Selim Gürbüzer


DÜNDEN BUGÜNE İRAN

İran devrimi Şah’ı devirmekten daha ziyade dini hüviyette olması çok dikkat çeker. ..


           İran devrimi Şah’ı devirmekten daha ziyade dini hüviyette olması çok dikkat çeker. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, tarihler 1979 yılını gösterdiğinde şu alışık olduğumuz ihtilallerden farklı olarak bir anda ruhaniyet kılıfı giydirilmiş Humeyni devrimiyle tanışıverdik. Dikkat edin tanışıverdik dedik, çünkü bu ihtilalin diğerlerinden farkı gizeminde gizliydi.  Neyse ki gelinen nokta itibarıyla İran devriminin birtakım İslami gruplar üzerinde ki gizemli etkisi azalmış bir halde geriye sadece işin bir demagoji faslı kaldı. Bizde ise geriye sadece kendisine ruhani lider gözüyle bakılan terörist başı FETÖ’nün 15 Temmuz Darbesi girişimiyle tıpkı Humeyni gibi bulunduğu Pensilvanya’dan kâinat imamı olarak döneceği avuntusu kaldı. Hakeza buna seküler laikçi çevrelerde dâhildir. Nitekim öteden beri ne zaman ki ülkemizde ikide bir irtica yaygarası koparılmaya kalkışılmış bir bakmışsın İran dosyası hemen laikçi çevrelerce seslendirilen bir propaganda malzemesi olarak açılıvermiştir. Zaten malum çevrelerin canına minnet,  dine duyarlı insanları potansiyel tehlike göstermenin en kestirme yolunun bir başka yöntemidir bu.  Oysaki bu dosya seküler ve laikçi çevrelere malzeme olmanın ötesinde hiç bir işe de yaramamaktadır.

