Mustafa Toygar


Dr. MUSTAFA ÇALIK DA HAKK’A YÜRÜDÜ

TEK KİŞİLİK YALINKILIÇ BİR ORDU, ÇAPLI BİR ENTELEKTÜEL VE MÜTEFEKKİR


O; 17 Temmuz 1956’da Gümüşhane’nin Çalık köyünde doğmuş, orta okul üçüncü sınıfta Türk Ülkücüler Teşkilâtına kaydolmuş, lisede ve üniversitede ülkücü hareketin içinde aktif olarak yer almış, 1974 yılında kazandığı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne “fikrî ve siyâsî hüviyeti sebebiyle dört senede toplam 45 gün devam edebilmiş1, 1977 yılında Ülkü Ocakları Genel Merkez yönetimine seçilmiş, 1978-79 yıllarında MHP Araştırma Merkezi ve Parti Okulu’nda görev yapmış, particiliği inkıtaa uğrasa bile, ülkücülüğü son nefesine kadar bir şeref nişânesi olarak başının üstünde taşımış, her devirde “Dîn ü devlet mülk ü millet” için mücâdele vererek yaşamış ve Remzi Oğuz Arık’ın ifâdesiyle “Bir ömrü cephedeymiş gibi inandığı değerler uğruna yaptığı çetin kavgalarla geçirmiş olan ve kalbi her an Türk milleti için çarpan kadim bir ülkücüydü.

O; 1978’de A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olmuş, 1979 yılındaki Kaymakamlık ve Devlet Planlama Teşkilatı uzmanlık imtihanını birincilikle kazanmış2, mülkiye bürokrasisi başta olmak üzere bir çok alanda parlak bir gelecek kendisini beklerken, 1980’de Devlet Plânlama Teşkilatı’nda uzman yardımcısı olarak memuriyete başlamış, 1983-1984 yılları arasında Ankara ve Hacettepe Üniversitelerinde Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi konusunda dersler vermiş, 1985 - 1987 yıllarında ABD’deki Denver Üniversitesi’ne bağlı Milletlerarası Çalışmalar Lisansüstü Okulu’nda “Milletlerarası politika” konusunda yüksek lisans yapmış olan çok zekî, azimli, kararlı, yetenekli ve enerjisi tükenmeyen çok cevvâl bir insandı.

O; 12 Eylül sonrası Yeni Sözcü ve Yeni Hamle dergilerinin çıkarılmasına öncülük etmiş, dört yıldır uzman olarak çalıştığı DPT’deki görevinden ayrılmış ve 1989 bir grup arkadaşıyla birlikte “Türkiye Günlüğü Dergisi”ni çıkarmış, Cedit Neşriyatı kurarak yayıncılığa başlamış, 1981 yılında siyâsî ilim konusunda başladığı doktorasını; “MHP Hareketi’nin Siyâsî, Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları” başlıklı tezini savunarak 1992’de tamamlamış, 1996-97 ders yılında Hoca Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi’nde “Değişim ve Yenileşme Tarihimizin Temel Problemleri” başlıklı lisansüstü dersler vermiş, 2020 yılından îtibâren Bayburt Üniversitesi Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde ve Gümüşhane Üniversitesi İktisadî ve İdârî İlimler Fakültesi  Siyâset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde siyâset sosyolojisi ve sosyal bilimler konularında dersler vermiş olan; analitik düşünceye, sosyal ilimlerin ve yakın tarihin detaylarına, Batı’daki fikir hayâtına ve çok geniş kültür müktesebâtına sâhip çok özel bir akademisyendi.  

O; Yeni Ufuk, Kurultay, Ay Yıldız ve Bugün gazetelerinde köşe yazıları yazmış, 1999 seçimlerinde MHP’den milletvekili adayı olmuş, BBP’de Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulunmuş, uzun yıllar Türk Ocakları Yüksek Hars Heyeti âzâlığı yapmış, Türk Ocakları’nın 27 Nisan 2019 tarihinde gerçekleşen 45. Olağan Kongresi’nde “Nevzat Kösoğlu - Türk Ocakları Türk Düşünce Hayatına Hizmet Armağanı”na lâyık görülmüş olan kıdemli bir Türk Ocaklıydı.

O; millet temeli üzerinde yükselen, sosyolojik bir âidiyet ve târihî bir gerçek olan, millî kültürün, mensûbiyet şuurunun ve birlikte yaşama irâdesinin beslediği milliyetçilik hakkında; “Milliyetçilik, telaffuzu kolay, grameri zor bir dildir!3 diyerek çok çarpıcı bir tanımlama yapmış ve milliyetçiliği sosyolojik açıdan îzah eden Erol Güngör’ün ortaya koyduğu; “Milliyetçilik bir dış mesele olarak göründüğü zaman yerli kültürün yabancı kültüre -bütün sosyal müesseseleri de dâhil olmak üzere- korunması; bir iç mesele olduğu zaman ise memlekette millî birliğe engel olacak mâhiyetteki kültürel, iktisâdî ve sosyal farklılaşmanın asgariye indirilmesidir. Bu iki problemi birleştirecek olursak diyebiliriz ki, milliyetçilik ilk hamlede millî birlik ve tecânüsün (homojenlik) kazanılması dâvâsıdır.4 târifini benimsemiş, milliyetçilik düşüncesinde; “ırkçılığa”, “ideolojik politizasyona”, “Üçüncü Dünya ulusalcılığına”, “aşağılık kompleksine”, “biat kültürüne”, “reaksiyonerliğe”, “lümpenleşmeye”, “köylüleşmeye”, “bürokratik ve askerî vesâyete aslâ yer olmaması gerektiğini yazılarıyla ve konuşmalarıyla dile getirmiş, “sivilleşmeyi ve demokrasiyi” savunmuş5 ve “Milliyetçiliğin, millî bir kimlik şuuru ve mânevî bir bütünlük oluşturması gereken6 sosyolojik bir vetire olduğunu vurgulamış olan sosyal ilimlerde söz sâhibi bir yazardı.

O; “Türk milleti ne enik bir grubun adıdır ne de hayâlî ve farâzî bir tasavvurdur. Bu kavram Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ve kalbî-irâdî sadâkatle bağlı Türk vatandaşları kadar, Türk diye anılmaktan şikâyeti olmayan uzak ve yakın coğrafyadaki kardeş ve akrabalarımızı da ifâde eder. Dolayısıyla siyâsî irâde beyânı kadar; tarihî, medenî ve kültürel bir âidiyetle de kazanılabilir. Bir tarafıyla tarihin, bir tarafıyla coğrafyanın, bir tarafıyla da hem tarih hem coğrafya ve hem de kültürel mevcûdiyetimizin önümüze koyduğu mukadderattır. Türklük, bizim şimdi icad ettiğimiz zoraki bir kavram değil, yaşadığımız tarih ve biriktirdiğimiz medenî tecrübenin yaşayan değerleridir.7 diyen; “Üst kimliğimizin tarihen ve siyâseten Türklük, sosyolojik bakımdan Müslümanlık olması bizim şimdi ve bu tür tartışmalar vesîlesiyle kullandığımız bir ‘tercih’ değildir; uzun asırlar sonunda sâdece ‘edindiğimiz’ değil, aynı zamanda bize ‘verilmiş’ kollektif bir isim ve ‘hüviyet’tir.8 hükmünü ifâde eden, bu konulardaki sosyolojik tahlillerini; Ziya Gökalp’in de dâhil olduğu Mehmet Âkif, Yahyâ Kemâl, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Dündar Taşer, Erol Güngör, Durmuş Hocaoğlu ve Nevzat Kösoğlu’nun oluşturduğu entelektüel külliyatın rehberliğinde yorumlayarak yapan, siyâset sosyolojisine ve sosyal ilimlere vukûfiyeti çok yüksek olan standart üstü bir doktor öğretim üyesiydi.

