
Ulusların kendi kültürel öğelerini bir iletişim kanalı olarak kullanarak kendilerini tanıtmalarına odaklanmaları yeni bir kavramı literatüre kazandırdı; “Kültürel Diplomasi.”
Kültürel diplomasi; “sanat, bilim, eğitim, teknik gibi kültürel öğelerin ülkelerin itibarını arttırmak ve ortaklıklar kurmak amacıyla sunumu” olarak tanımlanabilir. Tarihsel olarak geçmişi çok eskilere dayanmaktadır. Hediye verme ve alma en eski kültürel diplomasi örneği olarak kabul edilmektedir.
Bir ülkenin diğer milletlerden insanları kendi kültürüne, toplumuna çekerek, farklı ülkelerden insanlar arasında kişisel bağlantıları güçlendirip kendi siyasi ideallerini ve politikalarını yabancı izleyicilerin gözünde daha çekici hale getirmesini sağlıyor kültürel diplomasi. 1959 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından ilk kez kullanılan bu kavram, "yumuşak güç" kavramı ile birlikte ele alınmakta. Yumuşak güç, ülkelerin farklı kamuoylarında gündem oluşturma ve konuların sınırlarını belirlemede başat faktör olması sebebiyle son yirmi yıldır devletler nezdinde çok daha kritik hale geldi.
Türkiye de son yirmi yıldır yumuşak gücünü aktif hale getirmiş ve değerlerini, gelecek tasavvurunu ve kültürel niteliklerini dünyaya anlatma çalışmalarına hız kazandırarak imajını daha net bir şekilde ifade etmeye başlamış bir ülke konumunda. Kamu diplomasisi politikaları ve yumuşak gücü ile ülkemiz ilk kez kendi imajını kendisi inşa edecek bir pozisyona ulaşmaya başladı.
Türkiye’nin kültürel diplomasisine sivil alanda katkı sağlayan ve ülkemiz edebiyatı üzerinden dünya genelinde Türkiye’nin imajını oluşturma çalışmaları yürüten Introtema Telif Hakları Ajansı kurucusu Dr. Muhammed Ağırakça ile kültürel diplomasi ve telif hakları ajansı arasındaki bağı ele alırken, şu iki soruya yanıt aradık:
-Bir yumuşak güç olarak Türk yayıncılığının dünyadaki karşılığı nedir?
-Yayıncılığımızın uluslararası açılımı ne anlama geliyor?
Dr. Muhammed Ağırakça, 2008 -2009 yıllarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Dış İlişkiler Müdürlüğünde yöneticilik görevlerinde bulunmuş ve yerel diplomasi üzerine çalışmalar yapmış. Akabinde de yurt dışı eğitim danışmanlığı, yabancılara Türkçe dil eğitimleri ve yabancı dil eğitimleri alanında faaliyetler göstermiş hem Türkiye’de hem yurt dışında birçok insanın Türkçe öğrenmesinde önemli rol üstlenmiş 2018 yılında kurmuş olduğu Akdem Telif Hakları ve Tercüme Ajansı bünyesinde 5 yılda çok önemli çalışmalara imza atmış. 2023 yılı başında Albayrak Medya ile güçlerini birleştirerek ‘Introtema’ adı ile yeni ve küresel bir yapıya sokmak için kolları sıvamış.
Otuzdan fazla ülkede kültür ve eğitim alanında önde gelen isimlerle bir araya gelerek projeler yapan Ağırakça ile kültür diplomasisi ve Türk yayıncılığının uluslararası açılımı üzerine keyifli bir sohbet yaptık.(YeniŞafak)
Bu güzel ve yararlı sohbetin daha çok okura ulaşması için köşemizde de yayımlıyoruz.
Yenişafak; İşiniz gereği çok sayıda ülkeye ziyaretlerde bulunuyorsunuz ve sahayı gözlemleme imkânınız var. Türkiye’nin kültür diplomasisini bu bağlamda nerde görüyorsunuz?
