Dil bir milletin varlığının nişanesidir. O nedenle üstat Necip Fazıl Kısakürek’in de ifade ettiği gibi dil bizim ses bayrağımızdır.
Mehmet Kaplan’da yaşamı boyunca Türk diline sahip çıkmış ve onu bir taraftan hem korurken hem de yüceltmiştir. Üstat Mehmet Kaplan bir edebiyat uzmanı bakışıyla dil üzerine yaptığı çalışmalarında görüşlerine de yer vermiştir. Bu denemelerinde aynı zamanda Türkçenin problemlerini ele almış ve bu problemlere çözümler sunmuştur.
Kaplan’ın üzerinde durduğu problemlerin bir kısmı bugün de güncelliğini koruması bakımından dikkat çekicidir.
Bu çalışmada Kayseri Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğrencisi ve basın hayatında 35 yılı geride bırakmış bir Gazeteci olarak Dil – Kültür ve Edebiyat dersi Hocamız Öğretim Görevlisi Sayın Prof. Dr. Hamza Çakır’ın önerileri doğrultusunda Mehmet Kaplan’ın kaleme aldığı Kültür ve Dil kitabını kaynak edinerek dil üzerindeki görüşleri çeşitli açılardan ele almaya çalıştım. Umarım kültür ve dilin daha iyi anlaşılması, Edebiyat dünyamızın üstatlarından Mehmet Kaplan'ın bizlere ulaştırmak istediği mesajların daha net anlaşılması hususunda bir nebze de olsa katkım olur…
MEHMET KAPLAN'IN KÜLTÜR VE DİL ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ
Yunus bir şiirinde ‘Dil hikmetin bir yoludur’ diyor. Buradaki ‘hikmet’ insanlık dilinin pek çok hakikati gizlediğine olan inançtır. (S/8)
Nitekim dilin sağlamlığının en kesin delili de güzel edebi eserlerde yaşamasıdır. (S/10)
Mesela Kaşgarlı Mahmud’ un Divan ı Lugati’t Türk gibi, Dede Korkut kitabı gibi.(S/12-13)
Biz İslamlıktan önceki Türk medeniyetine ait pek az şey biliyoruz. Halbuki bize ait pek çok şey o devirden kalmadır. İslamiyet, eski Türk medeniyetini yok etmemiş, onun üzerine İslami bir örtü geçirmiştir. İslam-Türk tarihine İslamileşmiş eski Türk ruhu şekil verir. Bir çok yazımda belirtmeğe çalıştığım gibi. İslam-Türk tarihini yaratan “Gazi tipi” eski “Alp tipinin” bir devamıdır. Prof. Fuat Köprülü, Anadolu Türk tarikatlarında, eski Türk Şamanizm’inin büyük tesiri olduğunu söyler. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat biz Türk tarikatlarına ait vesikaların henüz on binde birini bile incelemiş değiliz. (S/13)
Görülüyor ki kültürün dil değişimlerinin milli ruhla bir ilişkisi vardır. Öte yandan her medeniyet maddi-manevi unsurlarıyla birlikte bir bütündür. (S/14)
Edebiyat kültür değerlerini dil ile ifade eden bir sanattır. Ancak ‘Kültür’ kelimesi edebiyat kelimesine nazaran daha geniş bir mana taşır; inanç ve ibadetler de onu besleyen bir kaynaktır. (S/15)
TS Eliot’a göre din kültürü aşan ve onu besleyen kaynaktır. (S/17)
Kültür aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş bir şeklidir. (S/17)
Dikkate şayan olan nokta her dinin inanç ve ibadet şekilleri gibi onlardan doğan kültür ve sanat faaliyetlerinin de birbirlerinden farklı oluşudur. (S/19)
Eliot bu farklılığın faydalı, kültürleri zenginleştirici olduğuna kanidir. (19)