O, milliyetçiliği; “Çağımızın en güçlü dinamiklerinden birisi” diye niteleyen, “Milliyetçilik, bizim gibi gelişmekte olan bir ülkede dînî-mezhebî, coğrafî ve etnik farklılıkları hoş gören, sosyal ve kültürel entegrasyonu güçlendirerek ‘gelişme’nin önündeki engelleri azaltmaya yarayacak kültürel bir ‘üst kimlik’ vâsıtası olacaktır ve olmalıdır mı; yoksa belli bir grup veya grupların ‘siyâsî ideoloji’si mi?9 sorusunu soran; hiçbir zaman sentetik milliyetçi, mevsimlik ideâlist, seyyar kıbleli muhafazakâr, devşirme dâvâ adamı, rüzgâr gülü mücâhit, fason demokrat olmayan, değişim fırtınasına kapılıp inançlarını, ölçülerini ve ülkülerini rafa kaldırmayan, inandığı gibi konuşan, düşündüğünü açıkça yazan, yüreği rozetinden çok büyük olan, etnik fitneye çanak tutarken Türk milliyetçiliğini tekfîr eden new-zuhûr siyâsal İslâmcıları aslâ tasvip etmeyen, Namık Kemâl’in “Vatan Şarkışı” şiirinde; 

Ecdâdımızın heybeti mârufu cihândır,

Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır.”10 

diye ifâde ettiği gerçeğe bütün kalbiyle inanan aksiyoner bir vatan evlâdıydı. 

O; “Biz bağışlanmış bir vatan toprağını vatan yapmadık. Kimsenin sâyesinde burada oturuyor da değiliz. Bu coğrafyayı vatan yapmanın bedelini hâlâ ödemeye devam ediyoruz. Bu devlet de Birleşmiş Milletler kararıyla kurulmadı. Millî varlığımızı kimsenin, hiçbir yerin âtıfetine, merhametine borçlu değiliz. İhsan edilmiş değil ‘emânet’ edilmiş topraklarda açtık gözlerimizi dünyaya. Orada da kapatacağız, Mevlâ’nın izniyle… Biraz erken, biraz geç… Nasıl olsaKülli nefsin zâigatül mevt.11* diyen, “Türkiye, şâyet hâricî bir gücün fiilî saldırısına mâruz kalırsa yapılacak şey târihî ‘sicil’imizde yazıyor12 diyerek azîz vatanımıza göz dikenlere neler yapacağımızı şimdiden net cümlelerle ifâde etmiş; “Şahsen hem milletime, hem vatanıma karşı ve hem de ülkücü-milliyetçi harekete karşı, Türk olduğum ve ülkücü olduğum için kendimi ölünceye kadar ‘borçlu’ hissedecek, borcumu ödemek için de son nefesime kadar uğraşacağım.”13 sözünü vermiş ve bu sözünü Hakk’a yürüdüğü güne kadar yerine getirmiş olan “Âsım’ın Nesli”nden bir alperendi.

O; “Hayatımda kendimi ülkücü hareket kadar hiçbir şeye sâmimiyetle vermedim. Benim için millî ideâller uğrunda mücadele etmekten daha haklı hiçbir şey olmadı; fakat hiçbir zaman da iyi bir ‘partili’ olamadım. En ‘partizan’ olduğum zaman bile iyi bir ‘partili’ değildim. Partili olmak biraz farklı bir şey. Ben partide pek ‘geçimli’ bir adam sayılmazdım. Parti demek siyaset demektir. Siyaset bazen konuşmak, ama bazen de susmak ve sîneye çekmektir. Bu benim için daima çok zor olmuştur. İtirazımı gizlemeyi hiç beceremedim. İkna olmadan susmak yalan söylemekten farksızdı. İkna olmadıkça itirazı geri almak riyakârlıktı. Tarikatlara meyletmeyişimin sebebi de aynıydı gâliba. Aklen ve zihnen ikna olmadan kalben teslim olamadım. Teslimiyeti değil îtirâzı sevdim hep. Teslimiyet isteyenler de aslâ sevmediler beni. ...Ülkücülük MHP’yi rahminde taşıdıkça onu da öyle müdafaa etdim. Roller değiştiğinde herkes gibi ben de çok sıkıntıya düştüm. ‘Hareket’ partiyi tanımladıkça her şey çok kolaydır; ama ‘parti’ hareketi tanımlamaya başlayınca işler değişir. Hareketi inançlar, idealler ve ilkelerden başka hiçbir şey bağlamaz; partiyi ise bunlardan çok başka şeyler bağlar; çünkü, parti her şeyden evvel siyasi bir varlıktır. Hareket ise öncelikle ideolojik endişelere dayanır.14 diyen; “Hareket”in “Parti”ye yön vereceği günler için “Allah’tan umut kesilmez!” inancıyla hayâller kuran, “Hayâller kuruldukça umutlar yaşar. Hayâller ümitlerin zembereğidir, hep kurulu durmalı…15 düşüncesiyle ufuk çizgisinde umut şafağının sökeceği günleri “Bir gün mutlaka!..” hayâliyle bekleyen, ümit kandillerinin hiç söndürmeyen ve hiç karamsarlığa düşmeyen inançlı bir dâvâ adamıydı.

O; “15 yaşından beri ‘Ülkücü’ hareket içinde olmaktan bir ân olsun nedâmet duymayan16, Besmeleli bir aşk ve Ay Yıldızlı bir sevdâ ile Türk’e, Türkiye’ye ve Türk Dünyası’na meftûn olan; emdiği sütün, içtiği suyun, astığı bayrağın, bastığı toprağın hakkını veren, fakirin; ‘Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Hz. Hamza Duruşlu, Kürşad tavırlı ve Tûran düşünceli” diye vasfettiği ülkücü Türk milliyetçilerinden ve “Men âmene bil-kaderi, emine min-el kederi17* hükmünün sertâç eyleyen mütevekkil insanlardandı.

O; Türklüğün her meselesini kendisine dert edinen, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi”ni18, milletimizin kültür ve asâletini, devlet kurmadaki kabiliyet ve teşkilatçılığını yazılarında devamlı dile getiren, tevârüs ettiğimiz muhteşem medeniyetin tarihî sorumluluğuna müdrik olarak kendimize ait mukaddes rüyâlar görmemiz ve büyük ülkülere sâhip olmamız gerektiğini eserleri, sohbetleri ve köşe yazılarıyla yeni nesillerin zihinlerine nakşeden, Türk milliyetçilerinin fikrî gelişmesine dâir yaptığı sosyolojik analizlerle gönüllerde turkuaz bir çerağ uyandıran kalem ve kelâm mücâhidiydi. 

O; ülkemizin bugününe ve yarınlarına dâir meselelerle, Türk Dünyasının istikbâli için alın ve gönül teri döken; milletimizin târihî mefahiriyle yeniden buluşması ve câmi merkezli yeni bir medeniyet inşâ etmesinin şartın ötesinde bir mecburiyet olduğunu söyleyen, bunun için de gençliğin aynı ideâllere ve hayâllere sâhip olması, büyük ülküler peşinden koşması, Bilgi Çağı’nın gereğini yerine getirmesi, çok okuması, durup dinlenmeden çalışması, kendisini geliştirmek için sa’y u gayret göstermesi gerektiğinin altını kırmızı çizgilerle çizen; millî, mânevî ve siyâsî konular hakkındaki görüşleriyle, tespit, tenkit ve teklifleriyle temâyüz eden, bir televizyon konuşmasında; “Bizim devlet geleneğimizde, devlet hiçbir zaman dergâhlar ve tekkeler arasında paylaşılmamıştır. Maaşını devletten alıp emri âbilerinden, mürşidlerinden, gavslardan, mehdi-mesihlerden ve şeyh efendilerden alan kişiler devlette kamu görevi icrâ edemezler. Bizim devlet geleneğimizin esası şudur: Devlete tâlipseniz, servete de mârifete de tâlip olmayacaksınız. Servete tâlip olacaksanız ne devlete ne de mârifete tâlip olmayacaksınız. Mârifete tâlipseniz o zaman devlete de servete de tâlip olmayacaksınız. Hem devleti istiyor insanlar hem serveti hem de mârifeti istiyorlar. Bunun adı bizim tarih felsefemizde bir tek kelimeyle ifâde edilebilir; rezâlet…” diyen; Allah vergisi akıl almaz zekâsı, olağanüstü hâfızası, müthiş nâtıkası ve ilmî birikimiyle tanıyan herkesin zihninde ve gönlünde derin izler bırakan çok donanımlı bir mütefekkirdi.

