Selim Gürbüzer


DÜNDEN BUGÜNE ABD BAŞKANLARI

ABD Başkanlarının dünden bugüne izlediği politikalara baktığımızda kendileri açısından kimi zaman başarılı, kimi zaman da başarısız oldukları görülür.


ABD Başkanlarının dünden bugüne izlediği politikalara baktığımızda kendileri açısından kimi zaman başarılı, kimi zaman da başarısız oldukları görülür. Malum ABD'nin dünya gündemine oturmasında Japonya’nın Hiroşima bölgesine attığı atom bombasının çok büyük etki payı vardır. Her ne kadar ABD bombardımana tuttuğu bu etkiyle dünyanın ilk beş sanayi ülke arasında önde bir konuma gelse de insanlığın hafızasında unutulmayacak olumsuz izler bıraktıktan sonra önde güç olsa ne, olmasa ne. Sonuçta bu atomik gücün karşılığında insanlık çok büyük bir yara almıştır.  Kaldı ki bu elim olay alınlarına büyük bir kara leke olarak geçmiştir. Tabii bu bizim vicdani kanaatimiz olurken, Amerika açısından ise vicdan hak getire, hiç umurunda bile olmaz. Baksanıza Japonya’ya attığı atom bombayla da yetinmeyip bir türlü kınında durmayacaktır. Amerikan yönetimi bilhassa o yıllarda geleceğe ufuk açabilmek için daha henüz dünyaca keşfedilmeyen atomun nasıl yapıldığına dair sırrı saklayabilmeyi kendilerine şart görüyorlardı. Hakeza siyasi yönden hızla dalga dalga yayılan Hitler kasırgasının üstesinden gelmeyi de kendilerine şart görüyorlardı.. Hatta dış piyasada büyük ölçekte ekonomik parsayı kapmanın gerekliliğini de kendileri için olmazsa olmaz şart görüyorlardı. 

          Ne diyelim, işte ABD kendine hedef belirlediği ilke ve stratejiler doğrultusunda; Hitler, Mussolini ve Japonya’ya karşı elde ettiği zaferlerle adından söz ettirir bir konuma gelir gelmesine ama yine de arzuladığı birçok şey yerli yerine pek oturmuş sayılmazdı. Çünkü sadece Hitler, Mussoloni belasını def etmek kifayet gelmeyip, bu arada Sovyet yayılmacılığına karşıda önlem alması gerekiyordu. Nitekim bu uğurda Başkan Roosevelt’in izlediği sınırlı seferberlik politikaları rafa kaldırılıp yerine Truman doktrini devreye sokulur. Ancak devreye sokulan bu önlemde kifayet gelmez, buna ilave önlem olarak Marshall yardımları devreye girer. Hatta bu arada NATO kurulduğunda Avrupa içerisinde kendi açılarından yeni üsler elde etme fırsatı da doğar. Derken bu kurulan pakt eşliğinde Avrupa’yı içten içe tehdit eden Sovyet yayılmacılığına karşı önlem alınmış olur. Yine de bunca alınan önlemlere rağmen Küba lideri Castro'nun sol eksene kayması, Mısır lideri Nasır’ın da Sosyalizm bayraktarlığına soyunmasının önüne geçilemeyecektir. Tabiî ki Castro ve Nasır konusunda Amerika’nın çok büyük ihmalkârlığı söz konusudur. 