1997’den beri çeşitli vesilelerle yurt dışında bulunuyorum. Türkiye, kültür diplomasisi alanında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile birlikte çok ciddi bir ivme yakaladı. TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Okulları ve YTB gibi büyük yapılanmalar sayesinde kültürel diplomaside çok büyük ataklar yaptı. Eskiden lisans ve lisansüstü eğitim almak için çok az sayıda öğrenci Türkiye’yi tercih ediyordu. Şimdi yılda iki yüz binden fazla yabancı öğrenci ülkemizde eğitim almakta. Bu öğrenciler kültür diplomasisi için o kadar değerli ki bunun faydalarını belki 15-20 yıl sonra çok daha iyi anlayacağız. Kültür diplomasimizdeki etkiyi sadece saymış olduğum kurumlarla sınırlamak da çok doğru değil. Dolaylı olarak Türk Hava Yollarımız, Türk Kızılayı, AFAD, TRT, TÜRKSOY gibi kurumlarımız da çok büyük katkılar sunuyor dünyadaki kültür diplomasimize. Türkiye’de gelişen ve uluslararası markalarımız haline gelen sivil toplum kuruluşlarımızın dünya genelindeki katkılarına bakıldığında onların da bambaşka bir etken olduğu görülüyor. İşte bunlar arasındaki koordinasyon, iletişim ve ortak projelerin gelişmesi böyle zamanlarda çok büyük bir önem arz ediyor. Bu iletişimin daha da güçlenmesi adına Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının çabaları da son yıllarda gözle görülür bir şekilde artmış durumda.
Yenişafak; Kültür diplomasisinde bahsetmiş olduğunuz bu gelişmelerin yayıncılık alanındaki yansımalarını nasıl okuyorsunuz? Türk yayıncıları bu kültür diplomasisinde nasıl bir rol oynuyor?
Öncelikle Türkçe öğretiminden de belki birkaç cümle bahsetmekte fayda var. Yunus Emre Enstitümüz sayesinde Türkçe dünyada öne çıkan diller arasına girdi. Dünya genelinde 60 ülkede 70’ten fazla merkezde Türkçe eğitimlerinin yapılması, Maarif Vakfının 50’den fazla ülkede 400’ü aşkın kurumda yüz binden fazla öğrenciye dokunması Türk dili ve Türk bayrağının dalgalandırılması adına çok büyük gelişmeler. Elbette adını az önce zikrettiğimiz diğer kültür diplomasisi kurumlarımızın da buna sağladığı katkılar var. Hepsini bir arada okuduğumuzda dünyada bir Türkçe rüzgarının estiğini söyleyebiliriz. Sorunuzu bu bağlamda değerlendirdiğimizde elbette ki dilimizi öğrenen kitle aynı zamanda edebiyatımıza da bir ilgi duyacaktır. Türkiye’de neler üretiliyor, kimler neler kaleme alıyor merak edilecek, yazarlarımızın yazdıklarının çevirileri için bir akım başlayacaktır. Bu nedenle Türk edebiyatının uluslararası açılımını birkaç telif hakları ajansının çalışmasına bağlamak, sadece belirli gelişmelerin ürünü olarak görmek kanımca eksik olur. Kümülatif bir değerin sonucu olarak dünyada Türk edebiyatına bir yönelme var denebilir.
Yenişafak; Dünyada Türkçe öğrenimine olan ilgiyle Türk edebiyatının yaygınlaşmasını birbirine bağladınız. Yine birden fazla faktörün edebiyatımızın uluslararasılaşma sürecinde önemli rolü olduğunu belirttiniz. Nedir bu köşe taşları sizce?