O; derin tarih bilgisinin ve siyâset felsefesinin çağladığı saatler süren sohbetlerinde; kendine has latif ve akıcı üslûbuyla, gayet nükteli ve etkili hitâbetiyle, günümüzdeki gelişmeleri tarihî olaylarla açıklayan ve bu zamana kadar hiç rastlamadığınız değerlendirmeleri çarpıcı misallerle dile getiren, bakış açısı ve düşünce sistematiği çok farklı özellikler ihtivâ eden; Ehl-i Sünnet îtikâdında bağlı muazzam dînî müktesebâta, çok geniş bir genel kültüre, siyâsî olayları okuma kabiliyetine ve çok zengin bir türkü repertuarına sâhip olan, sık sık; “Hele bize iki ‘mökkem’ çay ver oğul!19 diye seslenen, tütünle ve demli çayla irtibâtını hiç koparmayan, saz çalan, yanık sesiyle güzel türküler söyleyen, çok özel fıkralar ve orijinal kıssalarla taşı gediğine koyan, çakma değil gerçek anlamda “yerli ve millî” bir fikrin müntesibi olan ve Anadolu irfanıyla yoğrulan çaplı bir entelektüeldi.

O; dostlarıyla ve gençlerle beraber olmaktan büyük bir mutluluk duyan, buna vesîle olması için istisnâsız her Cuma akşamı Türkiye Günlüğü dergi ofisinde “kuru fasulye ve pilav” kazanlarını kaynatan, gönül dostlarının buluştuğu yemek sonrası, ‘millî sporumuz vatan kurtarma’ eksenli başlayan ve gece yarılarına kadar devam eden; ilmî, edebî, siyâsî, tarihî ve içtimâî konularda ufuk açıcı sohbetler yapan, sözü çoğunlukla başkasına bırakmayan; tiyatral üslubuyla, “monolog” temelli ve esprili konuşmalarıyla kendisini can kulağıyla dinleten Gümüşhane’nin has evlâdıydı.

O; Türk tarihini bir bütünlük içinde ele alan, Anadolu Beylerbeyliğinin dar penceresinden değil; Hunların, Göktürklerin, Selçukluların, Osmanlı Cihan Devleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ufuk çizgisinden dünyaya bakan; Göktürklerin ceddimiz, Selçukluların dedemiz, Osmanlıların babamız, tarihte kurduğumuz cihan devletlerinin dünümüz, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bugünümüz olduğunu anlatan, Anadolu’nun dün de, bugün de Türklerin yurdu olduğuna ve inşaAllah kıyâmete kadar da Ay-Yıldız mührü taşıyacağına yürekten inanan, millî tarih şuuruyla mücehhez ve tepeden tırnağa Türk olan bir münevverdi.

O; dünyanın en stratejik bölgesi olan ve “kıt’aların kalp merkezi”nde yer alan aziz Türkiye’mizin kıyâmete kadar Türk yurdu olarak kalacağına inanan, Altaylardan Tuna’ya uzanan geniş bir coğrafyada yer alan Türk illerinin çektiği zulmün ve gönül coğrafyamızda yaşanan kan ve gözyaşının hüznünü yüreğinde duyan, Tûran illerinin ve İslâm dünyasının her bakımdan hür olmasının hayâllerini kuran, şahsî ikbâl hesâbı yapmayıp milletin dertleriyle dertlenen ve Nâmık Kemâl gibi;

 

Bâis-i şekvâ bize, hüzn-i umûmîdir Kemâl,

Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına


 

diyen diğerkâm bir gönül adamı ve gerçek anlamda “ikri hür, vicdânı hür, irfânı hür20 bir  şahsiyetti.

O; inandığı değerler uğruna dünyaya pervasızca meydan okuyan, İstiklâl Şâirimizin; 

Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer,

Bir yıkık türbesinin üstüne, Mevlâ titrer!21 

dediği bu azîz vatan için gözünü daldan budaktan, zâlimler ve vesâyetçiler karşısında sözünü dudaktan sakınmayan, kimsenin söylemeye kolay kolay cesâret edemediği sözleri her dönemde ve her platformda yüksek sesle haykıran, Hakk’ı ve hakikati söylemekten hiçbir zaman geri durmayan, Yaradan’dan başka hiç kimseye eyvallahı olmayan, en karanlık cunta dönemlerde ‘zâlimin hasmı ve mazlumun yanında olmayı’ duruşuyla da yazılarıyla da ortaya koyan, “Firavunun karşısında olmak yetmez, Mûsâ’nın da yanında olmak gerekir22 sözünü diline tesbih etmeyip hayâtıyla çeken, zihninden geçen düşünceleri dolaysız bir üslupla ve dümdüz ifâdelerle yazan korkusuz bir erbâb-ı kalemdi. 

O; Dâvûdî bir sesle, müthiş bir belâgatle ve coşkulu bir tarzda konuşan; îzah ettiği her mevzuu ifâdelerindeki cevvâliyetiyle, cerbezeli hitâbetiyle, jestleriyle, mimikleriyle, fasih Türkçesiyle, mîzâhî, nükteli, tumturaklı ve harâretli üslûbuyla söylediklerini sanki yaşayarak anlatan, “Yenilgi kabul etmeyen bir neslin23 bayraktarı olan Enver Paşa’yı; “Yakın tarih onun kadar yiğit, delikanlı, ideâlist bir adam görmemiştir!” diye başlayan bir cümlenin ardından Enver Paşa’yı; “Kim onun kadar inanmıştır, Trablusgarp’taki o kutsal ve ümitsiz direnişe?! Kim ondan daha baş döndürücüdür, Bâb-ı Âlî’yi bir manga komitacı ile basıp ‘taklib-i hükûmet’ ettiği gün?! Kim ondan daha kararlıdır, ‘bu da gitti öbür yurtlar gibi, gelmez bir daha’ dediği Edirne üstüne yürürken doludizgin?! Kim ondan daha gözü dumanlıdır, Allahuekber’de, o zifiri karanlıkta tek başına Bardız Geçidi’ne saldırırken?! Kim ondan daha Müslümandır, Medîne İstasyonu’nda hûşû ve heyecan içinde gözyaşların boğularak Ravza-i Mutahhara’ya koşarken?! Kim ondan daha romantiktir, uzak diyarlarda geceleri altında uyuduğu karaağaca çakısıyla Nâciye’sinin adını kazırken?! Kim ondan daha fazla Enver’dir, Pamir Dağları’nda mitralyözün üzerine kılıçla atılırken?! Ve kim ondan daha şehittir, Çegan Tepesi’nde yatarken kanlar içinde, boynundaki dürbünü, koynunda Mushaf’ıyla?!24 diye tasvîr eden, İttihatçılar hakkında hiç bilinmeyen anekdotları dile getiren, kendisin pür dikkat kesilen dinleyicilerin kalbinde “Şehîd-i Âlâ ve Gâzî- Nâmdar Enver Paşa”ya25 karşı büyük bir sevgi hâlesi oluşturan müthiş bir hatip; Enver ve Tâlat Paşa’ya söz söyletmeyen, kendisine atfedilen “Son İttihatçı” sıfatını kabul etmeyen; “İttihatçılar ölür, ama İttihatçılık ölmez. Türklük yaşadıkça İttihatçılık, Türklüğün direnme azmi olarak Türk rûhunda yaşayacaktır.26 diyen 21. yüzyılın yalın kılıç bir ittihatçısıydı… 

O; “Türk-İslâm tevhîdinin birinci şartı, Türklüğe yapılan hücumları da İslâm’a yapılan hücumları da aynı tepki ve inançla geri çevirmek ve birine yapılanın öbürüne de yapılmış olacağını bilmek ve ona göre konuşmaktır. Bu iki hattın çevrelediği ‘satıh’ bütün derinliği ile kimliğimizin gerçek omurgasıdır ve üzerimize düşen gerçekten de tam bir ‘sath-ı müdafaa’dır.”27 hükmünü ortaya koyan, Seyyid Ahmet Arvâsî gibi; Türklüğe düşmanlığın olduğu yerde muhakkak İslâm’a, İslâm’a düşmanlığın olduğu yerde de muhakkak Türklüğe düşmanlığın28 bulunduğuna; “Türkçülük” adına İslâm’a, “İslâmcılık” adına Türk’e düşmanlık yapmanın çok büyük bir din düşmanlığı ve soysuz bir ihânet olduğuna inanan; Hoca Ahmed Yesevî’nin nefesiyle tüttürülen “Ocak”larda Türklük hamuru İslâm mayasıyla yoğrulduğu için Türk milliyetçiliğini “Kemalist ulusalcılık” hâline çevirmek isteyenlere karşı kalemi ve kelâmıyla millî bir hisar oluşturan, Türklük, Türkiye ve Türk Dünyası sevdâsını şâha kaldıran; hisleriyle, kalbiyle ve mantığıyla turkuaz ufuklara bakan îmanlı bir vatanseverdi.