Diğer yandan bir medeniyet ihtisaslaşarak gelişir fakat ihtisaslaşma sosyal tabaka ve ferleri ortak kültürden ve manevi değerlerden uzaklaştırır. (S/19)
Örnek olarak Osmanlı’ da medrese eğitimi ve Osmanlı aydın tabakasının Türk halkının kültürüne yabancı olmasıdır. (S/20)
Buna Tanzimat aydınları da ilave edilebilir. Tanzimat’tan sonra Türk toplumunda görülen çözülmenin başlıca sebebi (sosyolojik olarak) tabakalaşma farklılaşma ve zıtlaşma ile açıklanabilir. (S/20)
TS. Eliot’a göre bu çözülmenin önüne geçmenin başlıca çarelerinden birisi toplumun ortak din ve kültür kaynaklarına dönmek ve onlarla beslenmektir. (S21)
Bu felsefeye örnek olarak Ziya Gökalp ‘Türkçülüğün Esasları’ adlı kitabında Türklerin İstiklal Savaşı’ndaki başarısını gösterir; burada ferdi değil ferdi aşan orduya ve topluma has ortak bir inanç sitemi söz konusudur. Türk ordusu şimdiye kadar ‘hayat felsefesi’ bakımından Türk milletinin temel inançlarından ayrılmamıştır ve bu inanç asırların malıdır. (S/23)
Nitekim Türkler atlı göçebe dönemlerinden bu yana maddi-manevi çok zengin medeniyetler vücuda getirmiştir. Bunun gibi tarihi meydana getiren en güçlü amillerden biri devlet, ordu gibi güçlü sosyal organizasyonlardır. (S/24)
Fakat acaba tarihte asıl olan devletler midir? Devletlerin altında, devletlere şekil veren başka bir şey yok mudur? Erich Rothacker buna ‘milletler’ cevabını veriyor. (S/25)
Tarihte devletler gibi milletlerin de yok olması bizi daha derinden düşünmeye sevkediyor. (S/27)
Acaba tarihte neden bazı milletler devlet kuruyorlar da, bazıları kuramıyorlar? Neden bir zamanlar büyük devlet ve medeniyet kurmuş olan milletler yok oluyor? Devletleri var eden ve yaşatan temel varlığın millet olduğunu biliyoruz. Acaba milletleri millet yapan amil nedir? Çağımızın birçok ilim ve fikir adamı gibi Rothacker de bu soruya ‘kültür’ cevabını veriyor. (S/27)
Kültür deyince ilk akla gelen şey ‘dil’ dir. Milletler duygu ve düşüncelerini yazıya geçirince daha sağlam bir birlik meydana geliyor. Zira yazı sayesinde duygular ve düşünceler hem zaman hem de mekân içinde yayılıyor.(S/28)
Ancak milletlerin kültürleri sadece yazılı ve sözlü eserlerden ibaret değildir. Milletlerin ortak olarak uydukları örf ve adetler, onların milli şahsiyetlerinin temelini teşkil eder. (S29)
Kültür denilince sadece bunlar da değil, aile ve hukuk sistemleriyle, çalışma tarzı, üretim, tüketim, ulaşım şekilleri de kast olunuyor. (S/30)
Nitekim Alman filozofu Hegel’in kültüre ‘objektif geist-maddeleşmiş ruh’ demesinin sebebi, kültür sahasına giren her şeyde insan ruhuna has, manevi bir değerin, duygu veya düşüncenin maddi bir hale gelmesidir. (S/31)
‘Kültür değişmesi’ adını alan bu konu toplumların hayatında çok değişik meseleler doğuruyor. (S/32)
Bu değişiklik zamanla öyle bir hal alıyor ki, yabancı tesirinde kalan aydın tabaka halkın dinini örf ve adetlerini beğenmiyor; bunun neticesinde anlaşmazlıklar çatışmalar oluyor. (S/33)
Bu meselede milletlerin genellikle kendilerinin vücuda getirdikleri kültür eserlerinin değerini pek fark edememesi vardır. (S/46)