         Her neyse gelelim asıl mevzuumuza. Şah Rıza Pehlevi’nin modernleşmeye yönelik politikalarına baktığımızda hiç kuşkusuz ‘yiğidi öldür hakkını yeme’ babından tarihe kayda değer icraatlar olarak geçtiğini görürüz. Ancak gel gör ki, Şah’ın halkın taleplerine karşı kayıtsız kalışının yanı sıra demokratik yolları tıkayıcı yöntemlere başvurması tüm yaptığı kayda değer icraatlarını gölgede bırakmaya yetmiştir. Hiç kuşkusuz antidemokratik uygulamalar bir yere kadardır.  Zira baskıyla nereye kadar kurulu düzenini sürdürülebilirdi ki. Nitekim İran Şahı Rıza Pehlevi, kitlelerin talepleri karşısında kulağını tıkadıkça tepkilerde o derece bir misli artış kaydetmekteydi. Tabii tepkilerin bir,  iki, üç misli derken gitgide daha da artış kaydettikçe artık bir noktadan sonra geri adım atmak zorunda kalır. Fakat attığı bu geri adımlar hürriyetin ucunu gösterecek türden bir geri adım atışı olarak kendini gösterdiğinden pekte inandırıcı bulunmaz.  Yetmedi Şah’ın sanki parlamenter sistemden yanaymışçasına izin verir gibi bir görünüm vermesi yönetime öfke duyan kalabalıkların gazını almaya yönelik hamle olarak algılanır da. Hatta ucundan kıyısından gösterdiği bu esnek tutumu kitlelerin ağzına bir parmak bal çalmak türünden bir duygu sömürüsü olarak karşılık bulup en nihayetinde Şah’ın yıkılabileceği fikri akıllara düşürüvermiş olur. Zaten bunun tepkileri dindirmeye yönelik bir göz boyamacılık olduğu akıllara düşüverince de bir yandan Liberal Cumhuriyetçiler, bir yandan Sosyal demokratlar, bir yandan Meşrutiyetçiler, bir yandan da Komünist Tudehçi’lerin Şah’a karşı tepkileri daha da kavileşir. Hiç kuşkusuz tepki gösteren gruplar arasında asıl ön plana çıkacak olansa mollalar grubu olacaktır. Derken yaşanan hadiseler Fars ve Aramı kültürüne özgü ‘yarı-tanrı” inancının bir yansıması olan mollalık kültü üzerinde etkisini gösterip 12 İmam’ı temsil ettiğine inanılan Humeyni’ye devrim lideri gözüyle bakılmayı beraberinde getirecektir. Öyle ki gelinen noktada Humeyni hüccet, Humeyni devrim muhafızı, Humeyni masum bir imam olarak baş tacı edilecektir.  Hele birileri onun masumiyetini inkâra kalkışa bir dursun, hemen o insanı sorgusuz sualsiz kâfirlikle itham edilip cezalandırılmasına ziyadesiyle yetecektir. Çünkü Şia akımı, yarı tanrı kült geleneğinden beslenen bir akım olmanın yanı sıra kutsal ve masum addettikleri mollalara ulûhiyet isnat edilen inancın ta kendisi bir sistemidir. Nitekim mollalara atfen söylenilen  'İmam masum’, ‘Mehdi Muhtazar’, ‘12 İmam önderi’, ‘Ayetullah’, ‘Velayet-i Fakih’  gibi methiyeler Şia inancın gereği ortaya çıkmış kavramlardır. Dolayısıyla bu akıma kendilerini kaptıranlar isteseler de zihinlerine kodlanan bu inanç sisteminden vazgeçemezler. Dedik ya,  bu düşüncenin İslam öncesi Güney Arabistan’da yer alan insanüstü liderlik kültüyle derinden köklü ilişki bir bağı vardır. Düşünsenize kökü derinlerde olan bu sapkın kör inanış çağımızda bile meydan okuma şovuna dönüşecek noktaya gelmiş durumda. Zaten Humeyni'yi kitleler nezdinde popüler kılan da eski “Arami-Fars yarı-tanrı kült” geleneğinin İslam'a uyarlanıp güya imamları Allah tayin ettiği akidesine dayalı tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa’ya ulûhiyet isnad ettiklerinin bir başka versiyonu diyebileceğimiz ana yoldan sapmış ehlisünnet dışı dini bir akımdır. Oysa Sünni ekolde değil ulema halkası, enbiya halkasında yer alan gelmiş geçmiş tüm peygamberler bile Allah’a gidilen yolda sadece elçi konumunda vasıtadırlar, asla gaye değillerdir. Yani bu demektir ki Sünni ekolün fıkıkıh penceresinden baktığımızda ulema ne ruhban konusudur ne de akaid, tam aksine hukuk adamı gözüyle kabul görür. Örnek mi? İşte Osmanlı’da Şeyhü'l İslam makamı bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Ki, bu söz konusu makamın tıpkı bugünkü anayasal mahkemesinin görev alanı kapsamına giren kanunların hukuka uygun olup olmadığını üstlenmiş pozisyona sahipliğinin aynısıdır dersek yeridir.  

         Peki ya Osmanlıda ki siyaset makamı ne için vardı? Malum siyaset makamı da ilmi siyaset için vardır, din adamlarından oluşmuş bir makam olmayıp hanedana danışmanlık yönünde faaliyet gösteren siyaset makamıdır. İşte görüyorsunuz Şia’da mollalara ruhani gözüyle bakıldığı içindir Humeyni liderliğinde siyasi makam ‘iman’ konusu olabiliyor. Tabii mollalara Allah’ın Hücceti (Allah’ın delil) manasına Ayetullah ya da doğuştan masum ve günah işlemez gözüyle bakılırsa olacağı buydu.  Kelimenin tam anlamıyla bu had hududu aşıp mollalar ulûhiyet isnad etmek olur. 