      Kennedy Başkanlığında ki ABD özgürlük meşalesiyle yola koyulacaktır. Hele ki Kennedy’nin bilhassa Doğu Almanya’da mülteciler meselesine el atması ve aynı zamanda köle ayrımcılığına son vermesi ABD'nin makûs talihini değiştirecek türden politikalar olarak dikkat çeker. Tabii ABD’de tüm bunlar olup biterken Rusya cenahında tam tersi durumlar yaşanır. Düşünsenize Kennedy’i politikalarını özgürlük üzerine inşa ederken Rusya'da demir perde mantığı çerçevesinde politikalarını Berlin Duvarını örmek suretiyle belirler. Rusya yasakçı politikalarla duvarlar öre dursun, ABD’nin açtığı özgürlük meşalesi pek çok ülkeyi cezb eder de. Ancak ABD açısından meseleye bakıldığında sırf özgürlük rüzgârları estirmekle de bir yere varılamaz, mutlak neydik edip Sovyet-Rus stratejisini boşa çıkartacak hamlelere, yani nükleer silahların kontrol altına alınmasına yönelik SALT-I anlaşmasını gerçekleştirmesine de ihtiyaç vardır. Nitekim soğuk savaş sırasında 17 Kasım 1969 yılında imzalanan SALT-I sayesinde nükleer silahlanmaya sınır getirilmiş olur. Hakeza Viyana’da Jimmy Carter ve Leonid Brejnev arasında gerçekleştirilen 18 Haziran 1979 yılında imzalanan SALT-II de bu anlamda dünya barışına katkı sunacak çok önemli bir adımdır. 

        Her neyse geriye dönüp Nixon Başkanlığındaki ABD döneminde izlenen domino taşları politikalarına şöyle bir göz attığımızda,  her ne kadar bu politikalara Amerikan sağının hoşuna gitmese de,  Nixon bildiğini okuyup Komünist Mao Zedong’la sıcak ilişkilere girmekte sakınca görmeyecektir. Hatta Çin’le sürekli diyalog içerisine girmeyi de ihmal etmez. Ancak ne var ki Vietnam’la olan ateşkes anlaşmalar ihlal edildiğinde onca izlediği müzakereci politikalar hız kesip o çok övündüğü domino taşları teorisi kendiliğinden çökmüş olur. Nixon’dan sonra ise Başkanlık koltuğuna oturan Ford, geçmişten yeterince ders almamış olsa gerek ki o da aynı hataya düşer. Zira Kamboçya’ya donanma çıkarması bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta kongreye danışmadan göze aldığı savaşlarda hanesine kötü bir sicil olarak geçer. 

       Peki ya Carter? Malum Carter’in diğer Başkanlardan farklı kılan yanı komünizmi potansiyel bir tehlike olarak görmemesidir. Çokta haksız sayılmazdı. Çünkü McCarthy’nin cadı avı politikalarının ABD'ye verdiği zararlar göz önünde bulundurup hesaba katıldığında haklı saymamız gayet tabidir. Bu yüzden Carter, geçmişte cadı avı uygulamalarının olumsuz yönlerinin bilincinden hareketle yukarıda da belirttiğimiz üzere SALT-II ile Sovyetlere yeşil ışık yakmasıyla birlikte Güney Kore’den askerlerini çekmesi gayet tabiidir. Ancak ne var ki Rusya bu girişimi pek inandırıcı bulmaz, bu nedenle Afganistan’ı işgal etmekten geri durmayacaktır. Carter, yinede boş durmaz iyi niyet çabalarından geri adım atmaksızın Mısır ve İsrail arasında zor görünen anlaşma zeminlerinin kapılarının aralamaya çalışır. Ama ne var ki Enver Sedat’ın hunharca Mısırlı askerlerce katlediliş hadisesi her şeye tuz biber eker. 

       Şayet Carter politikalarında bir yanlışlık aranacaksa onun İran üzerinde ki Amerikan politikalarını Şah üzerinden yürütüp mollaları hiç hesaba katmaması eleştirilebilir. Ki,  bu arada Carter’i derinden düşündürecek asıl bir olay daha yaşanır ki, malum o da molla yönetimince Amerikan askerlerinin rehin alınma hadisesidir.  Böylece rehineler krizi Carter’i İran’la anlaşma zemini bulmak için masaya oturacak noktaya getirir bile. Neyse ki Carter sonrası Başkanlığa oturan Reagan’ın 4 Kasım itibariyle başlattığı girişimler meyvesini verdiğinde rehineler krizi de aşılmış olur. Tabii bu durum Reagan’a büyük bir prestij kazandırır,  ama onun da ABD savaş gemilerini Lübnan açıklarında demirletip açıkça İsrail’e desteklediğini deklare etmesi prestijine gölge düşürecektir. Ki,  desteğini deklare ettiğinde günümüze kadar bitmek tükenmek bilmeyen Filistin meselesinin kanayan yarası olmanın fitilini ateşlemiş olur. 