Türkçeye yabancı dillerden girmiş olan her kelimenin de tarihi ve kültürel bir manası vardır.(S/47)
Farkına varma, ‘Milli’ adı üstünde bir ‘şuur’ yani yeni deyimle bilinç demektir; kendi milletinin varlığını tanımak ve bilmek demektir. Mesela Halk dili ve halk edebiyatı bizi halka yaklaştıran en iyi vasıtadır. Konuşulan Türkçe binlerce yılın mahsulüdür. Elbette Türkçeden yabancı dillere geçen kelime ve deyimler bizim onlar üzerindeki tesirlerimizi göstermesi bakımından ayrıca mühim bir konudur. (S/48)
Bunlar kültür alışverişinin delilidir; ona yabancı kelimeler hatta deyimler karışmıştır. Ancak gerçek dil hakkında bir fikir edinmek için sözlüklere değil konuşmaya veya yazılı metinlere bakmak lazımdır. (S/48)
Türk kültüründe yazılı edebiyat 8. Yüzyılda başlar. (S/55)
Mesela Mevlâna ve Yunus Emre’den itibaren Anadolu’ da tanrı ve insan sevgisini işleyen çok zengin bir tasavvuf edebiyatı gelişmiştir. (S/58)
Bunun gibi Eski Türk edebiyatında insanı yücelten, sevmeye, iyilik yapmaya, yaşamaya, düşünmeye sevkeden konular ön planda gelir. (S/59)
Unutmayalım ki dil, edebiyat ve umumiyetle kültür kavramına giren her şey tarih boyunca gelişmiş, bize tarihten miras kalmıştır. (S/62)
Biz ‘yaşanılan tarihi’ ancak ‘yazılan tarih’ aracılığıyla bilebiliriz. (S/65)
Tarihi duyguyu geliştirmenin bir yolu da onu sanat eserlerine konu yaparak işlemektir. (S/67)
Musiki de dil edebiyat gibi bir milletin ortaklaşa, tarih gibi milli kültür hazinelerinden biridir.(S/69)
Kültürlü olmak demek tarihin ve eski eserlerin terbiyesini almak, olgunlaşmak, ondan sonra yeni eserler vücuda getirmek veya ruhunu onlara açmak demektir. (S/71)
Birçok kereler dediğimiz gibi kültür, işlemek ve geliştirmek demektir. (S/72)
Zira onun ruhu, tarihi, hatırası, zevki, yaratma gücü, tabiata ait olan çıplak toprakta değil, onun üzerinde yarattığı eserlerde görülür. (S/76-77)
Sanat insanları hayata ve tabiata bağlamak suretiyle mesut edebilir (S/89)
Tabiatı işlemek de bir kültür işidir. Bilgi ve sevgi de bir tür koruma vasıtasıdır (S/90)
Kültürün başka bir manası, insanın kabiliyetlerini geliştirmesi, ondan mahsuller elde etmesi demektir. (S/91)
Bir memlekette maddi ve manevi kültürü yaratanlar o memleketin kültürlü insanlarıdır. (S/91)
Bir ülkeyi yalnız orduları değil, fikir adamları, şairleri, ressamları da korur. Bir milletin yetiştirmiş olduğu büyük kahramanlar, din adamları, şairler, mimarlar, ressamlar, musikişinaslar, devlet adamları, hatta olgun vatandaşlar, ustalar, zenaat erbabı da milli kültüre dahildir. (S/93-94)
Türk tarih ve kültürünün bin yılını İslamiyet yoğurmuştur. (S/96) Bunda Türklerin İslamiyet’i kendi hayat felsefelerine göre ele alışlarının ve uygulayışlarının büyük rolü vardır. (S/97)
Ancak Türklükle İslamiyet arasındaki bin yıllık münasebeti iyi tetkik etmeyenler bir takım yanlış fikirlere saplanıyorlar (S/98)
Bunlar, birincisi İslamiyet’i çağdaş ilim ve tekniğe aykırı bularak onu reddetmeye kalkanların düşüncesidir. İkincisi İslamiyet’in Türklükle bağdaşmadığı yanlış düşüncesidir. (S/98)