O; “Türk olmanın, Türk doğmaktan çok daha fazla bir şey29 olduğunu bilen; Türkiye’nin, Türk Dünyasıyla birlikte Türkiye’den çok daha büyük toprağa, nüfusa, zenginliğe ve etkinliğe sâhip olduğunu dile getiren; Türk milletinin âleme nîzam vermek ve bütün insanlığa adalet, emniyet, ehliyet, hizmet, merhamet, insâniyet ve vicdan dağıtmakla görevli olduğuna inandığı gibi Ümmet-i Muhammede liderlik yapacak milletin de tarihin bin yıllık şehâdetiyle yine Türkler olduğuna îman eden; muhabbeti de hüznü de çilesi de coşkusu da heyecanı da derdi de dermanı da hep bu “Bu Ülke”ye30, “Bir Güzel Ülkü”ye31 ve Ata Yurdumuzun aziz topraklarına âit olan ve sayıları gittikçe azalan gözü kara bir “Tûrancı”ydı.

O; “1970’lerin ülkücü hareketi ve mücâdelesi, bu câmiada hiç kimseye herhangi bir ‘ikbâl’ veya pozitif bir şahsî gelecek vâdetmiyordu; çünkü bu bir siyâsî mücadeleden çok vatan müdafaası ve mukaddesat savunması gibi idrak ediliyordu. Dolayısıyla her gelen çile, meşakkat ve her türlü tehlikeye göğüs germeye tâlip oluyordu.”32; “Kavgadan, karakoldan, dayaktan, okuldan atılmaktan hapishaneden, hatta ölümden korkmayan bizler, âşık olmaktan da ölesiye âşık olsak da bunu söylemekten korkuyorduk.33 diyen, fıtratlarının ve meşreplerinin gereğini yerine getiren, “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz34 diyen, hayatlarını dâvâları için sebîl eden, “Ülkü denen nazlı gelin”e35 sâdık kaldıkları için gençliklerini yaşa/ya/mayan ve “Vatanımın ha ekmeğini yemişim ha uğrunda kurşun36 sözüyle bayraklaşan; vatana can, bayrağa kan veren muzdarip bahtiyarlardandı. 

O; düşüncelerini ve analizlerini her ortamda ve herkese karşı çok açık bir biçimde açıklayan, fikirlerini Serdengeçti gibi en üst perdeden ve çok cesur ifâdelerle ortaya koyan; İslâm’ı, Türk milletini, kültürümüzü ve tarihimizi aşağılayanlara ve ecdâdımıza kem kelâm edenlere karşı TV’lerdeki tartışmalarda çok sert mukabelelerde bulunan, böylesi muarızlarını kıvrak zekâsı, akıllara durgunluk veren bilgisi, âteşin mizacı, hazır cevaplığı ve keskin tavırlarıyla kasırga gibi eserek haddini bildiren bir “Deli Yürek”ti.37 

O; “Ülkücü Bir Milliyetçiliğin Satır Başlarını Bir Kere Daha Hatırlamak” başlıklı 21 maddelik yazısında Türk milliyetçiliğinin çeşitli meselelerine temas etmiş, bir anlamda ülkücü milliyetçilik fikriyâtının manifestosunu kaleme almış ve;

1 - Milliyetçilik, bizler için her şeyden evvel vatanseverliktir, ama şuurlu ve sorumlu bir vatanseverlik!

2 - Vatanseverlik, elbette ki heyecanlı bir hissiyattır ve bu olmaksızın hiçbir millî inşâ gerçekleştirilemez; ama bundan ibâret de görülemez. Vatanseverlik, aklî-zihnî ve vicdânî muhâkeme gerektiren târihî ve coğrafî bir şuurdur, aynı zamanda. Vatanseverlik, milletin kimlik ve bekâsı kadar, vatanın toprağına, havasına, suyuna da bekâ ve hüviyet meselesi olarak bakmaktır; yâni, tabiattan tarihe kadar korunması gereken her türlü zenginliği tahrip ve yâhut talan etmemektir, ettirmemektir. Bir milletin kimliği, zaman ve mekândaki derinliği kadar değer ifâde eder; târihsiz ve coğrafyasız bir kimlik iddiası, boş ve mânâsız bir hezeyandır.

3 - Vatanı sevmenin sorumluluğu, icâbederse uğruna ölümü göze almaktan ibâret değildir; vatanı mâmur, milleti müreffeh hâle getirebilmek için daha çok yaşamaya gayret etmek ve herkesten çok çalışmayı, herkesten erken kalkmayı da göze almak ve herkesten daha iyi işler, dostun değil düşmanın bile beğeneceği kadar iyi işler yapabilmektir!

4 - Millî zenginlikleri milletler arası markalara, millî değerleri evrensel kriterlere dönüştürebilmek milliyetçiliğin en büyük ödülüdür.

5 - Türkiye, şâyet hâricî bir gücün fiilî saldırısına mâruz kalırsa yapılacak şey târihî ‘sicil’imizde yazıyor, ayrıca anlatmaya lüzum yok. Eğer böyle bir saldırı mevzûubahis değilse Türk milliyetçiliği, meşrûiyetini ancak daha âdil ve ahlâkî bir toplumsal düzen talebi ile millî hasletleri insânî erdemlerle mezcetmeye dönük mânevî bir olgunlaşma çabasından alabilir. Dâhilî bir buhran karşısında ise milliyetçilik, sabır, teennî, tahammül, sebat ve metânet imtihanını kazanmaktır. Bu kaygılardan uzaklaşmış bir milliyetçilik millete hizmet edemez.

6 -Milliyetçilik, her nevi usûlsüz kâidesiz işe tabiaten müsâit ‘ayak takımı’nın başını çektiği lümpen bir sokak hareketi değil, medenî ve yüksek seciyeli insanların söz ve sıfat sahibi olduğu bir millet ve memleket dâvâsıdır!

7 - Ya ‘şiddet’le tepki vermek ya da büsbütün pasif kalmak dışında başka hiçbir pozisyon düşünememek, milliyetçilik değil yeteneksizliktir.

8 - Türk milliyetçiliği Türk’e, Türklüğe, Türk vatanına, İslâm dünyâsına ve insanlığa hizmeti bütünlüklü bir felsefî anlayış hâline getirmedikçe en başta Türkiye ve Türklükten bile tecrit edileceğini kavramak zorundadır!

9 - Büyük ve medenî milletlerin milliyetçiliği, içe kapanmayı değil dışa açılmayı, dünyâya kendi ülkesinden baktığı kadar, ülkesine de insanlığın yürüdüğü mecrâdan ve dünyânın gittiği istikâmetten bakabilmeyi gerektirir.

10 - Türk milliyetçiliğinin kendi içindeki problemi de aynı mantığa tâbîdir: Türkiye’ye milliyetçilik penceresinden bakmak yetmez; bununla berâber ve bundan daha çok, milliyetçiliğe de Türkiye’nin bütününden (veyâ bütünlüğü üzerinden) bakabilmek gerekir!