2005 yılından önce Türkçeden farklı dillere yapılan çevirileri incelediğimizde Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’in çevirilerinden öte çok fazla yazarımızı yurt dışında göremezdik. Bu yazarlarımızın da çevirilerini çok az sayıda gözlemlemekte idik. Bence en büyük ivmenin Atilla Koç Beyin Kültür Bakanlığı döneminde uygulamaya konulan TEDA projesi olduğunu söyleyebiliriz. TEDA Projesi sayesinde Türk edebiyatından farklı dillere yapılan çevirilere Kültür ve Turizm Bakanlığımız destek vermeye başladı. Bugün TEDA desteği ile dünya genelinde 87 ülkede 4000’e yakın eserimiz 60 ayrı dilde basıldı. Elbette TEDA’nın faaliyete geçmesinin hemen akabinde 2006 yılında Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülünü alması, 2008 yılında Türkiye’nin Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda onur konuğu olması, yine 2010 İstanbul Kültür Başkenti sürecinde yapılan çalışmalar edebiyatımızın kültür diplomasisinde aldığı yeri her geçen gün perçinlemiştir. Daha sonra Türkiye’nin Londra Kitap Fuarı’ndaki onur konukluğu, 2016 yılında benim de hali hazırda organizasyon komitesi başkanlığını yürütmüş olduğum İstanbul Publishing Fellowship programının başlaması, bu kapsamda her yıl 60’ı aşkın ülkeden 300 kadar yayıncının ülkemizde buluşup İstanbul’u bir telif pazarı haline getirmesi ciddi çalışmalar olarak ele alınabilir.
Yenişafak; Türk edebiyatının daha çok hangi ülkelerde karşılığını görüyorsunuz?
Aslında telif hakları ajansımızı kurma sürecinde bir şeyi fark ettik. Türkiye’deki çok az sayıda yayıncımız üretmiş olduğu eserleri yurt dışına sunuyor. Türk yayın pazarı hep telif alımı üzerine kurulmuş bir pazar. Yayıncılara sunulan destekler de mütevazı girişimlerin sonucunda karşılık bulmuş. Yaygınlaşma serüveni çok agresif bir tanıtıma maruz kalmamış. Bunun üzerine bir takım oyunu kurarak en yakın coğrafyadan işe koyulduk. Daha önceki iş tecrübelerimizin getirdiği birikime dayalı olarak kendimize ilk başta Arapça konuşan pazarı hedef olarak belirledik. Bu coğrafyaya çok kısa süre içinde önemli sayıda telif satışı gerçekleştirdik. Umman’dan Fas’a kadar, Cezayir, Lübnan, Katar, Ürdün, Mısır ve hemen hemen bütün Arapça konuşan coğrafyaya Türk edebiyatını çok hızlı bir şekilde yaygınlaştırma imkânı bulduk. Aslında bunu yaparken bize bu altlığı sağlayan çok kıymetli bir sektör vardı. Türk dizi sektörü. Dizilerden kaynaklı bir Türkçe ve Türkiye hayranlığı yayıncı kitlesinin dikkatini hemen çekti ve bizim doğru zamanda yapmış olduğumuz bu doğru hamle adeta büyük bir kültür diplomasisine dönüştü. Dünyanın her yerinde Türkiye ile bağ kuran ve Türkiye’ye dost insan sayısını arttırmak için kolları sıvadık ve diğer coğrafyalara yöneldik. Elbette bizim "gönül coğrafyası" olarak andığımız coğrafyalarda çok daha hızlı netice alıyorduk. Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Balkan ülkeleri bu bağlamda en çok telif sattığımız ülkeler oldu. Ama bu ülkelerin dışında daha önce Türk edebiyatından hemen hemen hiç eser yayınlamamış Nepal, Moğolistan, Çin, Malta gibi ülkelere de telif satışları gerçekleştirdik. Almanya, İtalya ve Meksika'ya telif satışlarımız oldu. Şimdi Arjantin'de, Kore'de ve Suudi Arabistan'da bizimle çalışan ekip arkadaşlarımız var. Dünyanın dört bir tarafında olmanın, Türk kültürünü, edebiyatını bu coğrafyalarda tanıtmanın tadı bambaşka.
Yenişafak; Sizce diplomatik ilişkilerimizle edebiyatımızın yaygınlaşması paralel mi gidiyor? Siyasi ilişkilerimizin gergin olduğu halde telif satışı yaptığınız coğrafyalar oldu mu? Yumuşak güç kavramını bu bağlamda nasıl okuyorsunuz?