      Reagan ikinci dönemde tekrar Başkan seçildiğinde Sovyetler Birliğine olan eski husumetinden vazgeçip Rusya ile sıcak temaslara girecektir. Böylece bu temaslar etkisini gösterip Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesini beraberinde getirir. Hele ki sekiz yılı aşkındır devam eden İran ırak savaşının son bulması da hanesine artı puan olarak geçmesine yetecek bir neticedir. Keza 1970 yılı itibariyle Kürtlerin İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin'den yana tavır almalarına karşılık Kürtlerden desteğini çektiğinde de kendisi açısından artı puan getirecek bir politika sayılır. 

       Reagan sonrası Başkanlığa oturan Bush’ta benzer politikalar izleyecektir. Nasıl mı? Mesela Çin Tiananmen Meydanında özgürlük adına gösteri yapan gençlerin tankların altında ezilmesine ses çıkarmaması bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Ses çıkarmamak ilk etapta zaafiyet gibi görünse de ABD açısından bu sessiz kalışın politik sırrı önce komünist rejimin Sovyetler Birliğinde çatırdaması,  sonrasında dünya ölçeğinde tehdit kapsamından çıkıp ABD’ye avantaj sağladığı görüldüğünde anlaşılacaktır. Öyle ya komünizm tehdit olarak ortadan kalkıp Sovyet-Rusya’nın bağrında yaşayan pek çok ülke bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra komünizmin daha lafı mı olur.  Hele birde bu arada Almanyanın doğu ve batı yakasını biribirinden ayıran Berlin duvarının yıkılışı ve Demirperde’nin çöküşü de buna dâhil olduğunda ABD’nin konumunu güçlendiren avantaj olmanın yanı sıra dünyada tam bir bahar havası esmeye yetecek gelişme olur.  Evet, bu bahar havası en çok ABD'nin işine yarayıp dünyada tek rakipsiz Jandarma süper güç konuma yükselir. Nasıl olsa komünizm tehdit kapsamından çıkmıştı, o halde ABD açısından yeşil kuşak kapsamında yeni bir tehdit algısı oluşturmak zamanıdır. Ve tez elden Büyük Orta Doğu (BOP) projeleri devreye girdiğinde bunun ilk işaretleri Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme olayında kendini ele verecektir. Nasıl mı? ABD'nin malum işgal olayını bahane ederek Saddam’ı devirmeye yönelik kendince haklı gerekçeler üretip Irak'a girmekledir elbet. Tabii bu mesele dünya gündeminde sıkça konuşuldukça Bush’un karşı atağa geçmesine gerekçe teşkil edecek şartlar oluşmuş olup Saddam’a yönelik haddini hududunu bil türünden çıkarma gerçekleşir bile. Gerçekten o yıllarda işgal gerekçesinin nedeni Saddam mı, yoksa petrol mü pekte sorgulanmaz. Sorgulanmadığı şundan besbellidir ki;  tüm batı dünyası insanının televizyon ekranları başında Bağdat’a atılan füzeleri canlı olarak izlediklerinde aslan kesilir halde gördükleri Bush’un,  şöyle geriye dönüp baktıklarında aynı Bush’un Filistin’de, Çeçenya’da, Bosna’da insanlık dışı trajediler yaşandığında niye suspus olduğunun sorusunun cevabını aramamalarından anlıyoruz bunu. 