11- Dış politika her ülke için ve tabiatı îcâbı millî menfaatleri temin ve temsil mesleğidir, yâni ister istemez millî olmak zorundadır; bizim yegâne ihtiyâcımız ve talebimiz bunun mahâretle yürütülmesi olabilir; ayrıca ve fazladan bir milliyetçilik vurgusuna lüzum yoktur!

12 - Milliyetçiliğin, fikrî ve fiilî programının en kuytu köşesine dahî ‘askerî yayılmacılık’ hevesleri sokulamaz. Türk dünyâsı ve İslâm âlemiyle münâsebetlerimizin kalıcı ilkeleri, askerî yayılma değil, kültürel derinleşme, iktisâdî bütünleşme ve siyâsî dayanışma çerçevesini aşamaz!

13 - Sorumlu ve serinkanlı bir milliyetçiliğin programı, ‘ithâl’ edilmiş İslâmcılığa özenerek ‘üçüncü dünya’ya mahsus sığ bir anti-Amerikanizm ve yâhut iptidâî bir yabancı düşmanlığı ile içine kapandıkça sağlıklı bir bölge ve dünyâ muhâsebesi yapabilecek ufku kaybeder.

14 - Milliyetçilik, İslâm dünyâsına sırt çeviremeyeceği, Arap âlemini ‘çöl’ jargonu ile küçümseyen çiğ bir Batı hayranlığının izinden gidemeyeceği gibi, ilkel bir anti-semitizmin değirmenine de su taşıyamaz!

15 - Milliyetçilik, Hristiyan misyonerliği gündeme geldikçe coşup köpürmek yerine, el kadar çocuklarımıza İngilizce öğretirken, hiç olmazsa dört tâne de namaz sûresi ezberletmek; onları yüzme havuzlarına taşıdığımız kadar arada bir elinden tutup câmiyle cumâyla da tanıştırmaktır.

16 - Milliyetçilik, cemaatlere cephe açmak gibi abes ve mânâsız işlerle iştigâl edemeyeceği gibi, cemiyet meydanını terkedip cemaatçiliğin dar ve izbe sokaklarında çâre ve teselli arayarak da enerjisini tüketemez!

17 - Mukaddeslerimizin saygı görmediği bir vatanı hiç tasavvur etmediğimiz gibi, vatansız ve istiklâliyetsiz bir mukaddesat bezirgânlığını da reddediyoruz! Vatanımızda, bayrağımızın altında ve mukaddeslerimizi başımızın üstünde taşıyarak var olacağız!

18 - ‘Ülkücülük’, Türk milletinin rûhunda barındırdığı, mâşerî hâfızasında sakladığı millî, manevî ve târihî iddiaya sâhip çıkmaktır. O ‘iddia’nın hakîkati, millet kadar ümmetin de ümmet kadar insanlığın da geleceğine karşı borçlu ve sorumlu olmayı gerektirir.

19 - ‘Ülkücü milliyetçiler’, komünizme karşı verdikleri amansız mücâdeleyi, üstelik târihin onları sonuna kadar haklı çıkardığını unutarak, ‘emperyalizmin oyunuydu’ türünden, târih dışı ve kendilerini tekzip edici ucuz değerlendirmelerle küçülterek dünkü muhbir ve satılık adamlarla bir takım şâibeli ittifaklara tenezzül edecek kadar âcizleşemez!

20 - Ülkücü-milliyetçi veyâ ‘millî ülkü’cülerin, bir hayli muğlak ve müphem bir arka plandan beslenen, kimi ‘Baasçı’, kimi ‘Maocu-ulusalcı’ takımı ile aralarına bâriz bir çizgi çekmeleri gerekiyor. Ne zaman başörtüsü, Kur’ân kursu ve imam-hatip tartışması gündeme gelse küplere binen bu samimiyetsiz gruplarla aynı siyâsî dil ve söylemi kullanmak, benzer bir siyâsî tavır sergilemek ne esasta (stratejik olarak), ne de teferruatta (taktik olarak) doğrudur. ‘Esas’tan bakınca şunu görmeliyiz (veyâ unutmamalıyız): Düne kadar herkesle birlikte ülkücü milliyetçilere de her türlü iftirâyı atmakta beis görmeyen; arkadaşlarımızı, ev adreslerinden oturdukları apartman dâirelerinin okla işaretli fotoğraflarını yayımlamaya kadar komünist eylemcilere hedef göstermekten çekinmeyen, düne kadar Kıbrıs’taki Türk askerini işgâl gücü olarak îlân eden bir unsurla bir araya gelerek hangi vatanı ve hangi milleti savunabileceğimizi iyi düşünmeliyiz.

Açıkça sormalıyız: Ne değişti, neyi değiştirdiler ki böyle oldu?

Öz eleştiri’ diye yücelttikleri bir kavram vardı ya, evvelâ oradan başlayacaklar; Maocu tezlerin safsata, Stalinizm’in zulüm ve gaddarlık olduğunu îtiraf edecekler. Hem Stalinizm ve Maoizm, hem ‘Türk ulusalcılığı’; hem sınıf mücâdelesi, hem ‘ulusal bütünlük’?… Bu murdar aşı kimseye, hele bize aslâ yediremezler.

Adını koyarak söylemeliyiz: Biz bu ülkede farklı etnik menşeden gelmekle berâber, etnik-ırkçı hıyânete kendini kaptırmamış milyonlarca Kürt ve sâir vatandaşımızı, Maocu ‘ulusalcı’lardan çok daha yakın buluyoruz kendimize…

Siyâsî mücâdele içinde ‘geniş cephe’ taktikleri bâzan işe yarayabilir, ama çoğu zaman siyâsî tutarlılığı da ahlâkî ilkeleri de dejenere eder. Üstelik, hesapsız kitapsız bir ‘panik atak’ hâlinde başvurulan ve hattâ zımnen rızâ gösterilen bu geniş cephe taktiklerinden idealist (ülkücü) unsurlar değil, çoğu zaman o bir avuç ‘kıble’si meçhûl müfterî kazançlı çıkar…

21 - Ülkücü milliyetçiliğin hedefi, Türkiye’de ‘cephe’leşmek değil, hedef olduğu ‘husûmet’e karşı, Türkiye’yi tek cephe hâline getirecek bir azim, irâde ve gayretin sâhibi olmaktır. Bu olursa arkası nasıl olsa gelecektir.” 38

demiştir. O, bu manifestosuyla; ülkücü Türk milliyetçiliğinin günümüzdeki meselelerine millî kimlik, kültür, siyâset ve medeniyet penceresinden bakarak çok önemli tespitler ve teklifler yapmış; “Fikir ve düşünce dünyamızın son dönemdeki en değerli isimlerinden birisi39 olduğunu bu vesileyle bir kere daha ortaya koymuş çok değerli bir mütefekkir ve çok kıymetli bir yazardı.

O; düşünce insanı, tarihçi, yazar, siyaset bilimci, akademisyen, Türkiye Günlüğü Dergisi ve Cedit Neşriyat Genel Yayın Müdürü olan; Ankara’da yayıncılık, doğduğu köyde organik hayvan besiciliği başta olmak üzere hayatın akışı içinde aynı anda birbirinden farklı alanlardaki işlerle uğraşan, hayâtı çok çeşitli medd ü cezirler içinde çalkalanan serâzat bir insan ve “teşkilatçı” bir organizatördü.


 

O; daha sayamadığım pek çok vasfı şahsında cem eden; çok farklı, çok zekî, çok bıçkın, olağanüstü renkli ve çok özel bir mizaçla halk edilen ve “hilkatin mübâlağası40 olarak yaratılan bir dâvâ adamı, bir fikir adamı, olağan dışı bir insan; Türkiye, Türk Dünyası, Türklük ve türkü sevdâlısı bir adam ve cesâmetinin kat be kat üstünde cesârete sâhip olan, hâsılı kelâm; delifişek, pervâsız, mert, yiğit ve fırtına gibi bir adamdı. 