Arap coğrafyasına telif satarken Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Türkiye’nin siyasi olarak ciddi bir gerginliği vardı. Ama bu dönemde bile biz edebiyatımızdan ürünleri bu ülkelere sunabildik. Siyasi ilişkiler gergin diye biz bu ülkelerin kitap fuarlarına gitmemezlik etmedik. "Siyaset ayrıştırır, kültür birleştirir" sloganıyla bütün yayıncı dostlarımızla çok sıcak ilişkiler kurduk. Ermenistan’a da telif sattık, Azerbaycan’a da telif sattık. Kürtçeye telif sattık, Fransızcaya telif sattık. Bu süre içinde siyasi ilişkiler bizim iş alanımızı olumsuz etkilemedi. Daha doğrusu tam burada biz "yumuşak gücü" kullandık. Yani kültür üzerinden, telif satışı üzerinden Türkiye’nin uluslararası alanda bilinirliğini, güvenilirliğini ve itibarını artırmak için özel bir çaba gösterdik. Aslında temel mesele sizin o ülkenin yayıncısı ile kurmuş olduğunuz dostluk ilişkisi. Daha sonra da onun bu kitabı yayınlayıp kendi ülkesindeki okurda bir karşılığını ortaya koyması meselesi. Bu durumda sizin bu yumuşak gücünüzün önünde kimse duramaz. Zira okur Türk dizisini seyrediyor, Türk müziğini dinliyor, Türkiye’ye tatile geliyor. Elbette Türkçeden çevrilmiş bir eseri de okumak onun gönlünde bir yer edinmek adına çok ciddi bir önem arz ediyor.
Yenişafak; Türkçeden farklı dillere çevrilen eserlerle ilgili olarak tespitleriniz nelerdir? Sizce kültür diplomasisinde bu eserlerden çok istifade ediliyor mu?
Sanırım en çok zorlandığımız alanlardan birisi bu. Zira biz yayıncı ile irtibat kurup eseri tanıtıyor, telif satış sürecini yönetiyor akabinde de tercümesine destek oluyoruz. Asıl kültür diplomasisi sürecinin eserin yayınlanması akabinde başladığını düşünüyorum. Yazarın o coğrafyada tanıtılması, eserlerin o bölgedeki edebiyat dergilerine konu olması, sosyal medya üzerinden eserlerin o dilde tanıtımı, yazarla okurun buluşması gibi konularda daha yolun başındayız. Bu bağlamda bir anekdotu aktarmak istiyorum. Yıl boyunca çokça fuara gidiyoruz. Bir Arap ülkesinde fuarda idik. O ülkede kültür diplomasisi alanında önemli bir kurumun yetkilisi geldi. Uzun yıllardır da o ülkede görev yapıyordu. Bizim Peyami Safa, Tarık Buğra, Cengiz Dağcı, Mustafa Kutlu, Necip Fazıl Kısakürek gibi yazarların kitaplarını o ülkenin diline çevirdiğimizi söylediğimizde yetkili arkadaş çok şaşırdı. Kendisine ülkedeki yayınevleri ile olan diyaloğunu sorduğumda "biz yayıncılarla pek tanışmıyoruz" dedi. Kültür dünyasında olan, bir kültür kurumu yöneten yönetici o ülkenin yayıncıları ile hiç oturmamış, bir yemek yememiş, sohbet etmemiş, birlikte bir etkinlik yapmamış. Bu durum bize çok garip geliyor inanın. Kültürün en temel öğelerinden birisidir edebiyat. Yayıncı ile diyaloğu olmayan bir kültür insanını hayal dahi edemiyorum. Bunları aşmak için çok daha fazla çalışmamız gerekiyor. Uluslararası kitap fuarlarında da zaman zaman ülke standımızda büyükelçiliklerde görev yapan arkadaşlarımızı görüyoruz. O ülkenin eğitim kurumlarından kopuklar, yayın camiasından kopuklar, sivil toplumundan uzaklar. Bunları aştığımız zaman bizler gerçek anlamda kültür diplomasisini kurabiliriz diye düşünüyorum.
Yenişafak; Son olarak dünya kamuoyunda olumlu bir Türkiye algısı oluşmasına yönelik kültürel faaliyetlerin yeterince yapıldığını düşünüyor musunuz?
