İşte bu nedenledir ki İbn-i Haldun ve Oswald Spengler gibi ufku geniş aydınlar tarihi sürecin nasıl işlediğini derinlemesine incelediklerinde, kültürden medeniyete giden tüm basamaklar tek tek değişim süreçlerini tamamlandıktan sonra ancak mevcut medeniyetinde çökebileceği sonucuna ulaşmışlardır.
Evet, medeniyetlerde yükselişinin en uç noktasında pik yaptığında bu noktadan sonra artık yeni bir medeniyete kapı aralayacak şekilde düşüşe geçip bir başka değişime yenik düşecektir. Nitekim Türkler İslâm öncesi uzak doğu uygarlığına sahiptiler, İslâmiyet’e girdikten sonra kendilerini İslam (Doğu dairesi) uygarlığı halkasında bulmuşlardır. Tanzimat sonrasında ise malum kendimizi batı uygarlığına (medeniyeti) kaptırmışız. Sanki Batı uygarlığına kendimizi kaptırdıkta başımız göğemi erdi. Ne mümkün, bikere O. Spengler’in bu hususta; “Medeniyetin de her varlık gibi muayyen bir ömre sahip olup, Avrupa’nın da artık inhitat devrine girdiği” söylemi hiçbir fayda görmeyeceğimizin malumun ilanı yerinde bir tesbitti, nasıl başımız göğe ersin ki. Malumun ilanının tespitinde bulunan sadece O. Spengler mi? Elbette ki hayır, Dostoyevski’den Alexis Carrel’e kadar daha nice ufku geniş aydınlar da Batının çökeceğini dile getirmişlerdir. Hatta Bernard Shaw bu hususta daha da ileri boyutta görüş beyan edip; “Müstakbel Avrupa’nın dini İslâm’dır” tezini ortaya koymuştur. Anlaşılan o ki; Medeniyetlerin sınırlı bir ömrü olduğu gibi çözüm adına ortaya konan reçetelerinde sınırlı bir miadı vardır. Mesela kangren hale gelmiş bir mesele düşünün ki, o kangreni ortadan kaldıracak mesele çözüldüğünde bir başka mesele devreye girip onunda icabına bakılması gerekmekte. Böylece meseleler zinciri uzayıp gittiği gibi çözüm zinciri de kendi mecrasında yol alır. Bu demektir ki ne çözümsüzlük ebedidir ne de çözümün kendisi ebedidir, her iki durumda da değişime yelken açmak mecburiyeti vardır. Keza ülke meseleleri de öyledir. Ülkeler kendi içindeki meseleleri çözse de yine bir başka meseleyle karşılaşması kaçınılmazdır, yeni karşılaştığı meseleye de mutlaka çözüm bulmak zorundadır, aksi halde dünyadaki gelişmelerin uzağında kalınacaktır. Şu da var ki, dünyada hiç bir ülke kendi iç ve dış meselelerini tamtakır çözüme kavuşturmuş değildir. Kaldı ki hiçbir ülkede baki değildir. Nitekim hiç çökmeyecek sanılan Demirperde ülkelerin süper gücü Sovyet Rusya çöktüğüne göre epey uzun zamandır tek başına dünyanın jandarmalığına soyunmuş ABD’nin de şimdiden çöküş sinyalleri vermesi bize hiçte şaşırtıcı gelmiyor. Zira İbn-i Haldun'un ta yıllar öncesinden; “Bir yerde zirvesine gelmiş olan medeniyetler çöküşlerinin de başında” diye sarf ettiği sözler bu gerçeği doğrulamaya ziyadesiyle yetiyor. Bakınız İbn-i Haldun’un Mukaddime adlı eserine baktığımızda bu hususta toplumların üretime yönelik değişim aşamalarını şu şekilde ortaya koyar:
- Avcılık devri,
- Çobanlık devri,
- Toprak (tarım) devri,
- Ticaret ve zanaat (sanayi).
İşte, İbn-i Haldun’un ortaya koyduğu değişim aşamalarının değişik benzer bir kronolojik sıralamayı Ratzel ve Kovalevski de şöyle tasnifler:
- Avcılık,
- Çobanlık,
- Çiftçilik,
- Küçük endüstriyel,
- Büyük endüstriyel devre.
Yukarıda ki Tasniflemelerden de anlaşıldığı üzere değişim sosyolojik bir realitedir. Amma velâkin günümüzde değişim realitesine tarihi perspektiften bakan İbn-i Haldun gibi sosyolog dehalardan bihaber olduğumuzda apayrı bir gerçek realite yanımızdır. Böylesi deha çapında kendi bilge sosyoloğumuzu bir kenara koymuşuz, Karl Marks ya da Adam Smith gibi komünizmin ve kapitalizmin ideolojik kurucu babaların öğretilerine fiks olmuşuz. Tabii zamanında genç kuşaklara İbn-i Haldun’u tanıtmazsak olacağı buydu, yeni nesilden başka daha ne bekleyebilirdik ki. Ortaya çıkan tablo maalesef fikri sefalettir. Bakınız Kemal Tahir soldaki bu fikri sefaleti adeta haykırırcasına şöyle dile getirir: “Hiç bir şey bilmediğimiz ortaya çıktı. Zor bizim fikrimizin olması. Gerçekleri araştırmıyoruz. Fikrimiz nereden olacak ki?”
Artık solcularımızın şu gerçekleri anlamaları gerekiyor: Sistemler ve ideolojiler her hâlükârda değişmeye mahkûmdur, değişmeyen tek şey Allah ve Resulünün hakikatleridir.
Öyle ya madem mutlak hakikat gerçeği var, o halde yenilik diye ikide bir laf ola beri gele türünden içi boş sloganik moda söylemlerden kendilerini sıyırıp ideolojik düşünce modundan bir an evvel çıkmaları gerekir. Yok, eğer biz yolumuzdan dönmeyiz diyorsalar şunu iyi bilsinler ki ideolojilerin ömrü bir asrı bulmuyor, bir asır içersinde boşa nefes tüketmiş olacaklardır. İşte görüyorsunuz kapitalistlerde devrimden söz etmeseler de benzer söylemle onlarda yenilikten söz etmekteler. Oysa tıpkı devrim demekle devrim olmayıp devirmek oluyorsa yenilikten söz etmekle de yenilik olmuyor. Bir bakıyorsun Yenidünya düzeni dedikleri olgunun yemişi kan olarak karşımıza çıkmakta. İşte Bosna’da, işte Çeçenistan’da, işte Filistin’de, işte Suriye’de, işte Mısır’da vs. yaşanan dramatik hadiseler en acı kanlı misallerini teşkil etmekte.
Her neyse komünistler, solcular, kapitalistler vs. devrimden yenidünya düzeninden söz ede dursunlar, bizim Yenidünya düzenimiz ve değişim anlayışımız ülküsüyle taçlandırılmış ebed müddet medeniyet misyonudur, yemişimiz de kan değil sevgi, ilim ve tefekkürdür. Baki olan ise Allah ve Resulü’nün hakikatleridir.
Velhasıl-ı kelam; baki olana erişmek için sevgi, ilim ve tefekkür üzerine dayalı değişim diyoruz.
Vesselam.