Üçüncüsü İslamiyet’i esas alarak Türkçülüğün, Türk Milliyetçiliğinin inkârıdır. (S/99)
Şunu unutmamak lazımdır Türklerin İslamiyet’i, esaslarına halel getirmeden tarihin değişen şartlarına göre uygulamaları, bütün İslam âleminin örnek alması gereken bir husustur. (S/99)
Türk aydınları onu çağa uygun bir şekilde yorumlamaya devam etmelidir (S/101)
Kültür değişmesini bir milletin kendi kültürünü bırakarak yabancı bir kültürü alması şeklinde anlamamak lazımdır. (S/103)
Yeni kuvvetli, modern bir Türkiye doğuyor. Onun da kendine has bir kültür yaratacağından asla şüphe edilmemelidir. (S/105)
Burada bir kez daha Erich Rothacker’in kültür gelişmeleri bakımından önemli bulduğu bir görüşünü zikredeceğim. Rothacker’e göre kültür ve medeniyet değişmeleri toplumlarda ‘krizler’ doğurur ve krizler kendilerini en iyi ‘üslup değişmelerinde’ gösterirler. (S/117)
Bu esnada sanatçılar devirlerinin ruhunu en iyi şekilde ifade eden sanat eserleri, Tanpınar’ın benzetmesi ile ‘Billur avizeler’ vücuda getirirler ki, yaşanılan anlar onların içinde pırıl pırıl parlar. (S/137)
Fakat burada bir noktayı belirtelim: İslam akaidinin eski veya yeni usullere göre öğretilmesi zihni bir faaliyettir. Kültür zihni faaliyetten çok şiir gibi ruhun daha derin ve karanlık kaynaklarından fışkırır. Bunun en dikkate değer örneklerini eski Türk edebiyatında Mevlâna ile Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli gibi mistik şairlerde görürüz. (S/140)
Yirminci yüzyılda dil âlimleri, psikologlar ve sosyologlar il ile düşünce arasında sıkı bir münasebet bulmuşlardır. Bu münasebeti şöyle özetleyebiliriz: Dil, onu konuşanların duygu, düşünce ve hayal dünyalarını tayin eder. (S/149)
Bilindiği gibi Türkçede kök aynı kalır, ek değişir. Dillerini koruyan Türkler, hiçbir zaman milli şahsiyetlerini kaybetmemişlerdir. Türk, Türkçe gibi, kökünü koruyarak, kendisine takılan ve eklenen her şeyi kabul etmiş. Yunus gibi yetmiş iki millete bir gözle bakıyor ama Türklüğünü de kaybetmiyor. Bu Türkçede kökün ve Türklerde soy-sop fikrinin sağlam oluşundan ileri gelir. Türk dışarıdan gelen her şeyi kabul eder, kendi bünyesine ekler, fakat kök itibariyle aynı kalır. (S/151)
Bence bu davranış ile Türkçenin yapısı arasında gizli bir bağlantı var. (S/153)
Dil hakikatten ayrı, hakikate her zaman tekabül etmeyen bir dünya kurar. (S/169)
Kelime hakikatin ta kendisi değildir; çünkü hakikat dilde değil, dilin delalet ettiği varlıktadır. Yazı dili ‘mazi’ denilen ve insan hayatında derin tesirleri olan varlığı yaratmıştır. Yazı, insanoğluna ait her şeyin hatırasını ve bilgisini, zaman ve mekân içinde taşıma kudretini haiz bir vasıtadır. (S/169-170)
Yazı düşünceyi tespit etmek suretiyle, sözden daha çok fikri çalışmaya yardım eder. Konuşmada fikir her an uçar. Yazı düşünceyi başka mekân ve zamana taşımak suretiyle, hakikatlerin keşfi için lazım bir şart olan, ayrı kafaların aynı mevzu üzerinde karşılaşmasını sağlar. (S/171)