Bu konuda çok büyük bir çabanın olduğunun farkındayız. Ama işin başında olduğumuzu düşünüyorum. 1992’de TİKA’yı, 2007 yılında Yunus Emre Enstitüsü’nü, 2010’da YTB’yi 2016’da ise Türkiye Maarif Vakfı’nı kurmuşuz. Kültür diplomasimizin lokomotifi denecek olan kurumların yaşı çok genç. Fransız Enstitüsü 1907’de, British Council 1934’te, Goethe Enstitüsü 1951’de, Cervantes Enstitüsü 1991’de kurulmuş. Şimdi bu kurumlarla kıyaslandığı zaman bu tür çalışmalara çok geç başlamışız. Türkiye’de yaşanan iç siyasi krizlerden uluslararası kültür diplomasisi için bir alan açılmamış. Uluslararası kitap fuarlarında, kültür aktivitelerinde hala biz kendi ülkemizin kurumlarının stantlarını göremiyoruz. Uluslararası Kitap fuarlarında sadece İstanbul Ticaret Odası stant açıyor. Yurt dışında bir fuarda idik ajans ekibi olarak. Kendi aramızda Türkçe konuşuyorduk. 18 yaşında o ülkenin vatandaşı olan bir kız arkamızdan koştu. "Sizinle Türkçe konuşabilir miyim?" dedi. Çok mutlu olduk. Sonra çok acı bir şey söyledi. "Bu fuarda Amerikan Kültür standı var, İspanyollar var, Almanlar var, İranlılar var. Bu ülke insanı en çok sizi seviyor ama siz yoksunuz! Ben bu fuarda en çok Türk bayrağını görmek istiyorum!" Bu anı hiç unutamıyorum. Bizim de elimizde kitap bavulları ile gittiğimiz, ülke standı olarak yerimizin olmadığı için bavullardan kitap çıkarıp yayıncılara sunduğumuz ve çok zorlandığımız bir fuardı bu fuar. Çok aşırı üzülmüştüm bu kızımızın cümlelerine. İnanın bu tür etkinliklere iştirak için sadece maddi imkansızlıkları öne sürmek çok yanlış. Çok basit ilişkileri kullanarak bizi önemseyen coğrafyalar başta olmak üzere her yerde olmalıyız. Yoktan var etmeye çalışarak, imkansızlıklardan imkanlar çıkararak bu günlere gelmiş insanlarız. Bu konuda çok daha fazla çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Ama elbette bunları söylerken de bundan 20 yıl önce adımızı dahi duymayan coğrafyalar şimdi bizim yolumuzu gözlediğini bilerek konuşuyorum. Bunu da unutmamak lazım. Ümitvar olup çok çalışarak sanırım bu beklentileri karşılayabiliriz. Biz sivil bir ekip olarak bunu kendimize iş edindik. Kendimizi sektörde öncü kuvvet gibi görüyoruz. Gücümüz yettiğince, yokluk zamanlarında da bolluk zamanlarında da geri durmadan, çok çalışarak büyük bir gayret içindeyiz. Ekip ruhu ile çalıştığınızda 20-30 kişi ile bile büyük işlere imza atabiliyorsunuz. Türkiye yüzyılı ruhu sizi ve ekibinizi güçlü tutuyor.
Yenişafak; Neoliberal hegemonyaya karşı artan tepkiden bahsediyorsunuz. Bu tepki gün geçtikçe artıyor mu? Toplumların alternatif arayışı sürüyor mu?
Şunu belirtmeliyim ki, o dönemde yazdığım metni şimdi daha geniş bir perspektiften değerlendirdiğimde, dünya genelinde birçok açıdan doğru bir öngörüde bulunduğumu görmekteyim. Neoliberalizmin sorgulanması daha hızlı ve kalıcı sonuçlar doğuracak gibi görünüyor. Ancak, bu yönde ne gibi değişiklikler oldu? Hızlı bir gelişme kaydedildi mi? Ve bu gelişmeler toplumları daha kapsayıcı ve içerici hale getirdi mi? Bunu net bir şekilde söylemek zor. Ancak, özellikle Avrupa Birliği düzeyinde, bölgesel bazda bu yönde olumlu ilerlemelerin olduğunu da gözlemleyebiliriz. Bu, neoliberal politikaları uygulayan iktidarların azalmasından çok, toplumsal sorunlar ve eşitsizlik gibi meselelere daha fazla odaklandıklarını gösteriyor.
