Selim Gürbüzer


DIŞ AHVAL

Malumunuz I. dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin hâkimiyet gücü zayıflayınca Amerika baş aktör olarak sahne aldı. Tabii sadece sahne almakla kalmadı, süper güçte oldu.


         Malumunuz I. dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin hâkimiyet gücü zayıflayınca Amerika baş aktör olarak sahne aldı. Tabii sadece sahne almakla kalmadı, süper güçte oldu. Derken elde ettiği güçle dünyanın neresinde monarşist bir idare varsa, nerede faşist bir idare varsa, nerede bir sosyalist idare varsa ülkeler üzerinde ki etkisini sırasıyla siliverdi. Böylece ABD kendine rakip olacak her ne akım varsa bunları bir bir eritip bir anda dünyanın tek kutbu denen tek jandarması konumuna gelir. Yetmedi gücüne güç katmak için daha da hedef büyütüp kendince yeşil kuşak diye adlandırdığı fay hattına odaklanır. Ancak bu fay hattına odaklandığı ilk yıllarda,  dünya sathında eskisi kadar pek iç ve dış savaş olmadığı içindir askeri alanda ki işleri sekteye uğrayacaktır. Yine de süper devlet olmanın avantajıyla bu kez küresel ekonomik gücünü sivil güçler üzerinden ağırlığını ortaya koyarak bu alandaki açığını kapatmayı deneyecektir. Zaten dünyada yerli işbirlikçiler olduğu müddetçe küresel güçlerin çıkarlarına hizmet eden birçok piyon ülkelerin türemesi kaçınılmazdır. Hiç kuşkusuz ortaya çıkan böyle bir tabloda sınırların pek ehemmiyeti de kalmaz. Öyle ki,  gelinen noktada hudutları artık tel örgüler değil tam aksine ekonomik alanlar belirlemekte. Dahası her ülkenin milli sınır çizgilerinin yerini milliyetsiz ekonomilerin kuşattığı çizgiler yer alacaktır.  Nitekim ülke sınırları paranın gücünü elinde tutan George Soros türü patronlarca kuşatılır hale gelir de. Ülkeler bazında kim kimi sömürdü derseniz malumunuz:

        -Belçika Kongo’yu,

        - Ruslar Sibirya, Balkanlar ve Türk Hanlıklarını,

        -Fransızlar Güney Afrika, Kuzey Amerika, Kanada ve Güneydoğu Asya adalarını,

        - İngilizler Hindistan, Avusturya, Afrika ve Amerika’yı,

        - Japonya Kore, Çin’in bir kısmını ve Tayvan’ı sömürmüşlerdir.         

         Rahmetli Turgut Özal vaktiyle Ortadoğu’da haritalar yeniden çizilecek derken dünyanın yeni küresel aktör ve baronların rejimine göre yeniden tanzim edileceğini öngörüsünde bulunmuş meğer.  Ve bu öngörüsünde gelinen noktada haklı çıkar da. Malumunuz George Soros ekonomide liberalliği savunmanın ötesinde bir patron olmanın havasıyla kendince kapalı toplum ilan ettiği ülkelerin ekonomik modellerini üstü örtük bir şekilde işi aymazlığa dökecek derecede reddiye döşeyen bir finans spekülatörüdür. İşte böylesi bir aymazlık hal vaziyet karşısında milli ekonomiden yana tavır koyan ülkeler ile milliyetsiz ekonomiden yana tavır koyan ülkelerin ekonomisini kendi tekellerinde tutan finans spekülatörleri arasında kıyasıya kavgaların yaşandığı bir dünya ile yüzleşmiş olduk.  Bilhassa küresel sermayeyi elinde tutan güçler biryandan milli ekonomileri çökertmek için ülkeler üzerinde balans ayarlamaları yaparken, diğer yandan da daha önceden hazırladıkları stratejik planlarla kendilerine ekonomik kaynak olarak gördükleri enerji koridorlarının girişinde ve çıkışında her ne oluşum varsa tüm bu alanları terörle kontrol altına tutmayı da ihmal etmezler.  İşte getirisi çok büyük bu söz konusu ekonomik kaynakları kontrol altında tutmak adına kimi zaman El Kaide üzerinden,  kimi zaman PYD ve YPG üzerinden, kimi zaman PKK üzerinden, kimi zaman IŞİD üzerinden, kimi zamanda FETÖ ihanet örgütü üzerinden tüm planlarını yürütüp yapmışlardır. Böylece Ortadoğu, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin birer uydu alanı olarak kontrol altında tutulmaya çalışılırken, diğer süper güçlerinde pastadan dilim almasına hizmet eden piyonları olması hedeflenmiştir. Dahası bu çerçevede küresel projeye ayak uyduranlar ödüllendirilirken, uymayanlara da ülkelerinde provakatif eylemler ve karışıklıklar çıkartılarak gözdağı verilmiştir. Hatta direnç gösteren ülkeler kendi iç problemleriyle baş başa bırakılarak dünyadan soyutlanıp yalnızlaştırılır da.