İnsanın iç ve dış bütün hayat tecrübelerine refakat eden dil, adeta fizyolojik olarak, kelime ve cümlelerin içinde bu tecrübeleri teklif etmiştir. Bundan ötürü, yalnız dile dayanarak düşünen bir adam, dilde yüzyıllardan beri birikmiş olan bu tecrübeleri meydana çıkarmak, mukayese etmek ve birleştirmek suretiyle bazı hakikatlere erişebilir. (S/171)
Modern çağ dile inanmaktan kurtularak tecrübeye dayanmak suretiyle başlar. (S/172)
Tecrübe esas olduktan sonra dil ne hale gelmiştir? Bulunan hakikatleri başkalarına nakleden basit bir vasıta olmuştur. Öyle ki bugün ilim âleminde yazıdan ve kelime dilinden ayrı bir dil vücuda gelmiş, hatta günlük hayatta da klasik duygu ve düşünce vasıtası olan yazı ve konuşma dili yerine başka ifade aletlerine bırakmaya başlamıştır. (S/173)
Alman filozofu Heidegger’in dil hakkında derin manalı, güzel bir sözü vardır: ‘Dil insanın evidir’ der. Her millet dilini kendi ihtiyaçlarına göre, kültür ve medeniyet seviyesine, zevkine göre yaratır. (S/177)
Dil olmasa tarih, kültür, edebiyat ve medeniyet de olmazdı. (S/180)
Dili, insandan, tarihten, kültürden ayıranlar, sanat, kültür ve insanla ilgisi olmayan yaratıklardır. Onlardan korkunuz. Tuğlaları incelemek için binayı başınıza yıkarlar. Dili insanla beraber ele alınca evin sıcaklığına kavuşmuş, bütün diller ve insanlarla dost olmuş oluruz. (S/182)
Dile bu büyük gücü veren nedir? Dilin varlığın yerine geçişi! (S/183)
Dil bir vasıtadan ibarettir. Hayatta veya edebiyatta olsun, biz kelimelere değil, kelimeler vasıtasıyla bize tanıtılan veya sunulan varlıklara, eşyalara ve insanlara bakarız. Değerli, olan, sevilen veya nefret edilen kelimeler veya harfler değil, insan, hayat ve dünyadır. Dil bizi kendisini unutturarak doğrudan doğruya varlığa götürdüğü nisbette vazifesini yerine getirmiş olur. (S/185)
Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu sosyal hayattır. (S/186) Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. (S/187)
Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onların abidelerden farkları yoktur. (S/189) Kültür asıl kaynaklara gitmek ve onların sularından bol bol içmekle edinilir. Tarihin içinden gelmeyen hiçbir şey olgun değildir. Türk aydınlarının milletle bütünleşmeleri için, onun tarihini, dilini, dinini, örf ve adetlerini bilmeleri şarttır. (S/197)
Yazılı edebiyat kültür dilinin en büyük hazinesi teşkil eder. (S/199)
İlim büyük bir nisbette kültüre girmekle beraber kültür kelimesi daha geniş bir mana taşır. Kültür yalnız bugünkü eserleri değil, eski eserleri de içine alır. Din, edebiyat ve felsefe, kültürün en büyük kaynaklarını teşkil eder. (S/202)
İlim ve kültürce ileri gitmiş ülkelerin lugatları, geri kalmış ülkelerinkinden beş on kat daha zengindir. Bunun sebebi açıktır: İlim ve kültürce ilerlemek, daha çok şeye dikkat etmek, daha çok şey üretmek, daha çok karmaşık düşünce ve sanat eser, vücuda getirmek demektir. (S/206)