Yenişafak; Türkiye’de etkisi ne oldu?
Bu soruyu önce bazı sektörler ve politikalar düzeyinde düşünelim. E-ticaret gibi önemli bir sektörün büyüdüğünü görüyoruz. Bu, kurye esnafı gibi yeni meslek gruplarının ortaya çıkmasına neden oldu ve hem olumlu hem olumsuz sonuçlar doğurdu. Aynı şekilde uzaktan çalışma, emek piyasaları ve iş hayatı üzerinde büyük etkiler yarattı. Bazı avantajları olmakla birlikte emeğin kolektif örgütlenme sini ve pazarlık gücünü zayıflattığına tanık oluyoruz. Her ne kadar eğitimin devamını sağladıysa da bu alanında büyük sorunlar ve kayıplar yaşandı. Bir nesil ve dört yıllık bir kuşak, normal eğitim atmosferini yaşamadan mezun olacak. Bu da önemli bir sorun. Diğer yandan pandemi sürecinde eşitsizlik sorunu çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Daha yoksul olanlar, daha fazla hastalandı ve daha sağlık sorunları yaşadı. Bu, neoliberalizme karşı tepkinin artmasına neden oldu. Fikir düzeyinde, neoliberalizme yönelik eleştiriler ve alternatif arayışları arttı.
Yenişafak; Otoriter sağ popülist iktidarlarda yükselişi de görüyoruz…
Bu kesinlikle söylenebilir. Hindistan, Rusya, bir yanda Avrupa’ya baktığınızda da otoriter popülist partilerin bir gerileme veya zayıflama dönemi içine girmediğini görüyoruz. Kanımca şu sonuca varabiliriz. 21. yüzyılda 20. yüzyıl faşizminden ve askeri diktatörlüklerden farklı özellikler taşıyan bir otoriter rejim tipi öne çıkıyor. Klasik benzer yönleri var ama 21. yüzyıl koşullarının getirdiği değişik özellikler de gösteriyorlar. Örnek vermek gerekirse, popülist otoriter rejimler, anayasal bir rejimi ve özgürlükçü demokrasiyi korumaya çalışıyor gibi görünebiliyorlar, hatta sözde demokrasi şampiyonluğu yapıyorlar. Ama üzerine örttükleri şalı kaldırdığınız zaman anti-demokratik yapılar hemen kendini gösteriyor. Kâğıt üstünde özgürlükçü anayasalar var ama, sistem; fiilen yürürlükte olan otoriter bir devlet ve yönetim yapısı. Onun altında yatan sınıfsal eşitsizlik ve ahbap çavuş kapitalizmi.
Yenişafak; Z Kuşağı kavramı gençler ile ilgili analizlerde çokça kullanılıyor. Yekpare bir gençlik var mı? Gençlerin siyasi katılımı nasıl artırılabilir?