          Tarihten hiç mi ders alınmaz,  doğrusu şaşmamak elde değil. Baksanıza tarihte Haricilerin bilinçsiz mesnetsiz çıkışları İslam âlemine pahalıya mal olmuştur. Düşünsenize Müslüman âlemini kana bulan bir avuç Harici güruhu Kur'an'da geçen ayetleri kendi kafalarına göre yorumlayıp kendi dışında kesimleri kâfirlikle suçlayabilmişlerdir. Maalesef Haricilik başsız ve kabile asabiyetine dayanarak Müslümanlar arasında kan döküp tarihin harabelerine gömülürken,   Şia ise eski Fars-Arami insanüstü kültün bir yansıması olarak şahlıktan bugünlere ulûhiyete dayalı mollalık rejimi sahne almıştır. Ne diyelim al birini vur ötekine, illa aralarında bir fark aranacaksa, birinde başsızlık, diğerinde insanüstü otoriter molla liderliği esastır. Bu yüzden İran’da fırtınadan önce sessizlik diyebileceğimiz sosyal patlamaların varacağı nokta otoriter rejimle buluşmak olmuştur. Derken sosyal patlamaların doğurduğu şartlar kitleleri Humeyni etrafında toplanmasını beraberinde getiren yeni bir milat olur. 