Bütün bu târiflere uyan kişi; “Türk milliyetçiliği dâvâsının keskin zekâsı, akıllara sezâ hafızası, cerbezeli uslûpçusu, ummanı kıskandıracak mütebahhîri41, şâirin; “Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine42 dediği nev’i şahsına münhasır bir insan olan; “Ciğerine kadar Müslüman, dibine kadar Türk, sapına kadar erkek43 ifâdesini ete kemiğe büründüren, Türk-İslâm Ülküsü’nün yalınkılıç mütefekkirlerinden, günümüz fikir ve düşünce dünyamızın kutup yıldızlarından Dr. Mustafa Çalık Bey’dir.

* * * 

Türk-İslâm Ülküsü’ne bir ömür bağlı kalan, bayrak ve vatan aşkını gönül burçlarında son nefesine kadar dalgalandıran Mustafa Çalık; ülkücü Türk milliyetçiliği yolunda yılmadan, yorulmadan ve yalpalamadan yaptığı fikrî ve fiilî mücâdelesiyle, 12 Eylül cuntasının işkence dönemlerinde ve 28 Şubat’ın istibdat rejiminde zâlimler karşısında kalemi ve kelâmıyla cesâret âbidesi olarak dimdik duruşuyla, entelektüel seviyesi çok yüksek olan akademisyenliğiyle, bir mektep görevi yapan, Türkiye’nin demokratikleşmesinde ve sivilleşmesinde büyük katkıları bulunan ve “sadaka-i câriye” hükmünde olan “Türkiye Günlüğü Dergisi”yle; “MHP Hareketi -Kaynakları ve Gelişimi - 1965 198044, “Siyâsî Yazılar45, “Teorik Denemeler46, “Millî Kimlik Milliyet Milliyetçilik47, “15 Temmuz / İslam’sız Müslümanlığın Öteki Yüzü48, “Köşe Yazıları (Memleket Dâir)”49, “Bir Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezimetin Muhasebesi)”50, “Ermeni Soykırım İddiaları - Yanlış Hesap Tâlat’tan Dönünce51 isimli kitaplarıyla, birkaç neslin yetişmesinde etkili olan; yaptığı sohbetler ve konferanslarla, alın, zihin ve gönül teri döktüğü fiilî ve fikrî hizmetleriyle, bıraktığı düşünce mîrasıyla gökkubbede hoş sadâ bırakan ve biiznillâh amel defteri kapanmayacak olan insanlardandır.

Mustafa Çalık; Türk milliyetçiliğinin günümüzdeki meselelerini millî kimlik, kültür ve medeniyet penceresinden değerlendirmiş, fikrî çözüm yolarını; eserleriyle, makâleleriyle ve 1989 yılında günümüze 34 yıldır aralıksız yayınladığı entelektüel seviyesi çok yüksek ve ülkemizin en nitelikli süreli yayını olan “Türkiye Günlüğü Dergisi”yle ortaya koymuştur. O; üç ayda bir yayınlanan bu dergide Türkiye ortak paydasında, bölücü olmayan herkesle -solcu, liberal, ateist vs. demeden- samîmi bir güven ilişkisi kurmuş, ülkemizin hayati meselelerinin en üst seviyede tartışılmasını sağlamış, fikrî ve entelektüel farklılıkları “Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sivilleşmesi” adına bir araya getirmiş; Türkiye Günlüğü Dergisi Türk milliyetçiliği düşüncesi için çok önemli bir ekol ol/uştur/muş, birkaç nesil için de bir millî mefkûre mektebi ve bir akademi vazifesi îfâ etmiştir. 

Bu aziz milletin dîni, dili, tarihi, töresi, örf ve adetleri, geçmişi, Türk’ün bugünü ve geleceği üzerine devamlı kafa yoran; çok hareketli, mücâdeleli, medd ü cezirli ve zorluklarla dolu ve kabına sığmayan bir hayat yaşayan, ancak hiç karamsarlığa kapılmayan ve hiçbir zaman umutsuz olmayan bir insan olan Mustafa Çalık, 2018 yılında hastalanmıştır.

 Menhus hastalığının mahiyetini bilen, hastalığını metânetle karşılayan, mü’min ve mütevekkil bir insan olan Mustafa Çalık, hastalığının yeni teşhis edildiği ve ameliyat olacağı günlerde 23 Mayıs 2018 tarihinde sosyal medyadan şu mesajı yayınlamıştır:

Arkadaşlarım, Kardeşlerim….

Birazdan Bayındır Hastanesine (Ankara) yatacağım. ‘Düzayak’ bir Türkçe ile söyleyeyim, mide kanseri olmuşum. Tümör, ‘orta diferansiye’ (2. safhanın sonu 3. safhanın başı) karakterde. Ameliyatım yarın sabah... Farkında olarak olmayarak üzüp kırdıklarımdan helâllik dilerim. Sû-i zann ile şahsiyet ve haysiyetime dokunacak lâkırdı sarfedenlere (ırz ve aile namusum hâriç) hakkımı helâl ediyor, ama onlardan herhangi bir helâllik istemiyorum. Onun dışında herkese -varsa- hakkım peşinen helâldir.


 

Türkiye Günlüğü dergisi ve Cedit Neşriyat inşallah faaliyetine devam edecek, okurlarımızın ve sevenlerimizin desteğini dilerim, olmazsa da herhangi bir iğbirârım mevzuubahs olamaz.


 

Mü'minin mü'mine samimî duası ibâdet sayılır, dualarınıza intizâr ederim.


 

Allah ömür verir de bu hayatta biraz daha kalacak olursam Mevlâ'nın ruhsatı ile görüşürüz; ‘olmazsa’ ve görüşemezsek benden buraya kadar... Allah'ın dediği olur...


 

Hepiniz Allah'ın kudret eline emânet olun.


 

Mustafa Çalık”

Ameliyat ve kemoterapi sonrası kısmen sağlığı düzelen Mustafa Çalık; 2019 yılından îtibâren TV programlarına ve açık oturumlara çıkmaya başlamıştır. Ancak 9 Aralık 2021’de Korona testi pozitif çıkmış ve Covid 19 hastalığını “entübe edilebileceği” riskini de yaşayarak epey sıkıntılı geçirmiştir. Her iki hastalık sebebiyle iyice zayıflayan Mustafa Çalık, bilâhare yavaş yavaş toparlamış, bu dönemde bâzı televizyon kanallarında da konuşmalar yapmış, fakat 2022 yılı Kasım ayında hastalığı tekrar nüksetmiş ve yeniden kemoterapi tedâvilerine başlanmıştır.

Derman arar iken derde düş oldum52 diyen ve iyice süzülüp zayıflayan Mustafa Çalık’ın o yanık sesiyle vefâtından kısa bir süre önce seslendirdiği ve son vedâ nağmesi olan; 

Felek çakmağını üstüme çaktı

Beni bir onulmaz derde bıraktı

Vücudum şehrini odlarla yaktı

Yandım ataşına su, leyli, leyli, leyli



 

Felek çakmağını eyledi çengel
Dosta gidem dedim, koymuyor engel
Ölürsem sevdiğim üstüme sen gel
Çeşmin yaşı ile yu, leyli, leyli, leyli53

türküsü; dinleyen herkesi dilhûn ederken, sanki göçünü yüklenen ve hepimize “Elvedâ!” diyen bu videoyu54 seyreden gönül dostlarını da derin bir melâl, târifsiz bir teessür ve hazin bir hicran içinde bırakarak hüzne boğmuş, yüreklerimizi yakmış ve gözlerimizin terlemesine vesile olmuştur. 