         Peki ya doğu dünyası? Adı üzerinde doğu, yani hissi yönleri ağır basan insanları bağrında taşıyan coğrafyadır. Elbette ki her zaman olduğu gibi doğu insanı da tüm olup bitenleri yüreğine taş koyarak izleyecektir hep,  elinden başka bir şeyde gelmezdi zaten,  ama yine de en azından Amerika’nın işgal girişiminin arka planındaki asıl niyetin ne olduğunu ferasetiyle sezebiliyordu. Hem nasıl sezmesin ki,  bir kere Bosna’da, Filistin’de Çeçenya’da petrol kokusundan eser yoktu çünkü.  Hele ki Sam amca petrol kokusu almaya görsün dün bir bakmışsın Kürtlere köstek olan Amerika, bir bakmışsın ani bir dönüşle Irak’taki petrollere konmak adına bu kez Kürtlere destek çıkmakta hiçbir beis görmeyecektir. Zaten Kürtlerinde canına minnet, bu destek sayesinde Amerika’yı arkalarına almış olacaklardır.  Peki, arkalarına aldılar da ne oldu o günleri yaşayanlar çok iyi bilir bağımsız devlet olamayacaklardır. Sadece özerk bir yönetime sahip olmakla yetineceklerdir. 

        Bush sonrası Bill Clinton Başkanlığında ki ABD iç ve dış politik faaliyetlerini güvercin politikalar izleyerek yürütecektir. Zaten Amerikan yönetim modelinde Cumhuriyetçi ve Demokrat kanat arasında ki fark birinin şahin varı politikalar izlemesi, diğerinin ise güvercin politika izlemesiyle ayırt ederiz.

         Bill Clinton sonrası Başkanlığı malum oğul Bush devr alacaktır. Oğul Bush’ta tıpkı babası gibi yolunu yol bilip, babasının 2001 yılında Afganistan’ı işgal ettiği noktada durmayacak, o da Saddam Hüseyin’i devirmek bahanesiyle Irak'ı işgal etmek için harekete geçecektir. İlginçtir Saddam rejimini devirmek hiçte zor olmaz. Düşünsenize bu nasıl devirmekse hiç bir karşı koyuş veya herhangi engel bir barikatla karşılaşmaksızın elini kolunu sallayarak işgal gerçekleşir. Ne diyelim böylesi bir devrilişe her halde  'kadife eldiven içinde demir yumruk'  varı devriliş dersek yeridir. Ama bu tür işgal girişimleri nereye kadar devam ettirebilirdi ki.  Ta ki Saddam’ın devriliş sonrası heveslerini kursaklarında bırakacak kâbusa dönüşen bir tablo ortaya çıkana kadardır elbet. Hani evdeki hesap çarşıya uymaz derler ya, aynen öyle de ABD Irak topraklarına yerleştiğinde bu denli büyük bir direniş tablosuyla karşılaşacağını hiç ummuyordu. Birde bunun üstüne üstük Irak işgalinin dünya çapında tepkiye dönüşen kamuoyu oluşumu ABD’yi çok derinden etkileyip içten içe düşündürür de. Hem nasıl düşündürmesin ki tüm dünyada anti-Amerikan gösterilerinin çığ gibi artış kaydetmesi ABD'nin prestijini sarsacak türden gözüküyordu. Oğul Bush,  bölgede ABD-İsrail hâkimiyeti kurmayı kafasına koymuş olması hasebiyle işin ardı arkasını düşünmeden hemen el attığı işe bodoslama dalıp önce Irak’ı, sonra sırasıyla Suriye ve İran’ı halledecek bir maceraya kendini adamıştır.  Peki, bodoslama dalıp kendini maceraya attı da ne oldu, sonuçta beklentilerinin tam tersi bir durumla karşı karşıya kalıverdi. Oysa geçmişten ders çıkarmış olsaydı bir zamanlar gerilla direnişiyle karşı karşıya kaldıkları Vietnam bataklığına benzer bir başka bataklığa saplanmazdı. Hiç kuşkusuz yanlış hesap Bağdat’tan dönebiliyor. 