Siyasi partiler ve siyaset dünyası ile gençlik arasında ciddi bir mesafe olduğunu söylemek mümkün. Başından beri bu gençlik tartışmalarında bazı temel sorunlar görüyorum. Birdenbire bir "Z kuşağı" ortaya çıktı ve hala bugün "Z kuşağı" terimi kullanılıyor. Ancak bu terim, özellikle Amerikan orta sınıf gençlerinden ve batı dünyasının orta sınıf gençlerinden gelen özellikler üzerine yapılan değerlendirmelere dayanıyor. Bu nedenle "Z kuşağı" teriminin çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum. İkincisi gençler arasında önemli farklar var, işçiler, öğrenciler, ev kızları vesaire. Üçüncüsü, Y kuşağı da olsa yoğun yeni teknoloji kullanan yaş grupları birbirine çok benziyor. İnternet, dünyayı daha büyük bir perspektifle görmelerine yardımcı oluyor. Küresel ölçekte farklı düşünceler ve yaşam tarzlarını görüyorlar, etkileniyorlar. Türkiye’de yaşayan birçok genç, farklı yaşam tarzlarına, değerlere ve ilişkilere sahip. Bölgesel farklılıklar da önemli bir etken. Bu nedenle, gençlik meselesi karmaşık bir konu ve bu karmaşıklığı göz ardı etmemiz veya dikkate almamız gerekiyor. Okullaşma oranları arttı, üniversiteleşme arttı. Bu, gençlerin düşünce tarzlarını etkiledi. Evet, siyasi iktidarın yoğun baskısı var ama eğitim ve eğitim iklimi gençlerin dünya görüşünü değiştiriyor. Otoriterin dediğini, örneğin siyasi ve dini otoriterlerin dediğini peşinen kabullenmiyorlar. BU dünya görüşü, değeler ve zihniyet değişimi gençleri AKP iktidarından ve dini muhafazakarlıktan hızla uzaklaştırıyor. AKP’nin gençlik oyları eriyor.
Yenişafak; Agoralar arttı diyebilir miyiz?
Evet, tam olarak öyle. Özellikle küçük şehirlerde kafeler ve AVM’ler arttı. Gençler bu tür yerlerde vakit geçiriyorlar ve bu yerlerde buluşuyorlar. Bu, toplumsal etkileşimi teşvik ediyor ve gençlerin farklı düşünce tarzlarına açık olmalarını sağlıyor. Bu nedenle, özellikle geleneksel veya muhafazakâr topluluklar için bile, bu tür mekanlara gitmek, gençlerin yaşam biçimlerini değiştirebiliyor. Popüler kültürün, müziğin ve yaşam tarzının gençler üzerinde büyük bir etkisi var. Bu, güçlü bir itici güçtür. Geleneksel yapılar, değerler ve dokular sarsılıyor. Gençler ile AKP’nin temsil ettiği değerler ve düzen arasında bir mesafe oluşuyor. Bu durumu, AKP’nin oyları ile ilgili sonuçlar üzerinden somutlaştırabiliriz. 2011 ve 2012 yıllarında gerçekleştirilen geniş kapsamlı bir araştırmada, AKP’nin oy oranları yüzde 49,5 iken, gençler arasında (25 yaş ve altı) bu oran yüzde 44,4’e kadar düşüyordu. Bu, AKP’nin temsil ettiği değerler, tutumlar ve ilişkilerle gençler arasında bir kopuş olduğunu gösteriyor. Bu kopmanın iki temel nedeni var. İlk olarak, siyasi baskı ve AKP’nin kayırmacı düzeni ve torpile dayalı sistemi, gençler arasında rahatsızlık yaratıyor. Gençlerin en önemli özelliği otoritelere karşı özgürlük arayışlarıdır. Özellikle dini otoriteler gençler için bağlayıcı değil. İkinci olarak, mahalle baskısı da önemli bir faktördür. Gençler, muhafazakâr ailelerin daha yaygın olduğu bölgelerde, ailelerinin ve mahallelerinin baskısına maruz kalıyorlar. Sonuçta AKP’nin oyları, özellikle gençler arasında, 25 yaşın altındaki seçmenlerde düşmeye devam ediyor. Son seçimde yüzde 25-30 bandına gerilemiş durumda.
Yenişafak; Toplumu etkileyen yeni dinamikler de artan göç ve çalışan kesimlerde görülen yoksullaşma… Bu iki etken geleceği nasıl etkileyecek?