Bir ömür tek kişilik yalınkılıç bir ordu gibi her türlü muhatarayı göğüslemeye hazır bir cevvâliyet içinde hareket eden, bitmez tükenmez bir enerjiyle coşkun bir ırmak gibi yatağına sığmayan, bâzan “Yatağına Kırgın Irmaklar55 gibi taşkın akan Mustafa Çalık, hastalığının ilk safhasından îtibâren tevekkül içinde olmuş, bakışlarına Hakk’a teslim olmanın huzuru içinde engin bir sükûnet bağdaş kurmuştur. Kâvî İslâm inancına sâhip olduğu için kaderden atılan oklara mütevekkil bir mü’min hâletiyle teslim olan ve Enver Paşa’nın; “Allah’a boyun eğmek gerekir… Tevekkül, bütün kuvvetimizi harcadıktan sonra da bir silahtır.56 sözünü sertâç eyleyen Mustafa Çalık, hasta yatağından sosyal medyaya düşen resimlerindeki melâlle gölgelenen mütebessim bakışlarıyla çok şeyler anlatırken, çehresi çektiği ıstırabı ve yüreğinde kopan fırtınaları göstermemek için metânetli bir tevekkül ve sükûnet sergilemiştir… 

Baştan beri menhus hastalığının mâhiyetini ve gidişâtını çok iyi bilen, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın ifâde buyurduğu gibi dünya misâfirliğinin; “Belli bir süre dinlendikten sonra kalkıp gidilecek geçici bir ağaç gölgesi57 olduğuna muttalî olan, hayâtını Müslüman Türk milletine ve ülkücü Türk milliyetçiliğine adayan Mustafa Çalık’ın durumu gitgide ağırlaşmaya başlayınca, sosyal medya hesâbından 26 Eylül 2023 tarihinde yaptığı paylaşımda, Yunus Emre gibi;

Bu dünyadan gider olduk kalanlara selâm olsun
Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun

dercesine; son yolculuğuna çıkacağını bilmenin hâleti içinde gönül dostlarına son olarak şu mesajı yazmıştır:

“Kardeşlerim, Gönüldaşlarım, Ülküdaşlarım, Sevdiklerim;

Muhtemelen bu sizlerle son hasbihâlim ve muhaberem olmuş olabilir, zîrâ 2022’nin Kasım ayı ortalarında hastalığımın (kanser) nüksetmesinden sonra her ne kadar inişli çıkışlı bir süreç yaşadıysam da şu an îtibâriyle mâlum illetin 4. safhasında bulunuyorum. Umûmî vaziyetim eskilerin tâbiriyle ‘hızla vahâmete doğru seyrediyor’ değil; hekimlerimiz de henüz ümitlerini kesmiş değiller, ama mevcut hâlimin çok kritik olduğunu onlar da söylüyorlar. 


 

Elbette ki İmam Mâturîdî’nin ifâdesiyle insanı ölümden koruyan tedbir değil, esâsen ‘eceli’dir. Buna da inanıyorum; ‘Yatan ölmez yeten ölür’ darb-ı meselinin doğruluğu ve hikmetine de lâkin bütün bunları son âna kadar mükellef tutulduğunu ‘tedbir’ ve modern tıbba duyduğum saygının karşısına da koyamıyorum.


 

İmdi ve ez cümle…Gıyâbımda ırzıma, dînime ve şerefime dil uzatan; bildiğim, bilmediğim vatanıma göz dikenler hâriç herkese - varsa şâyet- hakkım helâldir

Gidersem kalanlara selâm olsun, kalırsam ahdolsun ki, herşeye hep beraber kaldığımız yerden var gücümüzle devam edeceğiz, Allah’ın izni ve ruhsatıı ile…

Hüve’l-Bâkî…

Mustafa Çalık

Son olarak İstanbul’da bir üniversite hastanesinde tedâvi gören Mustafa Çalık, uzun zamandır tedavi gördüğü hastalığı sebebiyle 6 Aralık 2023 günü Âlem-i Cemâl’e vuslat için Hakk’a yürümüş ve Türkiye, çok kıymetli bir vatan evlâdını, yeri zor doldurulacak olan çok çaplı bir münevverini kaybetmiştir. Galip Erdem; “İnsanoğlunun hayatın çizgisi her an değişebilir. Onun için bir insana sağlığında kolay kolay ‘ülkücü’ denmez. Hayat çizgisini değiştirmeden, ideâllerinden tâviz vermeden terk-i diyâr edip Rahmet-i Rahmân’a kavuşursa işte o zaman ‘O bir ülkücü idi’ denir. Bir insanın ülkücü olup olmadığı ölümünden sonra belli olur58 demişti. Şehâdet ederiz ki Mustafa Çalık, ülkücü olmakla ve bir ömür ülkücü kalmakla iftihar etmiş, ülkücü olarak da son nefesini vermiş ve Ömer Hayyam’ın dediği gibi; “Efsâne söyleyip uykuya dalmıştı…” 

Ve İstanbul’daki Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nden gelen bu haberle, Türkiye ve Türk Dünyası’na sevdâlı gönüllere kor gibi bir ateş düşmüştür... Türk milliyetçiliğinin kutup yıldızlarından; kâvî bir Müslüman, ehl-i kalem bir Türk milliyetçisi, çaplı bir entelektüel, sıra dışı bir mütefekkir, tek başına bir ordu olan çatal yürekli bir dâvâ adamı ve kadim bir ülkücü olan aziz dostumuz Mustafa Çalık da can emânetini “Sonsuzluğun Sâhibi”ne59 teslim ederek ‘Ölümsüzlük Yurdu’na göçmüştür… 

Rahmet-i Rahmân’a giden Mustafa Çalık’ın o çok sevdiği; 

Şu yüce dağları duman kaplamış

Yine mi gurbetten kara haber var60 

diye başlayan Erzincan türküsünün “Gönlümüz gamlanır böyle günlerde” diyen mısraı hâlimize tercüman olurken; “Çile Nesli”nin yürekleri de koyu bir “hüzn-i tahattür bölüşmüştür…

Onlar61 diye vasfettiğimiz, başı dik, alnı ak, sevdâsı hak olan güzel insanlar, “Kevser akan, Gül kokan62 kahramanlar, bize “Eylül”den değil “Ocak”tan yâdigâr olan delikanlılar her geçen gün birer ikişer terk-i dünya ediyor… Göç davulu çalıyor, sayılı nefesler tamamlanıyor ve “O Güzel insanlar, o güzel atlara binip gidiyor.”63 Dede Korkut’un; 

Gelimli gidimli dünya

Son ucu ölümlü dünya” 

dediği ‘hayâtın değişmez gerçeği’ her zaman olduğu gibi yine zamana ve mekâna hükümrân oluyor… Bizleri “yetîm-i akran” bırakarak sırası gelen dünya misâfirliğini tamamlıyor, “Lâedrî Efendi”nin dediği gibi;

Gelir bir bir, gider bir bir kalır Bir, 
Gelen durmaz, giden gelmez, bu bir sır.” 

Gelen gidiyor ve ülkü çınarının yaprak dökümü devam ediyor… Dünya zahmetinden Hakk’ın rahmetine hicret eden Mustafa Çalık da, “Sessiz Gemi”ye binip, “rıhtımda kalanları64 elemler içinde bırakıyor ve artık yerin üstündekilerden çok daha kalabalık olduğumuz aslî vatanımız olan Bâkî Âlem’e seyr ü sefer ediyor… “Yetîm-i akran”lığımız65 ziyadeleşirken “Gittikçe Artıyor Yalnızlığımız…66… Artık, gönül dünyalarımız çok daha ıssız… 

Mustafa Çalık’ın ölüm haberini aldığımızda, rahmetli kardeşimizle olan şahsî hâtıralarımız gözlerimin önünden gelip geçerken; bir kere daha “El-hükmü lillâh67 semâvî buyruğunu gönül yaralarımıza merhem ediyor ve Levh-i Mahfuz’da yazılmış kadere teslim oluyoruz. Ve şâirin; “Buna çarh-ı felek derler ne sen bâkî ne ben bâkî.68 mısrâını bir kere daha hüznün her rengini yüreğinde taşıyan bir hissiyatla yâd ediyoruz.

Türk kültür ve düşünce dünyasının en sıra dışı isimlerinden olan, kanser hastalığının dayanılmaz sıkıntılarına îmanın tezâhürü olan bir metânetle göğüs geren Mustafa Çalık’ın çektiği acılar inşaAllah seyyâtına kefâret olmuştur. 

Türk milleti kolay kolay yeri dolmayacak olan “kırk çatal yürekli69 bir yiğidini daha kaybetmiştir. Her Müslüman gibi; “Hayy’dan geldik, Hû’ya gidiyoruz, yâni O’ndan geldik ve yine O’na döneceğiz70 diyen Mustafa Çalık’ın mekânı Cennet, makâmı âlî olsun; Yüce Rabbimiz onu rahmet ve mağfiretiyle, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm da şefkat ve şefâatiyle sarıp sarmalasın.