        Evet, Oğul Bush’ta geçte olsa battığı Irak batağına saplanmış olduğunu fark edebilmişti ama olan olmuştu artık,  en nihayetinde işgal ettiği Irakta yönetimi Şiilere bırakmak zorunda kaldı. Hatta sonradan bu işe sünnilerde dâhil olup Beyaz Saray istese de istemese de güç dengeleri içerisinde yönetimde yerlerini almasını bileceklerdir. Öyle ki; 15 ağustos 2005 itibariyle Irak Anayasa’sının geçici yönetimce kabul edilmesi beklenirken, beklentinin tam aksine Şii ve Sünni kesimin rest çekmesi gözlerden kaçmaz. Neyse ki bu rest çekiş 15 Ekim 2005 referandumuyla anayasanın kıl payı geçişine halel getirmeyecektir. Derken 2005 genel seçimleriyle birlikte 275 sayıda milletvekili Irak Meclisini oluşturur.  İşte bu noktada şayet ABD’nin Irak’a yönelik işgal girişiminin neticesinde bir olumluluk aranacaksa belki Irak halkını ilk defa seçimle buluşturmasına vesile olması bakımından ancak olum bir adım olarak addedebiliriz. Gerçekten de tarihler 30 Ocak 2005 yılını gösterdiğinde Irak Ulusal Meclisi ve Yerel Yönetimi Temsilcileri için yapılan seçimlerin kazasız belasız atlatıldığı görülecektir. Peki ya seçim sonrası? Şiiler seçim sonrası su koyuverip Yeni Irak’ın oluşumunda federal otonomi isteğinde bulunmaları hem ABD'nin canını sıkan bir durum ortaya koyar hem de Kürtler cenahında kabul görmeyen bir durum ortaya çıkar.  Tabii Şiiler kendi bildiklerini okudukları için bu tutumlarından kim ne rahatsız duyuyorsa hiçte umurunda olmayacaktır. Üstelik Anayasa oluşumunu veto edip bilerek ya da bilmeyecekte olsa sonuçta ilerisinde Kürt-Sünni-Şii üçgeni arasında çıkması muhtemel iç savaşların fitilini ateşleyecek etken unsur olacaklardır.   