            Evet,  1979 yılı İran için yeni bir milattır. Bu yıla kadar İran, ortalıkta pek gözükmez konumda bir ülke görünümü verirken bu yeni milatla birlikte biranda küresel güçlerin odağı ülke konumuna gelir. Hatta sırf küresel güçlerin hedefinde odak bir ülke olmaz,  bu arada nükleer santral çalışmalarına hız verdiğinde Amerika’nın sinir uçlarıyla oynayacak şekilde muhatap alınan bir ülke konumu haline gelir de. Besbelli ki İran, Sam amcanın başka işlerle meşgul olduğu boşluk anından istifade etmekle epey mesafe kat etmiş gözüküyor. Hani Aristoteles diyor ya;  ‘Tabiat boşluk sevmez’ diye,  aynen öyle de İran’ın da canına minnet küresel güçler başka işlerle uğraşa dururken, o da o arada kendine zaman kazanaraktan devrimin temellerini git gide güçlendirmiş oluyordu. Zaten güçlendiği ayyuka çıkınca da uluslararası haber ajanslarında nükleer santraller meselesi bir anda ‘bir bardak suda fırtınalar koparılacak’ şekilde dünya gündemine oturmuş olur. Bu konunun gündeme oturulmasında temel amaç İran’ı bir şekilde hizaya getirip sessiz derinden ilerleyen gidişatını durdurmak içindir elbet. Ancak ne var ki, Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. Nitekim geriye dönüp olan biteni muhasebe ettiklerinde işlerinin hiçte kolay olmadığını fark edeceklerdir. Öyle ya,  karşılarında bu kez kolay yutulur cinsten ne Afganistan vardı ne de Irak, tam aksine karşılarında bu kez Şah’ı devirip süper güçlere kafa tutabilecek konumda İran denen bir devlet vardı artık. Dolayısıyla İran deyip geçmemek gerekir. Düşünsenize tarihi süreç içerisinde üç kıtada 600 yıl hükümran olmuş Osmanlı’yı bile uzun seneler uğraştırmış bir devletten söz ediyoruz. Aslında batı da çok iyi bilmekte İran’ın hiçte öyle kolay yenilir yutulur lokma olmadığı,   tamda kırılması zor çetin bir ceviz kabuğu konumunda güç olduğunun fark etmiş durumda da.  Hiç kuşkusuz İran’ın bu denli boyundan büyük ülkelere kafa tutmasının arka planında yatan asıl neden unsur, sahip olduğu nükleer enerjik santraller ve askeri alanda epey bir yol kat etmesinden kaynaklanan tehdit unsuru olmasıdır. Baksanıza Oğul Bush İran’ın bu deli saçması hodri meydan okuması karşısında öyle bir zor durumda ki, İran’ın nükleer arayışından vazgeçmesi için gerekirse rüşvet vermeye bile razı bir izlenim vermekte. Anlaşılan o ki İran’ın küresel güçler arasında ki pazarlıklarda ciddi bir rol üstlenen konuma gelmesi ABD’yi ciddi manada tedirgin etmiş gözüküyor. Tabii bunu zamanında düşünecekti, epey bir zamandır Afganistan ve Saddam’la meşgul ola dururken o arada İran’ın manevra alanı kazanmasını ıskalamış gözüküyordu. Hatta İran,  ABD’nin bu ıskalaması sayesinde Afganistan ve Irak’ın hedef tahtası olmaktan da kurtulmuştur. Ne diyelim bir taşta iki kuş vurmak buna derler,  besbelli ki Amerika’nın her iki ülkeyle uğraşması en çok İran’ın işine yaramıştır, en azından bu zaman diliminde toparlanma fırsatı bulmuştur. Şayet İran gelinen noktada bugün ABD’ye kafa tutabiliyorsa bu toparlanmanın neticesinden kaynaklanan bir durumdur bu. Tabii bu arada küresel güçlerin kendi aralarında ki çıkar ilişkilerinden kaynaklanan gizliden gizliye üstü örtük çatışmaları da göz ardı etmemek icap eder. Zira çıkar ilişkilerinin aynı ortak paydada örtüşmemesi İran’ı bu hesap denkleminde avantajlı konuma getirmiştir. Hal vaziyet böyle olunca da küresel güçlerin Orta Asya'ya yönelik pek çok projeleri fiyaskoyla neticelenmiş. Düşünsenize bir zamanlar dünyanın tek jandarması benim diye övünen ABD yerine Kırgızistan ve Özbekistan’da arzu ettiği kontrolü sağlayamamış biçare ABD var artık karşımızda.  O kadar biçare olduğu net açık ortada gözüküyor ki,  Rusya, Çin,  Hindistan ve Kazakistan Şanghay işbirliği çerçevesinde büyük enerji projelerine imza atmak üzere İran davet edilebiliyor,  hatta yetmedi Pakistan ve Moğolistan’ın katılımıyla birlikte bu bir anlamda ABD’nin devre dışı bırakılması demektir. Kuşkusuz bu sıradan yenilir yutulur hamle sayılmaz,  İran’a kendi sınırlarının dışında alan açan bir gelişmedir elbet. Kaldı ki, dünyanın bu gün en büyük doğal gaz üreticisi Rusya olup ikinci sırada İran’ın yer alması önemli bir husustur. Ayrıca Irak’taki Şii çoğunluğun üzerindeki İran’ın nüfuzunu da hesaba kattığımız da Washington’un işinin hiçte kolay olmadığı anlaşılmakta.. Öyle görünüyor ki; Sam amca bu gelişmeler karşısında ister adına Büyük Orta Doğu Projesi desin, isterse arınma desin bunlarla kalmayıp yeni projeler üretmek için epey daha mesai harcaması gerekecektir.         