Mustafa Çalık’ın cenâzesi; 8 Aralık 2023 Cuma günü Gümüşhane Merkez Kemâliye Camii’nde Cuma namazını müteakip çok kalabalık bir cemaatle kılınan cenâze namazının ardından, -vasiyeti üzerine- Gümüşhane Çalık Köyü’nde annesinin yanına defnedilmiştir. 

Hatm-i kelâmı Ârif Nihat Asya’nın diliyle yapalım ve “Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!..71 diyelim.

El-Fâtiha…

Dr. Mehmet Güneş

1 Mustafa Çalık, Köşe Yazıları “Memlekete Dair”, 161

2 Mustafa Çalık, a.g.e., 161

3 Mustafa Çalık, Millî Kimlik Milliyet Milliyetçilik, 12

4 Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, 128-129

5 Mustafa Çalık, Siyâsî Yazılar, Türk Milliyetçiliği Üzerine, 15-27

6 Mustafa Çalık, a.g.e., Türk Milliyetçiliği Üzerine, 26

7 Mustafa Çalık, Millî Kimlik Milliyet Milliyetçilik, 28-29

8 Mustafa Çalık, a.g.e., 32

9 Mustafa Çalık, Siyâsî Yazılar, Türk Milliyetçiliği Üzerine, 25

10 Namık Kemâl, Vatan Şarkısı

11 Mustafa Çalık, Köşe Yazıları “Memlekete Dair”, 127-128; *“Her nefis ölümü tadacaktır.” Âl-i İmrân, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebut, 29/57

12 Mustafa Çalık, Millî Kimlik, Milliyet, Milliyetçilik, Hangi Milliyetçilikle Nereye Kadar, 46

13 Mustafa Çalık, Millî Kimlik Milliyet Milliyetçilik, 172-173

14 Mustafa Çalık, a.g.e., 179-180

15 Mustafa Çalık, a.g.e., 181

16 Mustafa Çalık, Köşe Yazıları “Memlekete Dair”, 75

17 *“Kadere îmân eden, kederden emîn olur.

18 Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2003.

19 Mustafa Çalık, Köşe Yazıları “Memlekete Dair”, 166

20 Tevfik Fikret

21 Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, 179; İnkılap ve Aka Kitapevi, İstanbul, 1962.

22 Muhsin Yazıcıoğlu

23 Şevket Süreyya Aydemir

24 Mustafa Çalık, Millî Kimlik, Milliyet, Milliyetçilik, 150

25 Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, 483

26 https://www.facebook.com/reel/371557408770726/

27 Mustafa Çalık, a.g.e., 135

28 Seyyid Ahmet Arvasî, Hasbihâl, I, 6

29 Nevzat Kösoğlu, Millî Kültür ve Kimlik, 25

30 Cemil Meriç, Bu Ülke, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1974.

31 Abdürrahim Karakoç, Akıl Karaya Vurdu, Bir Güzel Ülkü, 77-80

32 Mustafa Çalık, a.g.e., 164

33 Mustafa Çalık, Millî Kimlik Milliyet Milliyetçilik, 162

34 Nihal Atsız, Yolların Sonu, Dâvetiye, 28-32

35 Nihal Atsız, a.g.e.,, Dâvetiye,30

36 Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde 3 Kasım 1975 günü şehit edilen Ülkücü Alpaslan Gümüş’e âit bir sözdür. Bu söz, şehidimizin Afyon Bolvadin’deki mezar taşına da hakkedilmiştir. 

37 Ömer Lütfi Mete’nin senaryosunu yazdığı TV dizisi

38 Mustafa Çalık, Millî Kimlik, Milliyet, Milliyetçilik, Hangi Milliyetçilikle Nereye Kadar, 45-49

39 Nuri Gürgür, Türk Fikir ve Düşünce Dünyasından Bir Yıldız Daha Göçtü; Akça Koca Kültür Platformu, https://www.akcakocakulturplatformu.com › 8 Aralık 2023

40 Prof. Dr. Orhan Okay

41 Adnan İslâmoğulları, Mustafa Çalık’a…, Ciddi Gazete; https://www.ciddigazete.com › Adnan İslamoğulları, 26. 05.2018

42 İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl İnal için Yahyâ Kemâl Beyatlı’yla birlikte yazılan beyitin Süleyman Nazif tarafından kaleme alınan ikinci mısraı. Yahyâ Kemâl Beyatlı, ikinci mısrâ

43 Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Dergisi, Ahlâk Sükûtumuz Yükseliş Halinde, Sayı: 71, Sayfa:1, Kasım, 1947.

44 Dr. Mustafa Çalık, MHP Hareketi -Kaynakları ve Gelişimi - 1965 1980, Cedit Neşriyat, Ankara, 1995.

45 Dr. Mustafa Çalık, Siyâsî Yazılar, Cedit Neşriyat, Ankara, 1998. 

46 Dr. Mustafa Çalık, Teorik Denemeler, Cedit Neşriyat, Ankara, 1998.

47 Dr. Mustafa Çalık, Millî Kimlik Milliyet Milliyetçilik, Cedit Neşriyat, Ankara, 2008.

48 Dr. Mustafa Çalık, 15 Temmuz / İslam’sız Müslümanlığın Öteki Yüzü, Cedit Neşriyat, Ankara, 2020.

49 Dr. Mustafa Çalık, Bir Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezimetin Muhasebesi), Cedit Neşr., Ankara, 2014. 

50 Dr. Mustafa Çalık, Ermeni Soykırım İddiaları -Yanlış Hesap Tâlat’tan Dönünce, Cedit Neşriyat, Ankara, 2013.

51 Dr. Mustafa Çalık, Köşe Yazıları “Memleket Dâir”, Cedit Neşriyat, Ankara, 2008. 


 

52 Gurbet elde bir hal geldi başıma, Yöre: Erzincan, Kaynak kişi ve derleyen: Ali Ekber Çiçek, Notaya Alan: Altan Demirel-Mehmet Erenler, Repertuar nu: 3583

53 Felek çakmağını üstüme çaktı, Yöre: Erzurum, Kaynak kişi: Şeref Değirmenci, Derleyen: Yavuz Değirmenci, Repertuar nu: 515

54 tüte

55 Ahmet Turan Alkan, Yatağına Kırgın Irmaklar, Ötüken Neşriyat, İstanbul,2008.

56 Arı İnan, Enver Paşa’nın Özel Mektupları, 506; İmge Kitabevi, Ankara, 1997.

57 Tirmizî, Zühd 44

58 Dr. Mehmet Güneş, Gittikçe Artar Yalnızlığımız, 455

59 Muhsin Yazıcıoğlu, Gül’ün Şavkı, 30; Alperen Yayınları, Ankara, 2009.

60 Şu yüce dağları duman kaplamış, Yöre: Erzincan, Kaynak kişi: Ali Ekber Çiçek, Derleyen: TRT Müzik Dairesi Başkanlığı Türk Halk Müziği Müdürlüğü, Repertuar Nu: 355

61 Dr. Mehmet Güneş, İz Bırakan Yazılar,177; Gönüllerde Birlik Vakfı Yayınları, Ankara, 2017

62 Nurullah Genç, Rüveyda, Rüveyda, 65

63 Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti /Akçaszın Ağalar-1, 7; Cem Yayınları, İstanbul, 1975.

64 Yahyâ Kemâl Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, Sessiz Gemi, 59; Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004.

65 Ayhan Songar

66 Dr. Mehmet Güneş, Gittikçe Artan Yalnızlığımız, Cümle Yayınları, Ankara, 2015.

67Hüküm Allah’ındır.”

68 Şâir-i Âzam Bâkî’nin Kânûni Sultan Süleyman’a yazdığı şiirin bir mısraı

69 Ozan Ârif

70 Mustafa Çalık, Siyâsî Yazılar, Türk Milliyetçiliği Üzerine, 196

71 Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Naat, 74; Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1996.

El-Fâtiha…

Dr. Mehmet Güneş'in kaleminden