         Malum Şia düşüncesinde dini otoritenin olmanın ötesinde aynı zamanda siyasi otoritedir. Bu yüzden Irak Şiilerinin İran’a yakınlık hissi beslemelerine şaşmamak gerekir. Dolayısıyla ABD’nin bir şekilde yeni çıkış yolları bulması gerekirdi, ama hiçte öyle her şey kolay halledilebilecek işler gibi gözükmüyordu. İcabında kendi planları açısından Iraklı Şiileri kullanıp İran’ı etkisizleştirmek gerekiyordu, ama bir bakıyorsun İran’da radikal söylemleriyle dikkat çeken Mahmud Ahmedinejad’ın seçimlerden başarıyla çıkması bütün planlarını sekteye uğratabiliyor. Zaten ABD ve İran arasında öteden beri var olan husumet,   Ahmedinejad’ın iş başına gelmesiyle birlikte daha da kızışır hale gelir. İşte bu noktada Oğul Bush'un İran’a yönelik başlattığı ambargo girişimi ve bir dizi yaptırımların uygulanması yönünde BM nezdinde kabulünü sağlayacak politikaları devreye sokmayı deneyecektir. Tabii bu ambargo yaptırımı için gereken desteği bulmaya çalışırken de İran’ın elinde bulundurduğu nükleer santral ve teknolojileri gerekçe gösterilecektir. Fakat ABD Irak topraklarına girdiğinden beri pek yeterli desteği bulamamış olsa gerek ki bu kez yeni politikalar belirleme ihtiyacı hisseder. İşte bu ihtiyacı gidermek içinde bikere İsrail’in Gazze'den askerlerinin çekilmesi gerekti, çekilir de. Bu demektir ki çekilmez sanılan İsrail duruma göre çekilebiliyormuş. Böylece İsrail 1967 yılında işgal ettiği toprakları terk edip Filistin’e devredecektir.  Tabii ki bu çekiliş Şaron’un kendi rızalığıyla tek başına aldığı bir karar değildi,  ABD’nin İsrail'e Filistin direnişi karşısında bunun daha fazla sürdürülemeyecek yönde telkinlerde bulunmanın neticesi bir çekiliş kararıydı bu. Hiç kuşkusuz başta bize olumlu gibi gözüken bu geri adımın İsrail’in Arz-ı Mev’ud idealinden vazgeçtiği anlamına gelmeyecektir,  bu olsa olsa ideallerinin bir süreliğine askıya alma taktiği adımıdır. Gelecekte ne olur ne biter ya da sonuçta nasıl yorumlarsak yorumlayalım bir şekilde ABD o günün şartlarında Arap-İsrail meselesinin Bağımsız Filistin Devleti kurulmasıyla çözüleceği noktasına geldi ya, bir nebzede olsa bu bizi sevindirmeye yetmiştir. Zaten bu noktaya gelmesi de gerekirdi. Aksi halde gerek dünya kamuoyunun, gerek Ortadoğu ülkelerinin, gerekse Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerin İran’ın yanında yer alma riski an meselesiydi diyebiliriz. Öyle ya ABD açısından şayet İran’la baş edebilmenin tek çıkış yolu Filistin Devleti’nin kurulmasından geçiyorsa, Filistin halkının İsrail tarafından işgaline karşı sürdürdüğü bağımsızlık yolundaki mücadelesinin önünde niye takoz olsun ki.   Şu bir gerçek ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine halel gelmeyeceğine kanaat getirip garanti gördüğü an Filistin Devletinin kurulmasında hiç sakınca görmeyeceği muhakkak.  İşte onca olan bitenden sonra George Bush dönemi hakkında söylenilecek tek şey Bush'un dünyaya yön verme yetkisini kendinde görme ihtirasına kapılmasıdır. Böylece bu ihtirasın neticesinde kan ve gözyaşı dökmüşlerdir. 