          Amerika proje ürete dursun,  çiçeği burnunda şu meşhur Cumhurbaşkanı Ahmedinejad dönemini bir hatırlayın, daha işbaşına gelir gelmez ülkesini nükleer kulüp ilan etmesi ortalığı fena halde kızıştırmaya yetmişti. Neyse ki diplomasi trafiğinin yoğunlaştığı hengâme de İngiltere, Almanya ve Fransa ikna turları devreye girmesiyle birlikte İran’ın uranyum zenginleştirme tesislerini askıya alma konusunda Sadapat paktı çerçevesinde taraflar belli noktalarda anlaşma sağlayabilmiştir. Ancak İran’ın bu buluşmada beyan ettiği nükleer çalışmalarını askıya aldığına dair deklaresi batı yakasında yeterli bulunmaz. Bunun üzerine nükleer programını  (nükleer araştırma çalışmaları) durdurma yönünde karar alması gerektiği bildirilir. Tabii bu bildiri İran’ı çileden çıkarıp 3 ağustos 2005’te Isfahanda UCF tesislerini faaliyete geçireceklerini açıklamasıyla karşılık bulacaktır.  Fakat bu sert açıklama Paris anlaşmasının ihlali olarak değerlendirilip İran bu hususta BM Güvenlik Konseyi kartıyla uyarılır. Aslında bu uyarı bir anlamda aba altında sopa göstermek türünden bir tehditti. Nasıl tehditse,  ortada bir fiili müdahaleyi göze alacak herhangi ülke yoktu. Dolayısıyla BM Güvenlik konseyine nükleer mesele taşınsa ne, taşınmasa ne, kriz miriz bahane, bikere İran’ın tüm ülkelere ortak yatırım teklifinde bulunarak göz kırpması bir sır değil elbet.  Hatta Türkiye her ne kadar nükleer reaktör tesis kurma hususunda yönünü batıya çevirmiş gözükse de, geleceği açısından nükleer yakıt çevrim teknoloji konusunda İran’a göz kırpıp dirsek teması içerisinde bulunma ihtiyacını hisseder. Çünkü Tahran’ın elindeki kozlar Washington’dan daha güçlü gözüküyordu. Derken İran elinde tuttuğu kartlar sayesinde uluslararası pazarlık arenada kendini popüler duruma getiriyordu. 

        Tarihe şöyle bir göz attığımızda İslam öncesi üç kıtada hâkim iki devletten biri Sasaniler, diğeri Bizanslılar olduğu görülür.  Malum, Türkler sonradan bu halkaya dâhil olduğunda daha çok Bizans coğrafyası sınırlarının kapsam alanında yerini alarak etkisini gösterecektir. İran ise Sasanilerin hüküm sürdüğü alanlarda yer alarak adından söz ettirecektir. Bu arada Türklerin Fars dünyasıyla ilişkisi yeni değil elbet, ta İslam öncesine dayanır. Nitekim bu ilişki Hun’larla başlamıştır. Öyle ki, bu ilişki ipek yolunu ele geçirmek maksatlı olarak Göktürkler dönemine kadar sürmüştür. Göktürkler önce Sasani’lerle ipek yolu işbirliğine girmiş, sonrasında bu işbirliğinin paylaşımı konusunda anlaşmazlık çıkınca bu kez yollarını ayırıp Bizanslılarla işbirliğine gidilecektir. Hatta Göktürkler bunla da kalmaz Sasanileri yıpratacak hesaplar içerisine girer. Bu hesap tutar da. Şu da var ki; güçten takatten düşen Acem dünyası ileri ki dönemlerde İslam ordularının fethine maruz kaldıklarında bu vesilesiyle Müslüman olmalarını beraberinde getirecektir.  Farslılar Müslüman olur da Türkler olmaz mı? Hem de Farslıların vesilesiyle Müslüman oluruz. Ki, Müslüman olduğumuz o yıllarda Farslılar başlangıçta Sünni ekol üzereydiler,  ama ne var ki ileri ki dönemlerde bir yandan Safevi Devletinin bir yandan da Türklerin tarihi süreç içerisinde bir takım yanlış uygulamalarının etkisiyle olsa gerek Şiileşmelerini beraberinde getirecektir. 