Uluslararası göç sorunu tüm ülkelerin siyasi dinamiklerini etkiliyor. Türkiye’de, özellikle Suriyeli mülteciler, dışarıdan çalışmaya gelenler konusu büyük önem taşıyor. Göç meselesinde muhalefetin daha demokratik ve çoğulcu bir tavır alması gerektiği bir gerçek. Çalışan yoksulluk da bir diğer önemli konu. Türkiye, hızlı bir değişim sürecinin içindedir ve bu değişim kısmen siyasete yansımıştır, kısmen ise yansımamıştır. Türkiye artık bir emek toplumu haline gelmiştir. Köklü bir değişim. Resmi istatistiklere göre, ücretli çalışanlar toplumun üçte ikisini oluşturuyor. Bu değişikliği siyasi partilerin yeterince değerlendirmemesi büyük bir eksikliktir. Türkiye’deki siyaset işçi değil çalışan nüfusun yüzde 7’si düzeyinde kalan esnaf üzerinde odaklanıyor. Ancak toplumun üçte ikisi ücretli emekle geçimini sağlıyor. Siyasetçileri atölyede, fabrikada, büroda pek göremiyoruz. Bir diğer önemli konu beyaz yaka çalışanlar. Türkiye’de bilgi ekonomisi gibi yükselen sektörlerde çalışan beyaz yakaların potansiyeli göz ardı edilmemelidir. Bu kesimin, siyasete daha fazla katkı sağlaması sağlanmalıdır. Bu, Türkiye’nin geleceği için çok önemlidir. Türkiye’deki siyasi partilerle bu kesimler arasında bağın güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu kesimleri, demokrasi, özgürlük, sosyal adalet ve çevre bilinci gibi değerler etrafında bir araya getirmek daha kolaydır.
Yenişafak; AKP, 21 yıllık iktidarında toplumsal yaşamımızda neleri değiştirdi?
Başlangıçta, dinin kamuoyundaki görünürlüğünün arttığını belirtmek gerekir. Ancak, siyasi söylemde, meclis konuşmaları ve verilen demeçler gibi günlük dilde, dini söylemlerin öne çıktığını söylemek zor. Bunun yerine, kamu alanlarında, özellikle okullarda, dinin ve dini değerlerin yayılması ve görünürlüğünün artırılması hedeflendi. Örneğin, okullardaki müfredatın değiştirilmesi, okul atmosferinin ve sınıf ikliminin dini etkilerle şekillenmesi gibi konularda çabalar artırıldı. Ancak, toplumun, yaygın kesimlerinin AKP’ye karşı direndiğini ve onun tazyikini sınırlandırdığını düşünüyorum. Diğer yandan AKP bir popüler kültür geliştirme konusunda çok yetersiz kaldı. Örneğin, Türkiye’deki popüler kültürün büyük ölçüde seküler olduğunu ve AKP’nin bu alanda etkili olamadığını görüyoruz. Film endüstrisine, müzik endüstrisine ve futbol dünyasına baktığımızda, genellikle seküler değerlerin baskın olduğunu gözlemliyoruz. Yolsuzluklar, manevi çöküş, ekonomik sorunlar ve sosyal adaletsizlik gibi sorunlar, siyasi iktidarın zayıflamasına neden oldu. Ancak, bu tür otoriter rejimler ekonomik, toplumsal, kültürel değişime rağmen varlıklarını siyasi vasıtalarla sürdürebiliyorlar. AKP’nin oy oranının düşmesine rağmen, ittifaklar yoluyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devam etmesini sağladı. Sonuç olarak, Türkiye’de demokratik olmayan bir başkanlık sistemi yerleşmeye başladı ve bu nedenle muhalefetin rejim sorununu ve anayasa sorununu birlikte ele alması gerekiyor. Başkanlık sistemi yerleştiği sürece, bu sorunların çözümü daha da zorlaşabilir. Bu nedenle, muhalefetin bu konulara daha fazla odaklanması gerekmektedir.
Yenişafak; Muhalefetin bu noktada ne yapması gerekir?
Bir sosyolog olarak, toplumun dinamik kesimlerinin siyasete daha fazla dahil edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu, sadece siyasi parti içinde olmayabilir. Yeni katılım biçimlerine yönelik arayışlar önemlidir. Bununla birlikte, kamuoyunun siyasi partilerin sorunlarını anlaması ve demokratik süreçlere katkı sağlaması da gereklidir. Siyasi partileri zayıflatmak, başkanlık sistemini otoriterleştirebilir ve demokrasiyi tehlikeye atabilir.