         Bush'tan sonrası ABD’yi bu kez siyahî Başkan Barak Obama idare edecektir. Neyse ki yeni siyahî Başkan Barak Obama döneminde ABD halkı eskisi kadar sabah akşam bombardıman haberleriyle yatıp kalkmayacaktır. Yani eskisi kadar diken üzerinde olmayacaklardır, artık sıcacık yataklarında rahat uyuyabilirlerdi. Ancak meseleye birde bizim açımızdan baktığımızda hele bilhassa Obama döneminin son dönemlerinde ABD’nin Türkiye'nin Fırat Kalkan Hareketinden rahatsızlık duydukları bilinen bir gerçekliktir. Öyle ki kendi güvenlikleri söz konusu olduğunda bir bardak suda fırtına koparıp dünyayı ayağı kaldıran ABD, her nedense bizim güvenliğimiz sözkonusu olduğunda harekete geçmemizi içine sindiremeyecektir. Öyle ya nasıl olurda Türkiye bizim iznimiz olmadan kendi insiyatifiyle Fırat Kalkanı Operasyonuna girişebiliyor şaşkınlığı içerisinde bize habire ayar vermeye çalışıyor. Onlar habire ayar çeke dursunlar, biz yine de 15 Temmuz 2016 FETÖ İhanet Çetesi darbe girişimine maruz kalmış bir ülke olarak sanki hiç bir şey olmamışçasına yıkılmadık ayaktayız mesajını vererekten Özgür Suriye ordusuna destek verip sınır ötesine harekât düzenleyebiliyoruz. Ki, sınır ötesine çeki düzen verme hamlemiz uykularını kaçırmaya ziyadesiyle yetmiştir. Şimdi sırada Şam hattından sonra Irak Musul hattı var elbet. Hiç kuşkusuz derin güçler Türkiye’nin bu hat üzerinde insiyatif alışına da hazmedemeyeceklerdir. İşte DAİŞ’se DAİŞ, PKK’ysa PKK, YPG’yse YPG hiç fark etmez tüm terör unsurlarıyla gerçek anlamda mücadele budur diyoruz artık. İşte tüm dünyanın DAİŞ’le baş edemediğini Türkiye baş ettiği halde, bizimle uğraşmaktan neden geri durmuyorlar doğrusu bu tutumlarını anlamış değiliz. Borak Obama da maalesef derin Amerika’ya, Pentagona diş geçiremeyip dünya barışına katkı sunamayan bir başkan olarak tarihe not düşmüş oldu. Besbelli ki dünya barışına katkı sunmak ancak Osmanlının torunlarına has bir durumdur.  Hele bilhassa 15 Temmuz diriliş destanımızla birlikte dünya 5’ten büyüktür meydan okuyuşumuzla dünyadaki tüm mazlumlara umut ışığı olurken tüm zalimlerin de korkulu rüyası olduk diyebiliriz pekâlâ.  Baksanıza bizim artık bu meydan okuyuşumuzdan Donald Trump çok büyük endişeye kapılmış olsa gerek ki, Başkanlığının birinci döneminde hemen alelacele kendi kendine gelin güvey olup Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan edebiliyor. Nitekim Rahmetli Özal Orta Doğuda haritalar yeniden çizilecek derken ta Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminden bugünleri çok öncesinden görüp bu cümleleri sarf etme ihtiyacı duymuştur.  Belli ki yeni küresel imparatorluk sistemi hemen her şeyi sil baştan kurguladıkları yeni haritaya göre şekillendirmenin hesabıyla tıpkı Brest-Litovsk’da, Sevr’de, Versay ve Yalta’da olduğu gibi tüm alışıla gelen haritaları tarihin çöplerine atıp adeta dünyayı kataloglayacak yeni bir harita ikame etmenin planı üzerine ayarlanmış durumda. Onların sinsi plana dayalı bir hesabı varsa,  Allah’ında hiç kuşkusuz tüm hesapların üzerinde mutlak bir hesabı vardır elbet. O halde bize düşen vazife; Osmanlının bakiyesi Türkiye olarak küresel baronların hesabını boşa çıkaracak Büyük Osmanlı projesini yeniden ele alıp haritamızı Ortadoğu denkleminde sınırlarımızın ötesine taşıyarak hedefimizi büyültmek olmalıdır. Düşünsenize Bıden Türkiye’nin her türlü darbe girişimlerini bertaraf edip ayrıca vesayet zincirlerine kırıp dünyada küresel güç aktör olması yolundaki adımlarını durdurmak adına kendince halkın desteği ile gelmiş iktidarı muhalefet partileri üzerinden yıkmak gerektiğini açık açık dile getirme zırvasında bulunabiliyor..  Dile getirdi de ne oldu, yıkılan iktidar olmadı yıkılan muhalefetin altlı masası oldu. Hakeza dış politikada da kazanan Esad rejimi değil,  bilakis Türkiye’nin desteği ile en nihayetinde 2025 yılı itibariyle kazanan Suriye halkının sabrı ve iradesi oldu. İşte gerçek derin plan budur. Zira biz Osmanlının torunları Türki’yeyiz. Bıden ve Trump şunu iyi bilsinler ki dünyanın neresinde mazlum ülkeler varsa onları sarıp sarmalayacak Türkiye her daim yar ve yardımcısı olmak için oralarda var olacaktır. 

      Velhasıl-ı kelam, ABD'de ister siyahî, ister beyaz Başkan, ister cumhuriyetçi kanattan isterse demokrat kanattan bir Başkan olsun hiç fark etmez, sonuçta ABD’ye yön veren besbelli ki Başkanlar değil bilakis küresel baronlar ve derin Amerikan güç odakları yön vermekte. Dolayısıyla küresel çapta derin güç odakları varlıklarını sürdürdükçe hem ABD’nin hem de dünya ülkelerinin yüzü gülmeyecek gibi gözüküyor.  Baksanıza her taraf kan revan içinde, bu durumda yüzler nasıl gülsün ki. 

          Vesselam.