          Evet, Türkler Müslüman olmaya görsün, Emevi ve Abbasilerden sonra İslam’ın bayraktarlığını Türk’ler üstlenecektir. Nitekim Tuğrul Bey’in Dandanakan zaferiyle hâkimiyetimiz güçlenir de.  Bu arada Tuğrul Bey bürokrasisini Acemlerle donatmayı da ihmal etmez. Tabii hal vaziyet böyle olunca Nizamülmülk resmi yazışmaları Farsça yapınca Farsça resmi dilimiz olur. Farsçanın halka sirayeti ise malum kısmen dergâhlarda okunan Mesnevi öğretisiyle gerçekleşir. Yine de halk arasında ağırlıklı olarak Türkçe konuşulur. Peki ya Hakanlarımız? Malum, Hakanlarımızın ‘Keykubad’, ‘Keyhüsrev’, ‘Keykavus’ gibi unvanları kullanmaları Fars kültürüyle iç içe olduğumuzun göstermeye yetiyor.  Ancak Selçuklu döneminde bu iç içe ilişkilerimiz Osmanlı döneminde yerini sancılı bir sürece terk edecektir. Nitekim bu sancı Timur’un Yıldırım Bayezid'i mağlup edip savaş esirlerini Erdebil’e götürdüğünde gün yüzüne çıkacaktır. Bu arada Timur savaş esirlerini Erdebil Şeyhi Ali’ye teslim edecektir. İlginçtir teslim edilen Türkmen dervişler ilk önceleri Kasr-ı Arifan'ın fakr ve kalender meşrebi üzere halka olurlarken, sonrasında Erdebil Şeyhinin etkisiyle bu dini yaşantılarını zevk-i ruhaniye hale dönüştürdüklerinde kendilerini bir anda cem halkasının ortasında bulacaklardır.  Oysa Erdebil Şeyhi Ali’nin asıl derdi zevk-i ruhaniye aşkıyla oturduğu şeyhlik postunda kalmak değildir,  asıl derdi şeyhlikten Şahlığa geçmektir. Ama ömrü yetmeyecektir bu kez şeyhlik postuna Cüneyd oturacaktır. Keza Şeyh Cüneyd’de tıpkı Şeyh Ali gibi gözü şahlıktadır, ama o’nun bu niyetini İran hükümdarı Cihan Bey sezdiğinde tez elden gereğini yapıp soluğu Anadolu’da alır. Tabii buralarda da boş durmayacaktır, kök salar da.  Nasıl kök salmasın ki, ilerisinde kendi sulbünden Şah İsmail dünyaya gelecektir. Bu demektir ki bu yol oğlu Şeyh Haydar’a devr olduktan sonra torunu İsmail’e geçtiğinde bir zamanlar hayal olan Şahlık davası gerçeğin ta kendisi olur da.  Nitekim Şeyh İsmail on üç yaşına ayak bastığında İran’da hatırı sayılırda güç sayılan Akkoyunlu Türk Devletini mağlup ederek Safevi Devletini kuracaktır. Böylece dedelerinin gerçekleştiremediği Şeyhlikten Şahlığa geçmeyi başaran lider olur. O artık bundan böyle Şeyh İsmail değil, Şah İsmail olarak adından söz ettirecektir. 

         Akkoyunlular, Karahanlılar ve Safeviler İran coğrafyasında Türk devletleri olarak sahne almışlardır.  Malum bunlar arasında sadece Safeviler Osmanlı’yı uğraştırmıştır. Bu uğraştırma daha çok mezhebi ve siyasi refleks kaynaklı uğraştırmadır. Düşünsenize Şah İsmail Ehl-i Beyt sevgisiyle kurduğu devletini Şiiliğe tebdil eyleyip mezhebine resmiyet kazandırır da. Tabi bu durum Osmanlı padişahlarının gözünden kaçmaz. Beyazıt Han ilk etapta meseleye savaş yoluyla halletmeye pek niyetli gözükmez. Ama Yavuz Sultan Selim böyle düşünmez,  tâ Şehzadelik zamanında Trabzon valisi iken bir an evvel tahta geçtiğinde hadlerini bildirmek sevdasındadır. Nitekim şehzadelikten hükümdarlığa geçtiğinde, yani tarihler 1514’ü gösterdiğinde Çaldıranda Şah İsmail’ hezimete uğratarak kendince haddini bildirmiş olur.   Böylece Şah İsmail’in Şahlık ve Şeyhlik imajı büyük yara alır. Hatta Çaldıran zaferiyle birlikte İran’la olan sınırlarımız çizilir de. 