         Şurası muhakkak I. dünya savaşı Osmanlı’yı yıkmak için planlanan bir savaştı. Zira stratejik plan gereği Ortadoğu’da Osmanlı şemsiyesi altında huzur ve barış içinde yaşayan topluluklar bir anda Devlet-i Aliyye’den koparılmışlardır. Maalesef beyaz adam bu topraklara ayak bastığı günden bugüne bu topraklarda kan ve gözyaşı hiç dinmedi,  bu alanlar kanayan yara hale gelmiştir hep. Bu yüzden Caroline Finkel tüm insanlığa bir vicdan haykırışıyla “Osmanlıların geri getirilmesi mümkün müdür” diye sormaktan kendini alamaz da. Hem nasıl Osmanlının boşalttığı alanlar kanayan yara hale gelmesin ki,  bir kere Osmanlı sonrası kartlar yeniden karılarak yeni kurulan Türkiye’nin konumu kendileriyle işbirliği içerisine girecek statükocu zihniyete teslim edilecek şekilde planlanmıştı. Bir başka ifadeyle Osmanlı ruhu bu topraklarda bertaraf edildiğinde Ortadoğu’nun kontrolü çok daha kolay olacaktı. Zaten öyle de oldu. Derken “böl-parçala-yut” stratejik politikalarla adına ancak kabile denilebilecek türden topluluklardan oluşan bir sürü devletçikler su yüzüne çıkıverdi. Hatta ABD bunlarla da yetinmez, işi daha da garantiye almak babından buralarda İsrail’i konuşlandırmakla bölgenin kontrolünü kendi elinde tutmaya da çalışır hep. Ne diyelim,  işte görüyorsunuz ya, balans ayarı böyle bir şeydir. İcabında birçok mağdur ülke başına gelecek olanların farkına varamaz da. Hele bir ülke küresel güçler tarafından balans ayarına tabii tutulmaya bir görsün,  bir bakmışsın 1979 İran devrimi,  akabinde Afganistan, Irak, Suriye,  Gazze, Lübnan, Yemen derken tam da ABD’nin istediği bir kıvamda Büyük Ortadoğu cehennemine dönüşen bir tabloyla karşı karşıya kalınabiliyor. 

      Peki ya Türkiye’nin başına gelenler! Malum olduğu üzere ülkemizde:

      -Sağ sol kavgası bahanesiyle gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 darbesi, 

      -İrtica bahanesiyle gerçekleştirilen 28 Şubat Post modern darbe girişimi,   

      -Güya ağaçlar kesiliyor bahanesiyle girişilen Gezi kalkışması provası, 

       -Emniyette ve yargıda yuvalanmış FETÖ’nün elemanlarınca yolsuzluk kılıfı altında gerçekleştirilen 17-25 Aralık kumpas operasyonu,

      -En nihayetinde 15 Temmuz darbe girişimiyle vatana ve millete ihanet eden FETÖ destekli gibi bir dizi balans ayarlamaları başımıza bela olarak sahnelenebilmiştir. Tabii zinde güçlerin bir planı vardıysa, Allah’ında elbet değişmez bir hesabı vardı. Nitekim Oğul Bush, Irak'a girip Saddam’ı devirdiğinde önce sevinmişti, sonrasında Irak bataklığında saplandığını gördüğünde o an Vietnam bataklığını hatırladılar. Hem nasıl hatırlanmasın ki,  Irak Saddam belasından kurtulmuştu kurtulmasına ama sonraki gelişmeler oğul Bush'un uykusunu kaçırmaya yetmişti. Dahası, okyanus ötesinden buralara kadar geldiler gelmesine ama “Acaba yine ikinci bir Vietnam bataklığı yaşar mıyız” düşüncesi Bush'un beynine ok gibi saplanmış gibiydi. Hatta Bush o günlerde Amerika’da seçimler iyiden iyiye yaklaştığında Irak’a girmekle büyük bir hata ettiğini itiraf etmek zorunda kaldı. Tabii hatasını itiraf etse ne,  artık onu baştan düşünecekti,  seçim bir kere kapıya dayanmıştı,  pişman olmuş neye yarardı ki.  Hele kör kütük girdiği bu topraklardan geri dönse bir türlü dönmese bir türlü. Belli ki,  değneğin her iki ucu da kirli ve sivriydi. Şu bir gerçek; her inişin çıkışı olduğu gibi, her çıkışında bir inişi vardır.  İşte bu değişmez kanun, er ya da geç ABD içinde kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Hiç kuşkusuz nihai sonucu ancak Allah belirler.  Çünkü kaderin üstünde kader vardır,  o kader hele bir tecelli etti mi tüm şer odaklar kaçacak delik arar da.

            Vesselam.