Varlığın gerçeklik, zenginlik ve karmaşıklığına önem veren ileri ülkelerde bizde olduğu gibi basitleştirme ve ‘özleştirme’ hastalığı yoktur. Onlar kelimeleri yerli-yabancı oluşlarına göre değil, aralarındaki ince farklara göre değerlendirir. Onlar, dillerine giren, işlerine yarayan kelimelere kendi malları gibi sarılırlar. (S/207)
Edebiyat dile dayanır.(S/213)
Muhteva, şekil ve üslubu alelâde konuşmadan çok üstün olmakla beraber günlük konuşmaya, yani dile sıkı sıkıya bağlıdır. Bundan dolayı denilebilir ki, bir milletin dili ne ise edebiyatı da odur. (S/217)
Varoluş felsefesinin kurucularından olan Heidegger dile daha derin bir gözle bakar. Ona göre ‘dil, insanın evidir.’ Buna göre dil insanın varoluş şeklinin ifadesidir. (S/219)
Dil konuşma ve anlaşma vasıtasıdır. (S/235)
Her dilde yeni kelimeler türetilir, yalnız bunlar hakiki bir ihtiyaca tekabül eder, bundan dolayı da tutar… Tarih boyunca her gün kullanılan dil, konuşanın ve yazanın karşısına birçok imkânlar çıkarır. İşte dil, herkesin bu imkânlardan faydalanması sayesinde değişir. (S/256)
Dil ile milli ruh ve kültür birbirlerinden ayrılmazdır. Dil kültürün temeli ve taşıyıcısıdır. (S/268)
SONUÇ VE YORUMUM
Mehmet Kaplan dili sadece bilimsellik yönüyle değil sosyal yapısı bakımından da incelemiş ve büyüteç altına almıştır. Bu bakış açısıyla dil üzerindeki sorunlara ise eleştirel bakış açısıyla çözüm yolları sunmuştur.
Edebiyat üstadı Mehmet Kaplan’ın kaleme aldığı Kültür ve Dil kitabında da Yazar dil üzerindeki düşüncelerini dilin tanımı, ana dil, ortak dil, konuşma eğitimi, Türkçe ve yabancı dil öğretimi, öz Türkçecilik ve dildeki tasfiyecilik, dil üzerindeki çalışmalar ve İslamiyet-Dil ilişkisine ve etkisine değinmiştir.
Kaplan dilin önemine vurgu yaparken aynı zamanda ana dilin önemine atıfta bulunarak ayrı bir yerde tutmuştur. Ana dilinin önemini özellikle vurgulayan Kaplan dil edimi, öğretimi ve dilin öğreticileri üzerinde de önemle durmaktadır.
Mehmet Kaplan düşünce ve yazılarında özellikle kültür ve dil üzerinde durmuş, Türk kültürünün ancak Türk dilinde yaşayacağı gerçeğine vurgu yapmıştır. Kaplan’a göre ortak dil ortak yaşamın ve düşünmenin yani birlik, beraberlik içerisinde olmanın bir sonucudur. Aynı dili konuşmak bir milletin varlık sebebidir. Kaplan, ortak dil üzerinde dururken özellikle bu gerçeklikten hareket etmektedir.
Kaplan’a göre dil insanları bir toplum olarak, millet olarak bir araya getirebildiği gibi yeri geldiğinde onları kutuplaştıracak bir güce de sahiptir. O nedenle dil yeri geldiğinde silah olarak da kullanılabilmektedir. Kaplan tüm bunlara dikkat çekerken dilin birleştirici rolü üzerine de dikkat çekmektedir.
Kaplan, dilin konuşma alanında da önemli belirlemelerde bulunmuştur. Ona göre, biz dilimizin zenginliğine rağmen konuşmaya tam anlamıyla önem verip özen göstermeyen, dahası kitap okumayı bilmeyen bir toplum olduğumuzdan konuşmayı da bilmeyen bir toplumuz.
Mehmet Kaplan tüm çalışmalarında Türkiye’de Türkçe bilmeyen bir tek vatandaşın bile kalmaması gerektiğini, devlet kadar milletine hizmeti zevk ve şeref konusu yapanların da Türkçe bilmeyen vatandaşları Türkçe öğrenmeye teşvik etmesi gerektiğini de savunmaktadır