         Evet, sınırlarımız çizelir çizilmesine de ancak belirlenen sınırların Anadolu yakasında kalan Türkmen dervişler, zaman içerisinde sınırın diğer yakasında kalan karındaşlarına iyi gözle bakmayacaklardır.  Güya Sünni karındaşlarının Ehl-i Beyt’e sıcak bakmadığı zannına kapılaraktan medreselerden uzak bir hayat yaşayacaklardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca kitabi bilgilerden yoksunluk onları kulaktan dolma bilgiye dayalı bir sözlü cemevi kültüre dayalı,  yani alevi meşrep geleneğini esas alan sazlı sözlü bir yapıya dönüşecektir. Hiç kuşkusuz bunda Şah İsmail’in kendi mezheb ve meşrebiyle meşgul olmak yerine ‘Dünyanın hükümdarı benim’ iddiasına soyunmasının çok büyük payı vardır. Zaten kendi meşreb kabında dursaydı Osmanlı hiçbir şekilde Şah İsmail’in varlığından rahatsızlık duymayacaktı. Hem niye rahatsızlık duysun ki,  bikere Osmanlının Ehl-i Beyt’e olan muhabbeti tartışılmaz da. Ki, Osmanlıda o gül neslinin Seyyid Reislerinin önünde diz çöküp kılıç kuşanan padişahlarımız olduğu gibi onların hayır dualarını almak için yarışan padişahlarımızda vardı. İcabında bu da yetmez Peygamber nesline hürmeten Ehli Beyt’e hazineden maaş bağlayan Devlet-i Aliye’miz söz konusudur.   Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı’da en saf veya en duru İslam’a hizmet etmek esastır.  Ne zaman ki o hizmetkârlık bilincimizi yitiriverdik birde baktık ki insanlığın en son şahit olduğu o saf ve duru medeniyetin altında yeller esip Osmanlı’nın yıkılışına şahit olduk.   

            Dünden bugüne geldiğimiz noktada şuan İranlılarla aramızda her ne kadar mezhep farklılığımız olsa da şurası muhakkak tarihi süreç içerisinde kültür yönünden hem almışız hem de vermişliğimiz söz konusu. Yani kültürel harçlarımız iç içe kaynaşmış durumda,  bu yüzden onlar bize aşina, biz onlara. Bakın İran halkı evlerin bacalarında antenlerini Türkiye’ye doğru çevirip programlarımızı büyük bir iştiyakla izlemekteler. Asla bizi ayrı gayrı görmüyorlar, kendilerine çok yakın buluyorlar. Nasıl yakın bulmasınlar ki,  Muhammed Kirman'ı gibi daha nice Acem âlimler 1071 Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’ya yerleşip kültür kodlarımızla bütünleşmişler.  Üstelik gönlümüze ruhumuza ışık saçarak hemhal olmuşuz da. İşte Siirt’te Ulu Cami’yi yaptıran Şeyh Muhammed Isfahanı bunun en bariz misali. Madem öyle Kasr-ı Arifan ve Horasan’a konuk olan nice Acem gönül sultanlarını ne kadar yâd etsek azdır. İyi ki de Acem diyarlarından gelip bizi kendilerine bend etmişler, Onlar olmasa kim bilir halimiz nice olurdu. 

           Evet,  o kadar iç içeyiz ki,  'vuzuh' demez Farsça abdest deriz. Yine biz Türkler Arapça salât yerine Kisra’nın perestiş veya Pehlevicesinde eğilme manasına gelen namaz deriz hep. Tabii bitmedi dahası var, mesela Nebi demeyiz, Farsça peyam tabirinden neşet bulan elçi manasına gelen Peygamber deriz. Ne diyelim, işte görüyorsunuz Fars kültürüne yabancı olmadığımız besbelli. Kaldı ki, padişahlarımız Farsça konuşmaktan imtina etmemişler, biz o ecdadın torunları olarak kullansak ne kaybederiz ki.  Nitekim Yavuz iki bin beyitten oluşan Farsça divan yazmış bile,  hatta bunla da kalmamış Çaldıran savaşından sonra birçok İranlı yazar ve şairi İstanbul’a getirtip onurlandırmış da. 

          Peki ya Şah İsmail? İlginçtir Şah İsmail de Türkçe divan yazmıştır. Ne diyelim Şah İsmail ve Yavuz görünürde karşıt iki rakip olarak görünseler de şu bir gerçek tarihçileri bile hayrete düşürecek derecede hiçbir surette kültür alışverişinden endişe duymayan tavır sergilemişlerdir.  Yani, her ikisi lider de kültür alışverişini zenginlik telakki eden bir ortak mizaca sahipler. 

           Kanuni Sultan Süleyman tahta oturduğunda Yavuz Sultan Selim’den farklı olarak sert siyaset gütme yerine yumuşak bir siyaset izlemeyi yeğler. Ancak bu yumuşaklık maksadından saptırılınca Irakeyn seferi kaçınılmaz hal alıp Bağdat’ın fethi vuku bulur ve akabinde Amasya anlaşması imzalanır da.

           Tarihin sayfalarını şöyle çevirdiğimizde III. Murat döneminde tarafların birbirini karşılıklı suçlayaraktan Amasya anlaşmasının ihlal edildiğine tanık oluruz. Tabii Sokullu bu karşılıklı kısır çekişmenin ortaya koyduğu zararı Sultan Murad’ın İran’a açtığı savaşta fark edecektir. İyi ki de fark etmiş, bu sayede Padişaha Iranla meşgul olmanın Devleti Aliye’yi asıl hedefinden uzaklaştıracağını, dolayısıyla batıya fetihlerle açılmamızda akameti uğratıp ayak bağı olacağını beyan edecektir. Gerçekten de IV. Murat dönemine gelindiğinde İran seferlerinin hazineye ne kadar yük getirdiği tüm çıplaklığıyla orta çıkınca Sokullu’nun uyarısı yerinde bir uyarı olduğu anlaşılır. Derken bu sayede Türk- İran ilişkileri Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla doğru rayına oturacaktır.

           Cumhuriyet’e geçişimizle birlikte Arap Devletlerine öteden beri o alışık olduğumuz önyargılı bakış ve yaklaşımlardan İran’da payına düşeni alacaktır. Ancak, ilk yıllarda Faşist İtalyan’ın Orta doğuya tehdit eder hale gelmesi, İngilizlerin teşvikiyle İran’ın öncülüğünde Türkiye ve Irak üçlüsü Sadabad Paktı için bir araya gelindiğinde işin rengini biraz değiştirir sanki. Derken 1937’de Afganistan’ın katılımıyla saldırmazlık anlaşması sağlanır da.  Böylece Türk İran ilişkileri yeni bir boyut kazanır. Ancak tarihler 1979’ü gösterdiğinde Şah’ı devirmek suretiyle yeni oluşan yapıda Humeyni rejimi Türkiye cenahında hoş karşılanmayacaktır.  Buna rağmen bir takım mahfillerce Türkiye’de zaman zaman meydanlarda  “Mollalar İran'a” sloganları iç politikaya malzeme olarak kullanılır. Neyse ki 12 Eylül ve 28 Şubat’ın o üzerimize balyoz gibi inen o küllenin ortadan kalkmasıyla birlikte Humeyni’nin esamisinden eser kalmayacaktır.

         Velhasıl-ı kelam; gerek Türkiye gerekse İran tarih boyunca ilişkileri gelgit düzleminde seyredip ne kazanç ne de kaybeden taraf olmuşlar.  Bakalım gelecek yıllar ne gösterecek. Hiç kuşkusuz Mevla’m neylerse güzel eyler demek en güzeli.  Diyelim ki geleceğe umut var bakabilelim. 

           Vesselam.